Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Kemal Coşkun ve 2012-2013 döneminde onun dersini alan doktora öğrencileri kolektif bir işe giriştiler. Dersi alan genç akademisyenlerin her biri, işçi öyküleri ya da işçi romanları çerçevesinde yapıtlar vermiş bir yazarı konu aldı ve sonunda ortaya, hiç hesapta yokken, “Emekçileri Okumak” adlı kitap çıktı. Öğretici, özgün ve disiplenlerarası bir yaklaşımın ürünü olduğundan çok yönlü bir çalışma Emekçileri Okumak. ‘Edebiyatımızda Sınıf, Kültür ve İşçilerin Gündelik Hayatı’ alt başlığını taşıyan kitapta Orhan Kemal, Aziz Nesin, Ahmet Naim, Reşat Enis, Mehmet Seyda, Rıfat Ilgaz, Nejat Elibol ve Adnan Özyalçıner‘in yapıtlarının değerlendirildiğini de vurgulayalım ve sizi, kitabı yayına hazırlayan Doç. Dr. Mustafa Kemal Coşkun’la yaptığımız söyleşiyle baş başa bırakalım.

Söyleşi: Volkan Alıcı

Kitabın sunuş yazısında, çalışmanın, yönettiğiniz bir doktora dersinin ürünü olarak ortaya çıktığını söylüyor, kitapta yer alan makalelerin edebiyat eleştirisi olmadığını vurguluyorsunuz. Peki, makalelere yön veren sorularınız nelerdi? Nasıl bir yöntem ve hangi bağlamlar bu makalelere kaynaklık etti?
Ne benim ne de dersi alan arkadaşlarımın akademik formasyonu zaten edebiyat ya da edebiyat eleştirisi değil. Dolayısıyla bizim derdimiz zaten edebiyat eleştirisi yapmak olamazdı. Bizim yaptığımız şey aslında şuydu: Sınıf kültürü, sınıf bilinci, işçi sınıfının gündelik hayatı vb. konularda teorik tartışmaları değerlendirmek. Yani Marx ve ondan sonra gelen Marksistlerin bu konulardaki tartışmaları üzerinde okumalar yapmaktı. Bu okumalar üzerinden işçi romanlarını değerlendirme fikri daha sonra gelişti. Bunun iki nedeni var. Birincisi, Türk edebiyatında işçilerin nasıl temsil edildiğini, gündelik hayatlarının nasıl aktarıldığını anlamak. Ancak ikincisi ve daha önemlisi, edebiyat eserlerinin kendisi de zaten kültürün bir parçasıdır. Dolayısıyla bir “işçi romanı” dediğinizde aslında aynı zamanda bir “sınıf kültürü”nden de bahsediyoruz demektir. Yani bu romanlar doğrudan doğruya işçi sınıfı kültürünün kendisidir aslında, tıpkı diğer sanat eserleri gibi. Kültür dediğimiz zaten böyle bir şey.

