Murat Başekim, fantastik korku türünün genç yazarlarından biri. Son kitabı Hayal Et Hikâyeleri, İletişim Yayınlarından çıktı. Yine bu yıl çıkan romanı İskit (Hyperion Kitap), epik nitelikleri olan bir tarihi romandı. 2012’de İletişim Yayınlarından çıkan DG ise 19.Yüzyıl sonunda yaşadığı farz edilen Deli Gücük isimli, kargalarıyla birlikte dolaşan ve öcüyü andıran yarı mistik bir kahramanın hikâyelerinden oluşuyordu. Başekim, türe hakimiyeti kadar dil becerisiyle dikkat çekiyor. Yazarla edebiyat dünyasının lanetlenmiş türlerini, ilham kaynakları ve dünya algısını konuştuk.

Söyleşi: Serap Uysal

 Türkçe edebiyatta fantastik, korku ya da bilim kurgu hafif ya da ağır üvey evlat gibi, çok önemsenmiyor sanki. Buna karşın üretilenler de hayli çeviri gibi duruyor. Dile ve yerele ilişkin donanımları bana kalırsa çok da dikkat çekici değil. Bilmiyorum bu yoruma katılır mısınız?

Benim naçizane görüşüm şöyle: bu türler öncelikle dünyada tehlike sinyalleri veriyor. “Paranormal Romance” diye bir tür çıktı, kitapevlerinde koca rafları falan kaplıyor hem de… Bu kitaplarda keyifsiz genç kızlar, türlü doğaüstü yakışıklılarla karşılaşıp onların ilgisini, aşkını ve bazen de marifetlerini kazanıyor. Facebook’ta iblis arkadaş ekliyor, vampirlerle selfie çekiyor falan. Yani biraz karartılmış pembe dizi. Bence bu formüle ve fabrikasyon kitaplar yıpratıyor üretimi. Oysa “Para-normal Romans” değil “Edebilik-normal Romans” yazılmalı. Onun dışında galiba bir de beslenme meselesi var: benim kuşağım sinemada Luke Skywalker’ı yakalama şansına erişmişken, bizden sonrakiler Jar Jar Binks’e maruz kaldı. Belki bununla ilgilidir. Yine de, bizde, konusuna akademik düzeyde hakim, bilgili, güçlü kalemler de var diye düşünüyorum. Sadece hevesli, seçici bir okuyucu olarak bunları söylüyorum bu arada. Ahkam kesmek istemem.

 Sizin çıkış noktanız ne? İyi edebiyatla ilgili ölçünüz ne? Şöyle de sorabilirdim, roman ya da hikâyede sizi ne heyecanlandırıyor?
Benim için bir hikâyenin ruhumda tınlaması, yankılanması önemli. Kalıcılığı, yuvalanması… Ama bunun sihirli reçetesi nedir bilemiyorum. Sanırım bir de artan bir ivme; serüven unsurlarında bir tırmanış. Ve tabii ki atmosfer. Karakter ya da olay örgüsünden ziyade atmosfer-hikâyelerini seviyorum.

Genel olarak Hayal Et hikâyelerinin ortak teması nedir diye sorsam.
Kitabın temasına, isminde belli belirsiz rastlayabiliriz: Hem doğaüstü tınılı o geleneksel ‘hayalet hikâyeleri’. Hem hayal gücü gerektiren, okuyucudan ‘hayal et’mesini isteyen, gerçeküstü fantastik hikâyeler. Hem de et ve ruhtan oluşan biz insanların, insanlık hallerine dair tuhaf, hayali hikâyeler olarak ‘Hayali Et yani insan hikâyeleri’ diyebilirim. Bu üç tematik sütun üzerinde duruyor kitap.

Görünenin ötesi, süregelen hayat, estetik dayatmaları, burçlar, iktisat ve para hırsı…Pek çok eleştiri var kitapta… Bazen bir eleştiri, bazen bir alternatif ve bazen bir öfke gösteriyorsunuz… Nedir alıp veremediğiniz bu dünyayla?
Muhteşem soru. Zevkle cevaplayayım. ‘Bu dünya’ denen kavramın, nesillerden nesillere defolarla aktarılan kusurlu bir sistem olduğunu düşünüyorum. Hani Plato demiş ya “İnsan icadı hiçbir şey önem taşımaz.”diye. Biraz öyle hissediyorum. Kültür denen tutum-reflekslerinin samimi olmayan, sığ akımlarla örüldüğünü düşünüyorum. Dünyaya sonsuz potansiyelli bir insan geliyor, sonra da ömrünü cep telefonlarından, arabalardan bahsederek geçiriyor. Çünkü yetişme çağında evrenimizin sınırları bunlarla örülüyor. Cep telefonları ve arabalar aslında buzdolabı ya da tıraş makinesinden farkı olmayan alelade makineler; ama kültür onlara değer yüklüyor. Bize de bunu telkin ediyor. Kof rol-modeller sunuyor. Böylece yapmacık makineler ve yapmacık duruşlar ediniyoruz. Sosyal medyadan da hoşlanmıyorum. Kitlesel akımlar aklıma yatmazsa dahil olamıyorum. Ama yanlış anlaşılmasın; elitist burjuvalık falan yapmıyorum. ‘Pasta yesinler’ demiyorum. Ama keşke daha çok okusalar diyorum. Kültür denen o topluca çiğneyip paylaştığımız tadı kaçmış sakız ile derdim. Bazen gülüyorum, bazen de söyleniyorum. Kitleler birbirinin klonu olmasa keşke diyorum. Gene mi FB-GS, gene mi cep telefonu, gene mi ayakkabı sohbeti falan diyorum. Dünyaya sonsuz potansiyel ile gelip, ömrümüzü cebe ve vitrinlere bakarak harcıyoruz. Ve medya çağında sunduğumuz kimlik ambalajına tam olarak güvenemiyorum. Bir şeye üzülünce ben içimden üzülürüm, sosyal medyada ortalık yerde üzülmem ki. İnternete giremeyecek kadar üzgün olurum. Ya da politik olarak bir cepheye kızarsam onu her gün yad etmem. Tekrar tekrar her gün saydırıp, onu internette anıp niye daha da sinir olayım ki? Bu arada haksızlık ediyor olabilirim; bunu samimi olarak yapan insanların da fikrini almak lazım tabii. Bakalım onlar bana ne diyecek. Ve bu arada çok da kızmıyorum aslında; yapacak bir şey yok.

