Röportaj: Erkan Şimşek, İsa Karaaslan, Yunus Emre Tozal, Ümit Yaşar Özkan

Çağdaş romanımızın büyük ismi Murat Uyurkulak ile hem son romanı Merhume’yi hem de yazarlık serüvenini konuştuk. Uyurkulak için söylenecek çok söz var ama özetlersek: Yaşadığı hayatın kendisini getirip bıraktığı yerdir onu romancı yapan. Sert yaşanmışlıklardan yonttuğu ama kasten rötuşlamadığı romanları ve oyun oynayan diliyle Uyurkulak, tahkim ettiği bölgede şimdilik tek başına duruyor.

Alessandro Baricco, Öfke Şatoları kitabında okumayı eşsiz bir merhem olarak tanımlıyor ve devam ediyor: “O büyük korkunun açtığı yaraları sarmak için yazının değişmez kesinliği. Pencerenin zorla kabul ettirmek istediği sürekli değişen, hayal meyal seçilebilen görüntü selinden kaçmak için satırların küçük dönemeçlerinde gözün, güvenilir ve kestirme bir yol bulması.” Sizin de okumaya dair “İnsanın hayata karşı bir sıkıntı hissetmesidir,” bakışınız var. Okumak, sıkıntılardan bir kaçış mıdır yoksa bir çıkış yolu aramak mıdır?

Her ikisi de… Hiçbir kaçışa veya çıkış yoluna gerek duymaksızın kendine ait bir dünya inşa etmek ve orada maceralara kapılmak için de okur insan.

Başkalarının dünyasını anlamak için okur. İyileşmek için okur, hastalanmak için okur. Sadece oyalanmak için, eğlenmek için, ağlamak, gülmek, korkmak, titremek için de okur. Neticede, her ne için olursa olsun, okumak paha biçilmez bir tecrübe ve dünyanın en güzel mesaisidir.

Okumak mağlupların işidir, diyorsunuz. Yazmak da öyle mi?

Bir nevi öyle… Alakasız gibi görülebilir ama bizim Umay Aktaş Salman en başarılı il ile ilgili bir haber yapmıştı ve o haberde en başarılı il Tunceli çıkmıştı. Bu çok manidar, hep öyleydi zaten. Bana çok manidar geliyor, tam anlamıyla söylediğim şey bu işte… Ne yapsın başka? Dört taraftan kuşatılmış, dört dağ içinde okumaktan başka ne yapsın yani? Sadece dağ anlamıyla değil, Alevi kimliğinle, Kürt kimliğinle, Ermeni kimliğinle… Nereden tutsan çemberin dışında kalıyorsun. Evet, okumak mağlupların işidir. Okumak dışında çaresi yok yenilenlerin…

Edebiyat hem okur için hem de yazar için aynı zamanda bir ayna görevi üstleniyor; siz yazar olarak yazarak keşfediyorken bizler okur olarak aynanın karşısına geçiyoruz. Peki, edebiyatı bir zırh gibi görmek mümkün müdür; biraz daha açarsak edebiyat bir sığınma yeri oluşturabilir mi?

Zırh, kaçış, sığınak vb. kelimeler biraz ağır olunca ben ürküyorum açıkçası. Sanki edebiyata taşıyabileceğinden fazla bir yük bindiriyormuşuz gibi… Ben daha ferah bakmaktan yanayım, edebiyatı olduğundan daha yapay, daha “hayatın bir parçası” olarak, hayatın içinde tasarruf ettiğiniz bir şey olarak görmekten yanayım. Bu, kesinlikle hafifletmek değil ama şunu söyleyebilirim: Edebiyattan bir sığınak inşa edemeyiz. Onu bir kaçış alanı olarak da göremeyiz, hepsinin bir bileşimidir edebiyat. Sonuçta insanın türlü türlü hâli var, gençken atılgansındır, ardından bir anda -Allah korusun- yatalak olabiliyorsun, ya da anksiyeten vardır başka başka rahatsızlıklar bir anda ortaya çıkabilir. Bu gibi durumlarda evet belki sığınak olabilir; sığınak inşasına izin verebilir ama bunun dışında örneğin biz şimdi burada oturup çay içiyoruz, hepimiz farklı farklı evlerden ve çalışma hayatlarından buraya gelip toplandık. Çayları içiyoruz, birazdan ücretini ödeyeceğiz, bitince başka yerlere gideceğiz, hayat tüm hızıyla devam edecek, işte Erkan kardeşimizin çocuğu olmuş, ağlaması var, eve gidince onunla ilgilenecek, şusu var busu var. Bu sistemin içerisinde bir sürü etkenle ve doneyle böylesine yaşıyorken edebiyat bize bir içimizin olduğunu, ruhumuzun olduğunu, sadece yasalara, maddelere, adına kapitalizm denen alçakça şeye mahkûm olmadığımızı fısıldayabilir; özgürlük yollarını bulmamızı sağlayabilir; içimizdeki karanlıkla yüzleştirebilir… Edebiyat dünyayı kurtarır mı, asla kurtaramaz. Ama ruhları terbiye ederek, onları asilleştirerek, yücelterek, yoğunlaştırarak bir sürü bakış kazandırabilir. Bu bakışlar günün birinde inşallah bir araya geldiğinde örgütlü bir ezilenler, çaresizler gücü oluşturabilirse sistemin aksayan yönlerini değiştirmeye katkıda bulunabilir.

