Röportaj: Ramazan Şen, Mevlüt Üçpunar, Yunus Emre Tozal, Gizem Yiğit

Sinema dünyasının nadir kadın yönetmenlerinden biri olan Saraybosna’lı yönetmen Aida Begiç, yaptığı filmlerle Cannes başta olmak üzere birçok uluslararası festivalde kabul gördü ve ödüller aldı. Son uzun metraj filmi olan “Bırakma Beni”, 54. Uluslararası Antalya Film Festivali’nin açılış filmi olarak seyirciyle ilk kez buluştu. Profesyonel oyuncular yerine yetim çocukların rol almasıyla ayrı bir önem taşıyan bu film, Şanlıurfa’daki mülteci kamplarında ve yetimhanelerde iki yıl süren çalışmalar sonucunda yetkin bir ekibin çabalarıyla meydana geldi. Savaştan dolayı Türkiye’ye sığınan milyonlarca Suriyeli mültecinin durumu, yetim çocuklar ve gündelik temizlik işlerinden kazandıkları parayla birbirleriyle dayanışarak çocuklara bakan kadınların hikâyesini odağa alan bu film ile gündeminize taşınıyor.  Gerek sinematografisi gerek konusu ile seyircilerin takdirini topladığı son filmi “Beni Bırakma” üzerine Aida Begiç ile  konuştuk

aida-begic-roportaj2

“Kar” ve “Çocuklar” adlı filmlerinizde savaşın özellikle kadınlarda ve çocuklardaki izlerini beyazperdeye taşıdınız. Şimdi de “Beni Bırakma” filmiyle Suriye’deki savaş nedeniyle mülteci ve yetim durumuna düşen çocukların maruz kaldıkları yoksunluklara rağmen yaşama tutunma hikâyelerini hassas bir dille anlatmışsınız. Suriye’deki iç savaşla milyonlarca insan evlerinden edildi, binlerce aile dağıldı, yüz binlerce insan öldü , sakat kaldı. Dünyada en çok mülteci barındıran ülke olan Türkiye› de her yıl 100 ün üzerinde yerli film vizyona girerken Suriye meselesine değinen film onca yıla rağmen henüz yapılmadı. Siz bu mahcubiyetimizi biraz olsun kaldırdınız. Yaptığınız iş çok çok kıymetli. Öncelikle teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Sinemada kadın yönetmenlerin sayısı çok az. Özellikle de İslam coğrafyasında ender bulunan bir şey ve siz de bu ender kişilerden birisiniz. Filmleriniz, toplumun sessiz ve edilgen çoğunluğu olan kadın ve çocukların hikâyelerine odaklanıyor. Bundan çok memnun olmakla birlikte soruyorum, neden böyle zor işleri göze alıyorsunuz?

Kendimi sorguluyorum, belki günde en az iki kez, buna neden ihtiyaç duyuyorum diye. Bence bu kadın bakış açısı nadir bir şey, bu kaçırdığımız bir şey. Kadın ve erkek bakış açısı arasındaki farkın ne olduğunu analiz etmeye çalışıyorum. Bunu genelleyemeyiz ama erkek bakış açısı çoğunlukla hayat, tarih, politika hakkındaki gerçekleri anlatmada megaloman bir ihtiyaca sahip. Ve bence bu çok duygusal ve samimi olan bakış açısı çok önemli, en azından benim kadınsı yaklaşımımı önemli buluyorum. Bu tür hikâyeleri gözden kaçırdığımızı düşünüyorum ve bazen seyircinin tepkisine baktığımda şok olduklarını görüyorum çünkü yaşananlar hakkında açıklamalar eksik. Hâlbuki bu insan duygusunun, insan yaşamının bir parçası ve ben bunu göstermeye çalışıyorum. Ve kişi bununla ne yapacağını bilemiyor. Sinemaya gidiyorsunuz ve bu duygudan kurtulamıyorsunuz çünkü bu gerçek bir şey. Ve filmle bir açıklama da yapmadım, nihai bir cevap da vermedim. Bu kadınsı bir yaklaşım ve buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Çünkü etrafımızı saran büyük olaylardan, haberlerden usanmış durumdayım. İnsan ilişkilerini özlüyorum ve bu yüzden bunun için harcanan çabaya değer olduğunu düşünüyorum. Anlatmaya çalıştığım bu; insanların bir sese ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum, kesinlikle bunun zahmetine değer. Örneğin; hazırlık aşaması beş yıl süren ilk filmimde, hiç yaşanmayacağını düşündüğüm birçok an vardı. Ama benim hikâyem olan Srebrenitsa kadınları bana ilham oldu. Çünkü eğer yaşamlarına devam edebiliyorlarsa, eğer vazgeçmiyorlarsa, benim vazgeçme gibi bir şansımın olmadığını düşünüyorum. Bu filmde çocuklar da hayata devam etme metanetine sahipler, o zaman ben kim oluyorum ki vazgeçeyim? Dolayısıyla sinemanın bu tür hikâyeleri paylaşma açısından önemli olduğunu düşünüyorum, aksi takdirde bunu nasıl görecektik?

