Türkiye’de edebiyat, genellikle İstanbul ‘da serpilir ve yaşar, Ankara ve diğer şehirler de katkıda bulunurlar ama bu katkı, sınırlı ve küçük ölçeklidir. Büyük şehirler dışından yazar çıkmadığı gibi anlatılan hikâyeler de metropol dünyasının beklentileriyle geliştirilir. Mustafa Çiftçi ve Bozkırda Altmışaltı bu kuralın yakın dönemde çıkan nitelikli istisnalarından biri. Çiftçi, doğup büyüdüğü şehirde, Yozgat’ta yaşıyor ve Bozkırda Altmışaltı, küçük şehrin insanlarını anlatan hayli neşeli Yozgatlı hikâyelerinden oluşuyor. Mustafa Çitçi’yle kitabını, taşrayı ve kenarda kalmayı konuştuk. 

Söyleşi: Serap Uysal

Arka kapakta iyimser hikâyeler denmiş, doğru mu yazmışlar?
İyimserlik görecelidir deyip topu taca atmak kolay olurdu ama iyi bir cevap olmazdı. Aslında kahramanlarım ağlıyor, ayrılıyor, zarar ediyor ama demek ki atmosfer iyimser geliyor. Doğrusu ben de karanlıktan korkarım. Karanlık kahramanlar, metinler, filmler açmaz beni. Her şey şeker şerbet olsun demiyorum ama her zaman bunalımlı olmak bilmiyorum ama bana pek uymaz. Sonra bunalımlı olmakla mızmız olmak arasında incecik bir çizgi var. O çizgiyi genelde mızmızlanma lehine ihlal ederler. Ben okur olarak nasıl ki mızmızlanma çekemem diyorsam başkaları da beni çekmez ve çekmesin…

Her şeye rağmen ayakta kalmak ilginizi çekiyor, yanılıyor muyum?
Engin Ergönültaş’ın, Minare Gölgesi’nde rastladığım ve şimdi her elma yediğimde aklıma gelen bir sahne var. Romandaki teyze o ağır yoklukta, tekdüzelikte elma yemek için masaya oturur. Elmayı Japonların çay töreni gibi merasime tabi kılarak yer. O bir elma soyumu kadar olan an, beni çok etkiledi. Düşünün bu kadın belki de bilmeden kendine bir zaman ayırarak bir savunma mekanizması geliştirmiş. Elma yerken rahatlıyor. Bize hep anlatılan kahredici yoklukta bile insan bir sızıntı bulabiliyor kendine. Bu güç beni çok etkiliyor. Edebiyat ayakta kalmaya yardımcı olur mu? Meçhul. Edebiyat hiç ummadığım bir zamanda ve hiç ummadığım konuda bana yardımcı olmuştur ve olacağına inanırım. Ve herhalde edebiyatı heyecanlı kılan da bu halidir. Yani nerede ne zaman size bir yardımı olur kestirememek ayrı bir güçtür edebiyat için. Heyecan veren bir güç.

Kitapta epeyce esnaf hikâyesi var. Nedir bu esnaflık? Özellikle esnaf çocuğu olmayı merkeze alalım. Çünkü hikâyelerde esnaf babalar var, çocukları için gelecek hayali kuran babalar ve başka yerlerde olmayı isteyen çocuklar…
Ben memur çocuğuyum. Lojman gördüm. Resmi servislerle daireye gitti babam. Bana bu kadar esnaf hikâyesi nasıl (b)ulaştı bilmiyorum. Ama esnaf deyince aklıma, “para kazanmak insanın ne çok vaktini alıyor” sözü gelir. Düşünün, esnaf dediğiniz, birçoğu üç kuruş para için çoğu zaman bir elektrik sobasının dibinde soğuk, kuytu dükkânlarda ömür tüketen insanlar. Ama onlar çocuklarının -ille de oğullarının- bu soba dibinde asker şafağı sayar gibi ömür tespihi çekmelerine razı olmazlar. İt dirliği bizimki derler. İt dirliği yani rezillik yani sözde bi düzen ama tam anlamıyla perişanlık.

Ödenemeyen BAĞ-KUR borçları, toptancıya verilmiş senetler, kötü çıraklar, hain kalfalar, borcunu vermeyen müşteriler, kurnaz köylüler, yalancı memurlardan oluşan dünyalarında çocuklarını düşünürler. Çocukları için iki seçenek vardır. Ya bu dükkân denen delik ya da aha Ankara oku kurtar kendini. Bazen çocuklar iki seçeneği de seçmez kendince bir yol tutturur. Biri Almanya’daki dayı kızıyla evlenir gider. Diğeri Antalya’da kuaför olur, askerde uzman çavuş olarak kalır, ne de olsa her yerde ama her yerde Yozgatlı vardır. Gittiğin yerde tutarsın bir ucundan…

Ankara’da çok hakikaten. Üniversiteyi Ankara’da okumuşsunuz. Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönüşüdür derler. Malum, hayat İstanbul üzerinden akıyor ve İstanbul dışında her yer sanki taşra. Siz Yozgat’tasınız, katmerli diyelim bu duruma. Ankara’dan Yozgat’a dönerken neler hissediyorsunuz?
Siz sorunca düşündüm, Ankara’dan Yozgat’a ne çok dönüşlerim oldu. Yorulurdum o dönüşlerden, en çok hissettiğim yorgunluktu. Sonra, Yozgat’a dönüşlerimde otobüste hemen hepsi hemşerim olan yolculara bakardım. Ankara’ya hastaneye gitmiş dönenler, yedek parça almaya gitmiş ustalar, mastır dersi için Ankara’ya giden yarı öğrenci yarı memur tipler, üniversite öğrencileri. Hepsi için Ankara mecburiyetin adresiydi.