Tol kitabınızdaki o beyaz bayrak sahnesi geldi gözümün önüne…

O kızıl, siyah bayraklar bir yerde siliniyor ve o beyaz bayrak kalıyor. Bir de şunu da biliyoruz. İnsanlığın kurtuluşu ve özgürlüğü iddiasıyla yola çıkanların arpa üretimi artsın diye kitap yazdırdığını, şiir yazdırdığını biliyoruz. Bildiğimiz bir tarihten geliyoruz, kimsenin bayrağı temiz değil. Kirli bayraklarla dolu bir dünya… Proletkült’ten de bahsetmek isterim. İşte Sovyetler Birliği’ndeki tüm o politikalar, uygulamalar vb. o işler o kadar olmuyor…

Romanla başladınız yazmaya ve romanlar, hikâyelerle devam ediyorsunuz. Şiirle ilgilendiniz mi hiç?

Ben şiir de yazdım. Ama ısrar etmedim, bir zaman karşıma devrimci bir abi çıkıp; “Ya sen biraz daha devam et, baktın olmadı…” deyince bıraktım. (gülüşmeler…)

Orhan Pamuk da şiirle başlıyor. Şiir yazamadığı için romana devam ediyor.

Doğrudur, bilmiyordum.

Üslubunuzda bir sahicilik ama aynı zamanda bir oyun var gibi, edebiyat ve oyun denklemini nasıl kuruyorsunuz?

Onu ben de bilmiyorum. Yazma sürecinde oluşan bir şey. Yazmanın hazzı da orada, sonunu bildiğin bir şeyi niye yazasın ki? Yazma süreci beni alıp götürüyor, ben de sizler gibi kitap bittiğinde nerede olduğumu fark etmeye çalışıyorum.

İlk kitabınız Tol, “Devrim, bir ihtimaldi ve çok güzeldi,” cümlesiyle başlıyor. Sunay Akın, “Temiz kalan tek yerdir devrim,” diyor. Temiz kaldığı, çocukluğun içinde barındırdığı saflığı ve kirlenmemişliği çağrıştırdığı için mi devrimin ihtimalliği güzel? 12 Eylül’ün çocukluğunuzla olan ilişkisini düşünürsek ümidi, yani o ihtimali kaybetmek nasıl bir duygu, hayatınıza nasıl tesir etti?

Devrim her zaman bir ihtimal ve zaten güzel tarafı da bu. Devrim bir kez başarıya ulaştıktan sonra ona artık devrim değil, iktidar diyoruz. İktidarı, “muktedir olmadan” elde tutmak ise epey zor iş. Bir ihtimalken devrimin yarattığı umutlu, taze, canlı ve iyi olma hâlini iktidarken nasıl sürdürebileceğimiz… Asıl üzerine düşünmemiz gereken şey bu. 12 Eylül ile ilgili meseleye gelirsek, ben umudumu kaybetmiş değilim. Tabii ki o saf, alık, temiz çocuk değilim artık, kartlaştım, kaşarlandım, kayışlaştım, ama devrim umudum baki. Zaten ya devrim ve sosyalizm ya da barbarlık ve yok oluş. Dünyanın kapitalizmin tahakkümüyle geldiği nokta başka bir seçenek bırakmadı insanlığa.

