Barış Saydam

Ayşen Gruda, Zeki Alasya’nın vefatından sonra, bugün her evden bir cenaze çıktı, demişti. Sanıyorum aynı şey Münir Özkul için de geçerlidir. Yaşı biraz daha evvel zamanlara uzananlar onun tiyatrocu kimliğini bilir, şanslı olanlar sahnesine de şahit olmuştur ama yaşı yetmeyenler de en azından Arzu Film hesabına çektiği filmlerdeki karakterlerine aşinadır. Özkul hafızalarımızda tuluat gösterilerinden, “Kanlı Nigar” oyunundan, “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” oyunundaki Tomas Fasülyeciyan tiradından çok “Mavi Boncuk”taki Yaşar Baba, “Hababam Sınıfı”ndaki Kel Mahmut ya da “Bizim Aile”deki Yaşar Usta rolüyle yer eder. Ancak Kel Mahmut’a, Yaşar Usta’ya gelene kadar Özkul uzun ve zorlu bir yolculuktan geçmiştir.

1940’larda Bakırköy’deki Miltiyadi Sineması’nda film izlerken sinemacılık çoktan Özkul’un kanına girmiştir. 1940’ta Bakırköy Halkevi temsil koluna kayıt olur. Amatör de olsa tiyatroculuğa henüz on beş yaşında başlar. Oyunculuğa olan gönülden bağlılığına karşın, Özkul’un büyük bir dezavantajı vardır; topluma uyum sağlama, göz önünde olma ve rahat davranma konusunda büyük sorunlar yaşar. Bu yüzden de küçük yaşlarda alkole başlar. Sahne korkusunu ancak alkol alarak yenebilir. Uzun süren lise hayatı ve çeşitli iş deneyimlerinden sonra Sadık Şendil’in de tavsiyesiyle Ses Tiyatrosu’na girer. Ancak hâlâ Özkul yeteneğinden ve kendisinden emin değildir; başarısızlık korkusunu bir türlü aşamamıştır. Beyoğlu’nda Ses Tiyatrosu’ndaki temsili bittikten sonra bir ritüel canlandırırcasına her akşam Sirkeci Garı’na doğru yürür. Yolda sık sık, nasıl oldu da oyunu başarılı bir şekilde oynadım, diye kendi kendini sorgular ve ağlamaya başlar. Topluluk önüne çıktıkça alkol problemi daha da artar.

1950 yılına gelindiğinde Özkul tiyatrodan ayrılmış, iş aramaktadır. Çocukluğunda okulu kırıp Şehzadebaşı’ndaki sinemalarda birlikte film izlediği en yakın arkadaşı Sırrı Gültekin yardımına koşar. Yeşilçam’da asistanlık yapan Gültekin’in yardımıyla Özkul “Vatan ve Namık Kemal” filminde figüranlık yaparak sinemaya adım atar. Çok sonraları filmdeki ufacık rolü için Gültekin, rol ufaktı ama Münir çok büyüktü, diyecektir. 1950’lerde Türk sineması hareketlenirken, Özkul da dönem filmlerinde figüranlık yapmayı sürdürür. “Üçüncü Selim’in Gözdesi”, “Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan”, “Lale Devri ve Barbaros Hayrettin Paşa” derken, 1951’de Muhsin Ertuğrul’un açtığı Küçük Sahne’de temsillere katılır. Tiyatroda yeni yükselen yıldızlar arasındadır, parlak bir kariyer Özkul’u beklemektedir.

Sinema sektörü de günden güne güçlenmekte, sektöre yeni yönetmenler, yeni oyuncular ve yeni şirketler girmektedir. O sıralarda en önemli şirketlerden biri durumundaki Atlas Film, “Laurel ve Hardy”nin başarısından etkilenerek yerli bir uyarlamasını yapmak ister. Komedi ikilisinden biri Vasfi Rıza Zobu’dur. Zobu’nun karşısında ise Özkul yer alır. 1960’larda sinema filmleri sanatçının hayatında ağır basacaktır. Fakat Özkul’un sahne korkusunu bastırma çabası, başarısızlık paranoyası ve alkol sorunu gittikçe artmaktadır. Özkul tedavi olmak için en sonunda Bakırköy Akıl Hastanesi’ne yatar. Üç ayda 38 kilo vermiştir ve toplamda on bir defa akıl hastanesine girip çıkmıştır. 1965 yılının Mart ayına kadar tedavi süreci devam eder.