Mustafa-Kemal-Coükun_foto

Sınıf bilinci ve kültürü kavramlarından söz ettiniz. Bunları biraz daha açabilir miyiz? Mesela işçi sınıfı  kültürü deyince ne anlamalıyız?
Aslında işçi sınıfı kültürü dediğimizde iki özellikten bahsediyoruz demektir. Bunlardan birincisi, işçilerin adalet ve hakkaniyet arayışlarıdır. Zira sömürüyü doğrudan doğruya kendi yaşam pratikleri içinde kolektif olarak deneyimlemeleri, işçileri bir sınıf olarak diğer sınıflardan ayırır. İşçi sınıfı kültürünün adalet ve hakkaniyet arayışından kaynaklanan ikinci özelliği dayanışma. Burada kastedilen dayanışma, aynı sınıf içerisinde yer almış olmaktan kaynaklanan bir dayanışmadır ki, bu, gerek gündelik hayatta kurumsallaşmamış biçimde, gerek grev gibi mücadelelerde ortaya çıkan direniş olarak, gerekse de üretim sürecinde ortaya çıkan biçimleriyle karşımıza çıkabilir. Bu üç dayanışma biçimi de birbiriyle iç içe geçmiştir. Yaşam alanlarında gündelik dilde ve folklorik ürünlerde, sendikalarda ve diğer örgütlenmelerde, grev türü direniş biçimlerinde ve işyerlerindeki ortak çalışma alanlarında işçiler arasındaki dayanışmanın türlü biçimlerine rastlamak mümkündür bu nedenle. Ama asıl önemlisi işçi sınıfı içerisindeki dayanışma ilişkilerinin, himayeci değil fakat eşitlikçi biçimde gelişiyor olması. Bunun işçiler arasında örneklerini görmek için pek uzaklara gitmeye gerek yok. Çoğunlukla aynı mahallede yaşıyor olmaları, aynı ekonomik sorunları deneyimliyor olmaları, aynı kültürü paylaşıyor olmaları yaşam alanlarında da birtakım dayanışma ilişkileri geliştirmelerine izin verir. Gündelik hayatın kendisi ve çalışma yaşamı işçiler arasında bu türden informel dayanışma ilişkileri yaratır. Formel biçimiyle ise, sendikalar, partiler, yardımlaşma sandıkları vb. türden örgütlenmeler işçi sınıfının burjuvaziye karşı giriştiği mücadelede yaratılmış olan dayanışma örnekleridir. Bu biçimleriyle işçi sınıfı arasındaki dayanışma, diğer toplumsal grup ve sınıflardan farklı olarak eşitlikçi bir dayanışmadır, bireyci değil kolektivisttir.

Bir romanın “işçi romanı” kategorisine girmesi için hangi özellikleri barındırması gerekiyor peki? İşçi karakterlerinin yer aldığı her roman işçi romanı mıdır?İçinde işçi geçen her roman bir işçi romanı değildir. Belki şöyle söyleyebiliriz. Genel olarak işçilerin çalışma koşullarını, gündelik yaşamdaki alışkanlıklarını, adalet ve hakkaniyet arayışlarını, aynı sınıftan olan kişilerle ilişkilerini, karşıt sınıfa ilişkin düşünce ve tavırlarını anlatan romanlar herhalde işçi romanı olarak değerlendirilebilir. Daha da önemlisi, nasıl bir konuyu anlatıyor olursa olsun (mesela aşk, polisiye, vb.) işçi olmanın anlatmak istediği konuyu nasıl etkilediğini vurgulayan romanlardır işçi romanı. Bunu başka türlü nasıl ifade edebilirim? Diyelim aşk ya da en genel olarak duygular bile farklı sınıflarda farklı biçimler alır. Örneğin herkes rekabet duygusuyla hareket edecek değil sonuçta. Bu anlamda bir işçinin âşık olduğunda hissettikleri ile başka bir sınıftan birisinin âşık olduğunda hissettikleri arasında farklar olsa gerek. Çok basit: Âşık olduğu kızı dışarıya bir yerlere yemeğe bile götürememek örneğin, aslında âşık olduğumuzda bile farklı duygular yaşadığımız anlamına gelmez mi? Orhan Kemal’in Hanımın Çiftliği romanında böyle bir sahne vardı. İşçi Güllü’ye âşık olan işçi Kemal, onu zenginlerin sürekli gittikleri bir lokantaya sadece bir kere götürebilmek için annesinin parasını gizlice alıyordu. Üstelik gittikleri lokantaya da alınmıyorlardı “alt sınıftan” oldukları her hallerinden belli olduğu için. Bu durumda Kemal’in âşık olduğu kız karşısında ne hissettiğini tahmin edebilir misiniz? Sonuçta hiçbir şey boşlukta yaşanmıyor, duygular da verili bir maddi ortamda ortaya çıkar ve ona göre yaşanır. İşte işçi romanı, işçileri anlatırken bu tür farklılıkları ortaya koyabiliyorsa herhalde bir işçi romanı olur ve daha da önemlisi, bu farkı ortaya koyarak sınıf kültürünün ne olduğunu da aktarmış olur.