Avrupa’dan ve Türkiye’den birçok yazar ve yönetmen yıllardır devam eden Suriyeli mültecilerin maruz kaldıkları zorlukları görmezden gelirken siz gelip onlarla haftalarca yetimhanelerde, mülteci kamplarında birlikte yaşadınız. “Beni Bırakma” filmini yazmaya ve çekmeye sizi iten şey neydi?

Aslına bakarsanız Suriyeliler ve Suriye’deki savaş hakkında fazla bilgim yoktu. Yetimler hakkında bir şeyler yapmak istedikleri için filmin yapımcılığını üstlenen ve finanse edilmesini sağlayan Beşir Derneği’nden bir davet aldım. Çünkü daha önceki filmlerimi izlemişler ve bu konuda benim uygun olacağımı düşünmüşler. Sonrasında Beşir Derneği ile bu hayırsever yolculuk için sınır şehirlerde araştırmalara ve atölye çalışmalarına başladım. Şunu söylemeliyim ki, Suriye’yi DAEŞ’le ilgili yapılan haberlerden duyuyordum ve bu insanların kim olduğunu gerçekten tam olarak anlayamıyordum. Fakat onlarla tanıştıktan sonra bizlerle, Bosnalılarla çok ortak noktalarımız olduğunu ve tüm savaşların aynı olduğunu gördüm. İnsanlar aynı şekilde acı çekiyor, aynı şekilde seviyor. Korkmuştum fakat bir yabancı olarak bu hikâyeyi anlatmama engel olmadı. Diğer taraftan, başkalarının acısından servet veya şöhret kazanan bir yabancı olmadığımı da biliyordum. Çünkü kendi dünyamızda da buna benzer çok şey yaşadık. İnsanlar sizin hakkınızda bir hikâye yazmak isterler ve bunu kariyerleri için yaparlar. İşte Saraybosna kuşatması sırasında bu durumdan nefret ettim. Ve bu süreç boyunca kendimi hep sorguladım, ben de bu korkunç insanlar gibi miyim diye. Öyle olmadığımı biliyordum çünkü o çocukların yaşadığı şeylerin aynılarını ben de yaşadım ve benim niyetim son derece hâlisane idi. Kalbimde ve zihnimde bu konuda herhangi bir gri alan/belirsizlik yoktu. Mültecileri kabullenme gibi bir zorlukla karşı karşıya geldiğinizde -diğer ülkeleri kastediyorum, zira Türkiye onları kabul etti, hem de milyonlarcasını- onları kötü bir şey olarak düşünürsünüz. Örneğin batılı bir ülkeyseniz o insanları tanımak istemezsiniz, o çocukların hikâyelerini bilmek istemezsiniz, o şekilde yaşamak sizin için daha kolaydır. Batı seyircisine bu filmi gösterirken edindiğim tecrübe de bu şekildeydi, biraz tereddütlü yaklaşıyorlardı, çünkü Suriyeli çocukların diğer çocuklardan bir farkı yoktu. Fransa’da yaşayan Amerikalı bir arkadaşım bana şöyle demişti: “İnsan kendini kötü hissediyor çünkü onları kurtarmak için gerçekten hiçbir şey yapmadık.” Bu anlamda, evet, bu süreçte çok fazla şeyin farkına vardım ve umuyorum ki insanlar da bu filmi izleyerek Suriyeliler ve Türkiye hakkında yeni bir şeyler keşfedebilir ve umarım bunlar güzel şeyler olur.

aida-begic-roportaj3

Çekim aşamasına geçtiğinizde yazdığınız senaryoya bağlı kalıyor musunuz? Özellikle de son filminiz “Beni Bırakma”da çocuklardan kaynaklı senaryonun dışına çıktığınız durumlar oldu mu?