Gezmek için değil, görmek için hiç değil –Ankara’yı gezmeyen görmeyen Yozgatlı olur mu?- hastalık, iş, okul bir vesileyle Ankara Yozgat arası gidip gelenler vardır hep. Yozgatlıların Ankara’da kalacak evleri, iş takibi yaptıracakları tanıdıkları hep vardır. Bize hiç uzak değildir Ankara. İşte böylesine yakın yerden döndüğünüzde dünyanız çok değişmiyor. Ankaralılarla Yozgat’ta yaşıyor gibisiniz. Ya da Yozgatlılarla Ankara’da yaşıyor gibisiniz…

Bir his olarak mahrumiyet duygusunu sormak istiyorum, yazarken veya başkalarının yazdıklarını okurken olabilir, sizi nasıl etkiliyor, böyle bir his yazarlığınız için belirleyici mi?
Başıma gelen bir hatıra ile cevap vereyim. Gerçek bir olaydan esinlenerek bir hikâye yazdım. O hikâyenin gerçek kişileri hikâyemden haberdar oldular. Çok sevindiler. Dergiyi aldılar benim yanımda okumaya başladılar. Onlar okurken ben onları seyrettim. Bakın kendi hikâyelerini okuyorlar ama o kadar dağınık, o kadar özensiz okuyorlar ki. Neredeyse laf olsun diye. İşte o gün yazdıklarınızın mahrum olması ne demekmiş anladım. İlgiden mahrum olmasına, dikkatten mahrum olmasına alışmazsanız hele ki taşrada yol alamazsınız. Burada edebiyat yapmak, uzakta çok uzakta bir fabrikaya parça başı işi yapmak gibi. Kimse ne iş yaptığınızı bilmiyor. Yazılarınızın gittiği yer neresidir kimse umursamıyor. Sonra yazdıklarınıza bakan merkezdekiler size merhamet eder gibiler. İç içe mahrumiyet var. Ama dedim ya alışırsanız bu mahrumiyete o zaman bağışıklık kazanıyorsunuz. Motivasyonunuz düşmüyor ve etkilenmemenin bir yolunu buluyorsunuz..

Hikâyelerde kadınlar ya anne ya sevgili ya da gelin adayı. Taşrada kadın olmak bir kat daha zor sanki. Bozkırda Altmışaltı’nın eksiği nedir desem, sizden bir özeleştiri istesem, söze buradan başlar mısınız?
Hem nasıl zor. Sürekli tarassut altındasınız yani gözler hep sizde. Madalya almak için unvan sahibi olmak için bir ömür çırpınmanız gerekiyor. Neymiş bu madalyalar, unvanlar derseniz. “Becerikli, şahbaz bir gelin” olmanız için sabah namazıyla başlayan gece yarısı biten bir mesaide bir de kocanızın gönlünü hoş ederek geçen uzun çok uzun yıllar geçirmeniz gerekiyor. “Ağır, oturaklı kaynana” olabilmeniz için satranç oynar gibi kocanızı, oğullarınızı, komşuları ve akrabaları hep bir kıvamda tutmalısınız. Ne küstürmeli ne de küsmelisiniz. “Camız yoğurdu gibi kız, garip yiğit yoldaşı” unvanını almanız için hem hızlı hem akıllı hem de nazlı olmalısınız. Fazla değil azıcık bir tembellik işareti, ucundan kıyısından bir hırçınlık, bir uygunsuz hareket size yapışıp kalacak bir lakap olarak geri döner.

Lakapları altına ezilmiş kalmış nice ablalar, teyzeler biliyorum ben. Zor iş! Ama kadın gücü öyle bir şey ki ben ne kadınlar biliyorum ki bırakın evini koca bir memleketi parmağında oynatır da kimsenin ruhu duymaz. Bozkırda Altmışaltı ’da kadınlar pek seçilmiyor iyice bakarsanız görebiliyorsunuz ancak diyebilirim bu açıdan bakılınca daha müzekker yani daha erkek kokusu olan hikâyeler gibi ama derinden bir kadın vurgusu var. Kavuşulamayan sevdaların adı olarak, evin görünmez direği olarak, kocasının klişelerine-hikâyelerine karnı tok olarak kadınlar var… 

Son soru 66 plaka numarası mı iskambil oyunu mu?
İkisi de. Hem plaka numarası yani Yozgat’ın plakası hem de İskambil oyunu. Böyle ikili anlam benim hoşuma gidiyor. İlle de şu anlaşılsın demek istemiyorum.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.