Onur  Caymaz

Üniversitede Hakkarili bir arkadaşım vardı: Veysi. Şiire tapan, suskun bir çocuk. Ben de farklı değildim ya, o daha başkaydı. Büyülüydü diyeceğim neredeyse… Son Istanbul’u ondan alıp okumuş, “ÇC” (Çukurcuma demek olduğunu bilmiyordum daha) bölümündeki metinlere çarpılmıştım. Bir gün diyordu, buluşmam lazım Mungan ile. Aramızda Mungan’dı hep yazarın adı. Ona soracakları vardı, söyleyecekleri. Sır gibi saklıyordu hepsini.

Çoksatar listelerindeki kitaplarla zaman geçiştiren ortalama okur, genelde Mungan’ı “Yalnız Bir Opera” adlı şiiriyle tanır. Oysa ki bu şiir, içinde bulunduğu Yaz Geçer adlı kitap, onun sadece bir tarafıdır. Büyük rüzgârlı kocaman bir yelpazedir Mungan; tam da Paranın Cinleri’nde söylediği gibi, Batılı bir Mardinli.

Derken Kırk Oda’nın yeşil kapağı… Kapağına Külkedisi’nden düşmüş ayakkabı. Cenk Hikâyeleri’nin en arka sayfasında basılı duran desendeki yazıları, eski yazı bilen bir dostla, gece vakti, votka içe içe çözmeye çalışmıştık. “Baktığım aynalar artık görmüyor beni” diyerek imzaladığı Üç Aynalı Kırk Oda… “Vahşi Siyah Atlar” çetesinin elemanları gibi dağıldığımız dünya, gençlik günleri. Duvarda asılı deri ceket, sabahlara kadar dönüp duran plak, duyarlığın gece mektepleri, avlardan avcılardan arta kalan sahtiyan…

Sonra hep Dağınık Yatak’tan bir sahne… Benli Meryem (Müjde Ar ah), hafif geçkin ama hâlâ çok güzel bir sosyete metresidir. Gençten bir garsona âşık olur. İkinci karşılaşma. Bir arkadaşıyla birlikte çocuğun çalıştığı yere giderler. Meryem rujlu dudaklarına götürür sigarasını. Çocuk sigarayı yakmaya kalkar. Kibritle. Sonra da söndürmek üzere kibriti geri çekecek olur. Meryem yanan kibriti alıp küllüğe atar. Bir süre yangını izleriz. Külden sonra Meryem konuşur: “Bir şey yanacaksa sonuna kadar yanmalıdır…” Mungan’ın hikâyeciliğindeki kilit nokta işte: Kesişmeler, tesadüfler ve çatışmalar. Trajik karşılaşmalar, zorlu diyaloglar, gerilimli atmosferlerde ortaya çıkan yazarlık gücü.

Bir de bir kaset var; Hürriyet Gösteri Dergisi‘nin seksenlerde vermiş olduğu bir şiir kaseti. Orada “Diyalektik Mutsuzlukları seslendirmişti: “Bir uzak sabah denizidir gittiğin kapı / ellerinde rüzgarın taşınmaz çamurları var…” O üniversiteli yıllarda, ne zaman bir arkadaş evinde rakı sofrası kurulsa mutlaka bu şiir çıkagelir, baş köşeye kurulurdu: “Geç olur ki artık onarmaz rakılar / Geç olur bir yaraya rakının dağılması…”

Çoktan bir klasiğe dönmüş Murathan 95’i anmadan olmaz; ondan on yıl sonra çıkan Elli Parça’yı da. Bu soy kitaplar, sürekli kendi planını kuran, kendi yolundan giden, uzun vadeli çalışan, çalışkan bir yazarlık yaşamına işaret eder hep. Kendine göndermeleri olan bir yazardır o. Kendi macerasının tarihçisi.

Bir Garip Orhan Veli’yi yaratarak Orhan Veli’yi kafamda yıllarca Müşfik Kenter gibi canlandırmamı sağlayan da Mungan’dır; o sihirli Mezopotamya Üçlemesi’nin yazarı da… Bana kalırsa yazarın en özgün niteliklerinden biri de oyun yazarlığıdır. Belki biri olmanın gramerini bunca becerebilmesinin, diyaloglardaki hâkimiyetinin sırrı da burada yatıyor.

Önce Kırk Oda, sonra Üç Aynalı Kırk Oda, daha sonra Yedi Kapılı Kırk Oda. Kapıların ve masalların söyleyicisidir Mungan. Onda hem Doğu’nun masallarıyla dervişleri bir aradadır hem de Batı’nın punk’ıyla Metal’i (unutulacak şiir kitabı mıdır Metal).

Öyle ki eski bir dosttur tüm yazdıkları, günü gelir herhangi bir kitabının bir yerine, orayı okuduğunuz ilk güne dönmek istersiniz. Şimdi yıllardır göz atmadığım Kaf Dağının Önü’ndeki “Pamukçuklar” adlı hikâyesi geliyor aklıma. Kitaplığa gidip bakmalı. Düşerken bir söz, bir dizeyle okurunun elinden tutan bir yazardır Mungan.

Sözünü ettiğim arkadaş, Veysi, doksanların puslu ortamında bir varmış bir yokmuş dercesine kaybolmuştu ortadan. Bir gün yazarı bulup ona ne zaman intihar edeceğini soracaktı, son görüşmemizde kantinde çay içerken söylemişti. Ardından memlekete gitmiş, oradan dağa çıktı diyenler oldu. Bir daha hiç görüşmedik. Ne iyi ki Mungan halen yazıyor. Umarım o da okuyordur yazdıklarını…