Diyaloglar ve durumlar oldukça kontrollüydü. Yani, tüm diyaloglar yazılıydı, çenesi düşük olan Ahmet hariç. Çoğu zaman doğaçlama yapan tek kişi oydu. Her şey oldukça planlıydı. Hiçbir zaman kesin bir senaryo yazmadım, çekimler sırasında sürekli değiştiriyordum. Fakat sahne çekilirken nasıl olması gerektiğiyle ilgili tam bir fikrim vardı ve kesin diyaloglar da yazılıydı. Bunları oyunculara öncesinden vermiyordum, çekim sırasında veriyordum ve onlara açıklıyordum ve sonrasında oynuyorlardı. Sahne gerçekten çok iyi olana kadar alıştırma yapıyorduk. Bir yönetmen olarak, bu zor bir şey. Hep bu seviyede bir oyunculuğun hayalini kurdum; kontrollü ama kontrollü olduğu izlenimini vermeyen. Bunu nasıl başardıklarını düşündüğüm yönetmenler vardı ve bence bu filmde bunu gerçekten yaptığımı düşünüyorum. Oldukça da mutluyum çünkü bu benim için kişisel bir hedefti ve bu beni bir adım ileriye taşıdı. Bunu bir kitap ve sinema dergisi olduğunuz için söylüyorum aksi takdirde bunu bilemezdiniz. Çok fazla doğaçlama olmadığını söyleyebilirim.

Mu’taz’ın ağladığı sahne o şekilde mi yazıldı yoksa siz başka bir şekilde mi yazmıştınız?

Senaryoyu o şekilde yazmıştım. İşin aslı, Mu’taz şarkı söyleyemiyordu. İlk versiyonda çocuk çok güzel bir sesle şarkı söylüyordu ama Mu’taz çok kötü şarkı söylüyor. Bunu ona söyleyemedim ama mükemmel şarkı söyleyemediği fikri hoşuma gitmişti. Fakat çok hoş karşılanmayacağını da düşündüm, bu nedenle ona şarkı söylemesini öğreten bir öğretmeni vardı. Ona sürekli harika şarkı söylediğini, mükemmel olduğunu söylüyordum, şarkı söylemeyi sevmişti. Fakat sonrasında ona ağlaması gerektiğini söyledim çünkü çok kolay ağlayan bir çocuktu. Çocuklar, film çekim sürecince sürekli birbirleriyle kavga ediyorlardı, sonrasında da ağlıyorlardı. Gerçekten yumruklaşıyorlardı, bilirsiniz, çocuklar işte. Fakat ona önemli bir sahne olduğunu, ağlaması gerektiğini söyledim. Şarkı söyleyeceksin, bir süre sonra ağlayacaksın ama ağlayamadı. “Bak Mu’taz şunca gün yok yere ağlayıp durdun, şimdi ağlamanı istediğimde ağlamıyorsun.” dedim. Ağlayamıyordu, imkânsız bir durumdu. Bir şeyler yapmaya çalıştım. Sonrasında aktörlerden biri bir sahneyi çekerken bize bir öneride bulundu. “Çok kızmış numarası yapar mısın?” dedi. “Olmaz” dedim, “çünkü çocuklar benden korkmuyorlar. Ben onlarla arkadaşım, onları ağlatmamım imkân yok.” “Ben yapabilirim.” dedi. Sonra söylenmeye başladı: “Bunu ne zaman yapacağız? Geç kaldım. Başka işlerim var.” Mu’taz çok korktu çünkü kendisini suçlu hissetti ve “Bu benim suçum değil” diyerek ağlamaya başladı. Ben de hemen: “Harika, hemen sahneye” dedim. Bu gerçekten yapması zor bir şeydi, tıkanmıştı, ağlayamamıştı.