Hikâyelerinizde iki ilgi çekici karakter var. Biri ilk kitabınızdaki DG diğeri de Demir. Karakter dedim ama kahraman mı demeliydim?
DG, yani Deli Gücük, 2000lerin sonunda, bir çizgi-roman projesi için Levent Cantek tarafından yaratılmış bir karakter. Levent Abi, bizlerle (bir grup senarist ve çizerle) karakterini paylaştı, hep beraber öyküler anlattık ve üç DG çizgi-roman albümü çıkarılmasını sağladı. Benim yazdığım yedi öyküyü bir de kitap olarak yayımladı ‘DG’ adı ile. Demir ise benim karakterim. Bunlardan ikisi de bir noktada kahraman, evet. Ama benim yorumladığım hali ile DG, daha koyu, yabancı, tanımlanamaz bir güç. Öcü olarak betimledim genelde, hep uzakta tuttum. Dolayısıyla “karakter” olarak çok tanımlanmadı (benim yazdığım hikâyelerde en azından). Doğru olanı yapma bakımından ise, yine bir garantisi yok. Kötü bir canavar olarak betimlendiği öyküler oldu. Ama ürkütücü bir kurtarıcı olarak da gördük elbet. Diğer tarafta ise Demir biraz daha tanımlı. Daha çok tanıma fırsatı bulduk onu. Ve bir de biraz daha klasik kahramana yakın. Perişan da olsa, doğru olanı yapıyor. En azından benim gördüğüm hali ile iki profil böyle.

Erkeklik meselesine kafa yoruyorsunuz. Demir’in durumu, DG’nin ilk hikâyesindeki hadım edilme sahnesi geliyor akla. Rahatsız edici bir eksiklik sizin için hikâyeyi ya da karakteri sürüklemek için yeterli mi?
Bu soru iyi oldu. Hazır fırsatını bulmuşken durumu tam açıklayayım: DG’deki ilk hikâye, 2003’lerde yazdığım Demir öykülerinden sonra yazıldı aslında. Yani DG’deki o malum öyküde, kendimden—daha evvelki bir hikâyemden malzeme kullanmıştım; zira Demir’lerin bir gün basılacağını hiç düşünmüyordum. Kendi mutfağımdaki acı sosları geri-kazanım yapayım, fikirlerimi bozdurup bozdurup kullanayım demiştim. Hatta sadece onu değil, Demir’lerdeki başka yaklaşımları da DG öykülerinin ilk dalgası karanlık Anadolu atmosferi vs. için re-cycle edip kullandım zaten. Peki nereden geliyor bu? Hemingway’i ve üslubunu hiç sevmem ama bazı tematik yaklaşımları ilginç geliyor: Ölüm karşısındaki erkek kaygıları sızıyor öykülerine. Hep muktedir kahramanlara alıştığımız için, emsalsiz bir zayıflık, karakteri sürükler ve belki yakın hissettirir diye düşünmüştüm. Ve esas bir de okuduğum bir kitaptan da faydalandım; Osmanlı’da, haremağalarına dair bir incelemede, bu işlemin nasıl yapıldığını öğrenince dehşete düşmüştüm; çarpıcı ve ürkütücü gelmişti. Sanırım, kendim de dahil, okuyucu erkeklerin en temel korkularına hitap etsin istedim. Daha o zaman not almıştım “bunu mutlaka kullanayım bir yerlerde” diye. Tabii bunun imzam haline geleceğini düşünmemiştim (Gülüyor).

Yeni bir çalışma var mı tezgahta? Yazmak istediğiniz, yazdığınız bir şey…
Bu yaz, iyi bir şeyler yapmak istiyorum. Madem adı yaz, ben de yazayım bari diyorum. Ama titizce ve uğraşarak… Çok değerli insanlar sayesinde, hayal ettiğim kitaplara, hayal bile edemeyeceğim biçimde kavuşmuş oldum; üçüncü kitabım doğum günümde çıkıyor… Bir hikâyede buna rastlasam, ‘hiç gerçekçi değil’ derdim. Kısacası, baştan beri beni desteklemiş, minnet duyduğum insanların, güvenlerine layık olmaya devam etmek istiyorum. Şımarmadan, bozmadan, doğru dürüst bir şeyler üretmek istiyorum. Ne olur bilmiyorum, ama “paranormal romance” olmayacak tabii ki.

babilcomdanalabilirsiniz


Hayal Et Hikâyeleri – Murat Başekim

İletişim Yayınları

HAYALET