Özkul’un yeniden sahneye dönüşünde Altan Karındaş’ın teklifi de önemlidir. Karındaş’ın teklifiyle birlikte Özkul Arena Tiyatrosu’nda temsillere katılmaya başlar. 1968 yılının Nisan ayında Arena Tiyatrosu’nda Sadık Şendil’in “Kanlı Nigar” oyununa başlarlar. Özkul Abdi karakterini, Karındaş da Kanlı Nigar’ı oynamaktadır. Oyun inanılmaz bir ilgi görmekte, seyircinin ilgisi karşısında yeni temsiller yapılmaktadır. 17 Nisan 1968 tarihinde oyunun dördüncü temsili sahnelenirken, Özkul’un ustası da izleyiciler arasındadır. Sahne biter, oyuncular kulise geçer. Kuliste İsmail Dümbüllü, Özkul’un yanına giderek onu öper ve tebrik ederek kendi kavuğunu ona takdim eder. Bunun vasiyeti olduğunu, Kel Hasan’dan kendisine geçen kavuğun yeni sahibinin o olacağını söyler. İki gün sonra aynı olay bu sefer sahnede tekrarlanır. 19 Nisan 1968’te, Arena Tiyatrosu’nun sahnesinde kapalı gişe oynayan “Kanlı Nigar” oyunundan sonra tarihi bir an yaşanmaktadır. Osmanlı geleneksel temaşa sanatlarının en büyük ustalarından kabul edilen Kel Hasan’dan öğrencisi İsmail Dümbüllü’ye geçen kavuk, bu sefer de Dümbüllü’den Özkul’a geçmektedir. Sahnede, bunu senelerdir ben taşıdım, bundan sonra da sen taşıyacaksın, derken herkesi yıllarca güldüren Dümbüllü usta gözyaşlarını tutamaz. Onunla birlikte tiyatrodaki tüm oyuncular gibi Özkul da ağlamaktadır. Seyirciler sessizlik içerisinde olan bitene gözyaşlarıyla eşlik ederken Özkul da ustasının elini öperek kavuğu onun ellerinden alır.

Tiyatroda yol alırken Özkul, Kel Hasan’ın, Dümbüllü’nün, Hazım’ın, Zobu’nun, Ertuğrul’un öğrencisiyim, herhangi bir oyundaki bir rolü oynarcasına Kavuklu’yu oynamak değil, Kavuklu olmak istiyorum, diyerek o günlerde hedefini açıklamıştır. Dümbüllü’nün devrettiği kavukla birlikte Özkul artık o yolun bir parçası, eskilerin tabiriyle şehr-i komiklerin son halkası olmuştur. Uzun ve gelgitli bir yolculuktan sonra Özkul artık aradığı ve ulaşmak istediği yerdedir. Ancak 1970’lerle birlikte Özkul’un ikinci sinema dönemi de olgunluğa erer ve Arzu Film ekibi içerisinde tiyatroda herkesi güldüren, kavuğu Dümbüllü’den devralan Özkul sinemada da hak dağıtan, halkı ve hakkı savunan öğretmen ve aile reisi rollerinde insanlara geçmişin unutulan değerlerini hatırlatan bir figüre dönüşür. Bugün belki de çoğumuz Münir Özkul’u Kel Mahmut karakteriyle ya da turşucu Yaşar usta rolüyle hatırlarız. Ailesini bir arada tutmak için fabrikatörlere giriştiği mücadeleyi, Hababam Sınıfı’ndaki çocukları kırmadan, incitmeden eğitmeye çalışmasını takdir ederiz. Ancak önemli bir nokta var ki, Özkul’u büyüten ve besleyen geleneksel Türk tiyatrosudur. Münir Özkul da Kel Hasanların, Dümbüllü İsmaillerin ahfadından bir şehr-i komiktir. Artık onların dönemi de onlar da yoktur. Onların seyircisi de kalmamıştır. Ama Fasülyeciyan’ın tiradındaki gibi tiyatro sahnelerinde replikleri sabahlara kadar fısıldaşarak duyulmaktadır. Dilden dile yayılmakta, yok olup giden bir kültürün izlerini saklamaktadır.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 29.sayısında yayınlanmıştır.