Peki, ana karakterlerden İsa’nın film boyunca haleti ruhiyesi gerçek hali mi? İsa, diğer çocuklara nazaran sanki iç dünyasını saklayan bir çocuk, gelecekle alâkalı ümitlerini kimseye anlatmıyor örneğin. Bir umudu bir beklentisi yok gibi…

İsa ile atölye çalışması yaptığımız yetimhanede ilk karşılaştığım zamanı hatırlıyorum. Kafası karışık bir çocuk gibiydi ama yaptığımız provalarda kendini işine adamıştı, çocuklara doğaçlama bir şeyler vermiştim. Onu gördüğüm anda onun filmde ana karakter olacağını hissettim. Nasıl ve neden bilmiyorum ama bana o çocuğu hatırlattı. Sonra onun önceden oyunculuk deneyimi olduğunu fark ettim ama amatör bir tiyatroda edindiği bir deneyimdi bu. Fakat kendisi bunu çok dillendirmek istemedi. İsa’yı en başından beri kendime yakın birisi gibi hissettim. O tanıştığımızda bunalımlıydı, hayata umutla bakamıyordu ve karakterinde bunu hissettiğimde filmde de kullandım. Süreç boyunca İsa olumlu yönde değişti. Kendine güveni geldi, daha çok gülmeye, dans etmeye başladı. Ve sürecin sonuna doğru tamamen değişti, bu olumlu yönde bir değişimdi. Ve bu film yapım süreci bu çocukların iç dünyalarının gelişimi için müthiş bir destek/terapi olmuş oldu. Çünkü öncelikle sevildiklerini hissettiler, çünkü hepimiz onları sevdik. İkincisi, birilerinin onların hikâyelerini önemsediğini hissettiler. Ve gerçekten bir şeyler yapabileceklerini, bir konuda gerçekten iyi olduklarını hissettiler ve bence hepsi için bunun anlamı çok büyüktü. Bu karakter için İsa ile ilk tanıştığımızda, bu içine kapanık halini, karanlık tarafını kullandım. Şimdi İsa ile tanışacak olsanız tam bir süper star edalarında. Hatta diğer festivallerden şikâyet ediyor, “Bizi limuzinle götürecekler zannediyordum ama burada sadece otobüs görüyorum.” diyerek. (gülüşmeler…) Çünkü çocuklar çok kolay uyum sağlıyorlar. Çok kolay bir şekilde star gibi davranmaya başlıyorlar. Doğaları gereği star olduklarını düşünüyorum.

aida-begic-roportaj4

Bu seneki Boğaziçi Film Festivali’nin jüri başkanı olarak, aday filmler hakkında genel olarak düşünceleriniz neler?

İlk düşüncem, diğer insanların işlerini yargılamak çok daha kolaymış. Sanırım bugünden sonra jüri olarak “Filmin çok kötü olmuş.” diyerek eğleneceğim. Çünkü bugünü “Aman Allah’ım. İnşallah bugünü atlatırım.” diye düşünerek geçirdim. Bunun ilginç bir seçim olduğunu düşünüyorum. Tabii ki henüz filmlerin hiçbirini izlemedim ama seçimlerin ilginç olduğunu düşünüyorum çünkü bu beklenen bir şey değildi. Yazarlar vs. ile ilişkileri görebiliyordum fakat bu daha başka bir sinema. Çok fazla sanat sineması var ki bence bu harika çünkü sanat sinemalarının kendilerini festivallerde tanıtmaları gibi bir imkânları olmuyor. Bu yüzden bunun çok büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Umarım yeni estetik örnekler keşfederim ve listede gördüğüm eski yönetmenlerin onayından geçerim. Umarım bugün benim işimi yargılayan insanların olduğu seanstan çok daha fazla eğlenirim.

Birçok insanın olduğu gibi Amerikan film seyircisinin alt yazılı filmleri tercih etmediği biliniyor. Daha çok insana ulaşması için İngilizce film yapmayı düşünür müsünüz?

Birçok insanın konuştuğu dilde bir film yapmak şüphesiz daha iyi çünkü önünüzde bir böyle bir piyasa olduğunu biliyorsunuz. Lâkin bu aynı zamanda oldukça yanıltıcı da. Aşina olmadığınız bir alana girmek gibi bir şey ve aynı zamanda bu büyük bir fiyasko da olabilir. Malum Bosna sineması çöküşte ve her geçen gün daha da kötü oluyor ve hazırladığım bir sonraki filmim Bosna’da geçiyor çünkü finansı vs. konuları halledilmişti, fakat sanıyorum ki bundan sonraki hikâyemi Bosna için yazmayacağım, en azından üç farklı ülke olmasını düşünüyorum. Ki bunun ayrıca göz önünde olan bir yapımcılık gerçeği olduğunu düşünüyorum. Ayrıca yaşadığım yerin dışına hareket etme cesaretine sahibim artık. Çünkü bu projeden sonra, en azından bu dil gizemi, bir dili anlama veya anlamama meselesi arkada kaldı. Artık kendi kültürüme ait olmayan bir şeyin üstesinden gelebileceğimi biliyorum. Bu tecrübeden sonra kendimi daha bir yürekli hissediyorum.