İlk çocukluğunuzun geçtiği Aydın’daki Gölcük köyünden Diyarbakır’daki zamanlarınıza ve İstanbul’a çeşitli kırılma anları yaşadınız. Bu kırılmaların sizin şimdiki okur-yazarlığınıza etki ettiği muhakkak. Sizi özellikle etkileyen kırılma anlarından birini bizle paylaşabilir misiniz?

16 buçuk yaşındayken, boşanma arifesindeki annemle babam kavga ederken kapıyı vurup evden çıkmam. Bir daha geri dönmedim…

Yazdıklarınızda bir gerçeklik tarafı var. Hatta yer yer rahatsız edici bir gerçeklik… Bunu Zeki Demirkubuz’un filmlerinde de görebiliyoruz. Sizin sayfalarınızdan da keskin kokular geliyor, bu gerçeklik tarafınızı neye bağlıyorsunuz?

Öncelikle herkes yaşadıklarını yazmak zorunda değil, ben de yaşadıklarımı tamamen yazmadım zaten. Ben de bir kolejde okudum örneğin, ama ne oldu, az önce de belirttiğim gibi bir kırılma anı oldu. 16 buçuk yaşında evden kaçınca komicilik, garsonluk vb. hizmet sektöründe ne iş varsa çalıştım o dönem. Oteller, restoranlar, birahaneler, meyhaneler… Şiddetin çok çıplak görüldüğü yerlerdi buralar, epey bir süre üst tarafı otel alt tarafı pavyon olan bir yerde çalıştım. Şiddetin her türlüsüne kendim bulaşmasam bile -kendim de bulaştım bu arada, çoğunda da dayak yedim tabii ki- muktedirin çalışana değil, çalışanların birbirlerine yaptığı şiddeti fark ettim, bu inanılmaz bir şeydi… Patron gelip de bir tane çakarsa o kadar şaşırmazsın ama bir garson bir garsona çakarsa tedirgin olursun, tüylerin diken diken olur. Merhume’de tüm garsonların kaybolduğu hikâye, gerçek bir hikâyedir. Benim tanık olduğum dünyayı yazıyorum, öyle yaşanıyor çünkü… İstanbul’a gelince “seçkinleştim.” Gazeteciliğe bulaşınca o dünyadan uzaklaştım.

Dostoyevski’nin hasta bir yazar olduğu malum. Romanının ve üslubunun ortaya çıkmasında Dostoyevski’nin bu aşırı bozuk hâlinin belki de pozitif etkisi var, çünkü tasvir edeceği realitenin kendisi bozuk… Sağlıklı bir yazar büyük romanlar yazabilir mi? Siz “Akıllı insan yazmaz. Hele roman hiç yazmaz,” diyorsunuz…

Elbette yazabilir. Büyük romanlar sadece huzursuz ruhların, karışık zihinlerin, velhasıl kaçıkların işidir, diye bir kaide yok. Ama bir parça deliliğin de zararı olmaz, faydası olur. Benim “Akıllı insan yazmaz”dan kastım, yazma mesaisinin ağırlığı, ciğer söken meşakkati, insanı daimi bir suçluluk ve tedirginlik hâlinde tutan, sürekli özgüven krizleriyle boğuşmasına yol açan zorluğu. Üstelik yanınızda kimse yok, yardım edecek kimse yok, “Al şunu biraz da sen yaz,” diyeceğiniz biri yok, tek başınasınız.

Fiziki haritayla ilgili yazdıklarınız edebiyatın varlığını da sorguya çekiyor sanki “Fiziki haritayı daha çok severdim, dünya bir bütün olurdu çünkü o zaman. Sınırlar kaybolurdu ve benim için bütün o kesik çizgilerle birbirinden ayrılmış ülkeler varılabilir, görülebilir birer coğrafya hâline gelirdi,” diyorsunuz. Edebiyat, sınırlar oluşunca varlık bulmuyor mu? Fiziki haritayla şekillenmiş bir dünya bize neler anlatırdı?

Sınırsız ve sınıfsız bir dünyanın, sadece fiziki haritaya ihtiyaç duyacağımız bir dünyanın nasıl bir şahanelik olacağına dair bugünden ipuçları verir edebiyat. Adına dünya denen bu gezegenin görülecek, yaşanacak, duyulacak ne çok manzarası, tecrübesi, sesi olduğunu hissettirir. Müzikte de, sinemada da, tiyatroda da bu imkânı bulabilirsiniz, ama edebiyat sadece suretlerimizin değil, ruhlarımızın da bir büyük insanlık noktasında, rengârenk ve hiç bitmeyen bir karnavalda buluşmasını sağlar. Bu açıdan edebiyatın gücü müstesnadır.