100 yıldır Türkiye’de filmler çekiliyor ama halen “Türk sineması nedir, nasıl olmalıdır?” tartışmaları devam ediyor. Türk sinemasını takip ediyor musunuz? Başarılı bulduğunuz filmler nelerdir?

İmkânım olduğu kadar takip etmeye çalışıyorum, çünkü Saraybosna’da tek bir şansınız var, o da Saraybosna Film Festivali, onun haricinde sanat filmlerine ulaşmak çok mümkün değil. Başka film festivallerine katıldığımda genellikle çok fazla çalışıyorum ve vaktim olmuyor fakat bazı çok hoş çalışmalara denk geldim. 7-8 sene önce Türk sinemasının büyüyen bir sinema olduğunu hissediyordum ve uluslararası ilginin odağında olduğunu görmüştüm, keşfedilen bu hikâyeleri beğenmiştim. Şöyle bir durum da var; Romen Sineması’nda, hatta Balkan Sineması’nda tüm filmler birbirine benzemeye başladı. Ve ben bunun bir tuzak olduğunu düşünüyorum. Çünkü sinemadaki estetik çeşitliliğin, farklılığın güzel olduğunu düşünüyorum. Şu anda Türk sanat sinemasında da kadın sesleri görüyorum ki bu çeşitliliği ve farklılığı getirecektir ve bu beni çok mutlu ediyor. Yeni neslin de çok sağlam geldiğini görüyorum. Bunun da film setlerindeki yaklaşımı değiştireceğini düşünüyorum. Bu Bosna’da gerçekleşti. Örneğin; Yugoslavya’da sürekli diktatörümsü erkek yönetmenler görüyordunuz fakat bu yeni nesil, özellikle yeni nesil kadın yönetmenler film yapımının ruhunu, atmosferini değiştirdiler. Bunun Türkiye’de de gerçekleştiğini görüyorum. Bu bağlamda bunun gerçekten geleceğin sineması olduğuna inanıyorum, umuyorum. Ticari sinemanın sanat sinemasını öldürmeyeceğini umuyorum. Fakat bu tehlike her yerde. Umarım televizyon dizileri ve ticari sinema büyümekte olan Türk sanat sinemasının güzelliğini öldürmez.

Aynı inanç ve duygu birliğinden biri olarak Türkiye dışarıdan nasıl görünüyor? Türkiye hakkında beklentileriniz, fikirleriniz nelerdir?

Türkiye ile uzun bir geçmişim var, bu benim ilk münasebetim değil. Savaştan sonra Türkiye’ye ilk gelişim öncesinde Yugoslavya’daki Türkiye intibası çok kötüydü çünkü bu bence propagandanın bir parçasıydı. Türkiye’ye gitmeyin, kötü olur gibi. Benim ilk gidişimde ailem dehşete kapılmıştı. “Aa, ne? Türkiye mi? Emin misin?” gibi tepkileri oldu. Fakat ilk geldiklerinde “Her şey yalanmış!” dediler ve sonrasında her yıl gelmeye devam ettiler. Son 14-15 yıldır bir turist olarak, festivale katılan bir film yapımcısı olarak, Türkiye’ye her geldiğimde Türkiye’nin farklı dönemlerine şahitlik ediyorum. Bence Türkiye bulunduğum en güzel yerlerden biri. Bu film boyunca hangi ülkenin Türkiye’de olanlara sahip olduğunu düşündüm durdum ve dağları, gölleri, sahilleri olan bir benzerini bulamadım. Ve bence bu imkânların, güzelliklerin çeşitliliği çok değerli ve umarım ki insanlar bunu muhafaza ederler ve daha çok keyfini çıkarırlar. Ayrıca günümüzde -sadece Türkiye’de değil her yerde – eksik olan şey iyimserlik. Bosna’da her gün bunaltıcı şeyler duyuyorsunuz ve ben kendimi, kendi iyimser dünyamda yaşayarak bundan korumaya çalışıyorum. Ve bu şekilde yaşamaya çalışıyorum. Türkiye’de çok fazla güzellik görüyorum. Burada mesele bakış açısı, neyi ararsanız daima onu buluyorsunuz. Sinemada da durum böyle, eğer karakteriniz bunaltıcı/depresifse filminiz de karanlık olacaktır. Karakteriniz canlı ise bu filminize de yansıyacaktır. Burada çoğunlukla güzel şeyler buldum. Hakikati nedir bilmiyorum ama bu bence ne aradığınızla bağlantılı bir şey. Ve ben daima güzel şeylerin arayışındayım.

Son yıllarda İslam coğrafyasında birçok genç özellikle de kadınlar sinema okuyorlar, film yapmak için çaba sarf ediyorlar. Onlara tavsiyeleriniz neler olabilir?

Kadın yönetmenler hakkında bildiğim bir şey varsa o da çok inatçı oldukları. Kadınlar doğaları gereği pes etmezler. Erkeklere kıyasla bu bizim avantajımız çünkü erkek meslektaşlarımız birkaç engelden sonra pes ediyorlar ve “Bunu yapamayacağım.” diyorlar. Kadınlar ise çok inatçı. Üç yıl, beş yıl sürse dahi o işin peşini bırakmıyor ve yapıyorlar. Kadınları denemekten vazgeçmemeleri konusunda cesaretlendirmek istiyorum ve bunun kolay olmadığını biliyorum. Bir anne olarak -bir ailem var, iki çocuğum var- benim şansım, eşimin görüntü yönetmeni olması. Yani birlikte çalışıyoruz. Tüm insanlar için, örneğin bir erkek olarak seni destekleyecek birine ihtiyaç duyarsın, daha güçlü olabilmek için yakın çevrendekilerin desteğine muhtaçsındır. Dünyayı kendi perspektifimizden, kendi gözlerimizden gösterme konusunda korkusuz olmalıyız, film setinde etrafımızı çevreleyen erkek çoğunluktan korkmamalıyız. Bunu yapabiliriz.

Adorno’nun bir sözü var, “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak da barbarlıktır.” Sanat, sizce acıyı metalaştırıyor mu, sanatın bu yaşadıklarımıza etkisi ne olabilir?

Adorno’nun bu fikrini daha sonra değiştirdiğini düşünüyorum. Başta böyle söylemiş olabilir ama sonrasında böyle düşündüğünü sanmıyorum. “İnsanlar açlıktan ölürken neden film yapıyoruz?” “Fabrikalara ihtiyaç varken neden fuarlar yapıyoruz?” gibi sorular hep sorulur. Eğer yabaniler gibi olmak istiyorsak, o zaman sanat işlerini bırakmalıyız. Fakat insanlar ayrıca maneviyat tarafı olan yaratıklardır, bu nedenle sanata ihtiyaç duyarız. Sanata ihtiyacımız var. Mesele sanatın bize yardımcı olması değil, sanatın insanoğlu için temel bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. O yüzden insanlar açlık çekerken sanat olur mu diye bir soru olmamalı. Kötü bir durumda olduğumuz için kitap yazmayı ve kitap okumayı bırakmamalıyız. Bunu biliyorum çünkü Saraybosna kuşatması sırasında yiyecek hiçbir şeyimiz yoktu. Hayatlarımız tehlikedeydi. Fakat fuarlara, konserlere katılıyor, filmler yapıyorduk. Bu bizim itibarımızı geri getiriyordu. İnsanlar olarak bizden bunu alamadılar. Eğer sanatı işe yaramaz bir şey olarak görürsek, ticarileştirilmiş fikirlerin bizi ikna etmesine müsaade edersek – sanatın sadece bir yük olduğu fikri – o zaman korkarım ki içinde yaşadığımız toplum gerçekten “Mad Max” gibi olacaktır. (O da ticari bir film ama harika bir film.) Ama durum gerçekten onun gibi olacaktır. Çünkü hayat nedir ki? Sanat olmazsa çocuklarınıza hayatın ince noktalarını nasıl öğreteceksiniz? Sanat olmazsa çocuklarınız diğer kültürlerle nasıl tanışacak? Sanatın başkalarıyla tanışmanın, kaynaşmanın en iyi yolu olduğunu düşünüyorum. Bu da ancak sanat aracılığıyla olur. Bu insanlar için taş devrinden beri var olan bir şey, duvarlara bir şeyler çiziyorlardı. Yani bence sanatın işe yarar veya işe yaramaz olması, ne yaptığımız, bunu yapmamız veya yapmamamız gerektiği gibi şeyler söz konusu bile olamaz. Bu zor ama hayatta kalmalıyız. 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 28.sayısında yayınlanmıştır.