İlk iki romanınız Tol ve Har’dan sonra, bir söyleşinizde; “Ben bu dünyada hesabımı Tol ve Har ile kestim,” diyorsunuz. Hikâyelerinizi bir araya topladığınız Bazuka 2012’de, son romanınız Merhume ise kısa bir süre önce yayınlandı. Tol ve Har ile hesap kesilmişken Merhume’yi nereye konumlandırdınız?

Bu dünyayla hesabımı iki romanla kestim, derken beni bekleyen ağır bir tecrübeden bihaberdim. Kırılma diyorsunuz ya, öyle bir kırılma ânıydı ve sonrasında gelen bir cehennemdi. Detayına girmeyeceğim, ama çok canım acıdı, ciğerim kebap oldu, bir yığın hesaplaşmayı da beraberinde getiren bir kırılmaydı bu. Tekrar yazıya sığınmaktan, o hesapları bir bir görmeye soyunmaktan başka yol bulamadım. Merhume işte o hesapların dökümü. “Ben bu dünyayla hesabımı Tol, Har ve Merhume ile kestim,” demeyeceğim, çünkü bunu dediğimde devamı fena oluyor.

Öfke, edebiyatınızda önemli bir yer tutuyor. Öfkeli olduğunuzu açık açık belirtiyorsunuz zaten. Bu yüzden olsa gerek kitaplarınızda intikamlar da bulunuyor. Sherlock Holmes; “İntikam yüzümüzde gülümseme ile servis edilmesi gereken soğuk bir yemektir,” diyor. İntikam, alındıktan sonra da devam eder mi? Merhume bu yönüyle önceki romanlarınızdan biraz ayrılıyor sanki; daha hızlı bir hikâye, sizin tabirinizle “şenlikli”, intikam kitabın merkezinde değil.

Yoksulluktan, yoksunluktan, aşağılanmadan, ayrımcılıktan, velhasıl her kavşağında cehennem ateşlerinin yandığı hayatlardan geçip birbirini bulmuş insanlar var Merhume’de. Bir tür “çete” diyebiliriz onlar için. Ve o çetenin yaptığı bir plan söz konusu. Daha “müstakil” ve “dar alanda” alınan bir intikam bu. Zenginlerden, muktedirlerden, erkeklerden, babalardan alınan bir intikam onlarınki.

Son olarak, okurlarınızla çok güzel bir ilişkiniz var, sıcak, samimi… Sizle sanki arkadaş gibi muhatap olup size öfkelenebiliyor, kızabiliyor, tehdit edebiliyor, sanki kırk yıldır tanıdığı gibi konuşabiliyor. Okurlarla ilişkinizde sizi etkileyen bir şey var mı, okur sizi gerçekten yönlendirebiliyor mu?

Etkilenmemek mümkün değil. Söyledikleri her şey, yazdıkları her metin, yaptıkları her çağrı hepsi etkiliyor beni. Hiyerarşi yok çünkü ben bir yüksek yerde durup aşağıya bakmıyorum. Aynı seviyeden aynı yerden bakıyorum. Hatta “ilişki kuruyorum” tamlaması bile kendi içinde iktidar barındıran bir şey, ben okur-yazar ilişkisi olarak bakmıyorum, insan ilişkisi içerisinde dostluk, arkadaşlık gibi değerlendiriyorum. Oradan bir iktidar inşa etmenin doğru olduğunu düşünmüyorum çünkü. Bu yaklaşımım kimi yerde “şefkat yorgunluğu”na yol açıyor, kimi zaman bir hafta eve kapanıp kimseyle görüşmediğim ve kendimi tedavi ettiğim günler oluyor ama o süreçten sonra hayata aynı şekilde devam ediyorum. Bu, o kadar da kolay bir şey değil… Örneğin, işyerinde “Bu işi sen yap, şu işi sen yap, ben daha çok çalıştım,” gibi düşük tartışmalara tanık olmamak için tüm işi ben yapıyorum. Çünkü o sürece tanık olmak, işi yapmaktan daha çok yoruyor beni…

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 6.sayısında yayınlanmıştır.