Edebiyat tarihimiz içinde yer alan işçi romanlarının sayısının çok az olduğu, hâlâ işçi romanının yazılmadığı zaman zaman dile getirilen bir değerlendirme. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Evet, maalesef öyle, işçi romanı diyebileceğimiz çok az roman var. Sadece edebiyat değil, sinemada da durum bu. İşçi filmi diyebileceğimiz çok az film var.

Bunun nedenleri sizce nedir? Zamanında işçi romanının azlığını, Türkiye’de işçi sınıfının gelişmemişliğine bağlayanlar da olmuştu örneğin; sizce bu gerçekçi bir yorum mu?
Ben bunun iki nedeni olduğunu düşünüyorum. Nesnel ve öznel nedenler. Nesnel dediğim şey aslında herkesin az ya da çok bahsettiği bir şey. Yani Türkiye’de kapitalizmin gelişmişlik düzeyi, nispeten daha geç gelişmiş olması, buna bağlı olarak işçi sınıfının çok daha geç ortaya çıkması, işçi sınıfının köylülükten kopuşunun uzun bir sürede gerçekleşmesi gibi nedenler bunlar. Elbette ki bu değerlendirmenin haklılık payı var. Ancak benim öznel dediğim ve pek kimsenin vurgu yapmadığı başka bir etken daha var işçi romanının, sinemasının azlığına ilişkin. O da, bizim aydınlarımızın bakış açısıyla ilgili. Yani tarihsel-toplumsal bir bakış açısına sahip olmamak gibi bir sorun var ortada. Mesela bırakalım işçi romanını, Türkiye’nin başka türden toplumsal sorunları üzerine yazılan roman sayısı da oldukça azdır. Kırsal alanın ve köylülüğün, olmadı büyük kentlerin başka türden toplumsal sorunları üzerine yazılmış kaç tane roman gösterebiliriz ki? Dolayısıyla bana öyle geliyor ki işçi romanının azlığını tek başına ülkede işçi sınıfının gelişmemişliğine bağlamak sorunlu bir durum. Buna belki şöyle bir noktayı da eklemek gerekir: Türkiye’de edebiyatçıların toplumcu gerçekçi bir yaklaşımı benimsemelerine kadar işçi romanı ortaya çıkmamıştır. Tıpkı Orhan Kemal, Reşat Enis Aygen ve diğerleri gibi. Bugün, en azından gelişmiş, kısmen örgütlü ve az ya da çok mücadele eden bir işçi sınıfı var ve kapitalizm yığınları giderek daha fazla işçileştirmeye devam ediyor. Buna karşılık kaç tane işçi romanı yazılıyor, işçi filmi çekiliyor ki ülkemizde? Bu durumda belki de asıl sorun, aydınların, yani edebiyatçıların, bilim insanlarının, film yönetmenlerinin, senaristlerin, ressamların, bestecilerin ve aklınıza daha kim geliyorsa onların, toplumsal ve tarihsel bir bakış açısından yoksun olmaları olsa gerek.

Ömer Türkeş, bir yazısında, 12 Eylül darbesi sonrası “işçilerin, emekçilerin, yoksulların, yoksulluğun, sınıf ve fırsat eşitsizliğinin edebiyatın dışına itildiği ya da marjinal kaldığı” bir edebiyat ortamından söz ediyor, yoksul kesimlerin -sorunlarıyla birlikte- edebiyatın görüş mesafesinden çıktığını belirtiyordu. Bunda yazarların, entelektüellerin payı sizce nedir?
Çok doğru bir tespit yapmış Ömer Türkeş. Ama işte aydın olmak da böyle bir duruma itiraz etmek demek değil mi? Buna itiraz etmeyip, baskılar nedeniyle bize ne yazmamız gerektiği söyleniyor ve biz de onu yazıyorsak aydın olmak ne anlama gelir ki? İşte tam da biraz önce bahsettiğim mesele bu aslında, tarihsel ve toplumsal bir bakışa sahip olmamak. Ne yapacağız? İktidar bize porno film çek diyor, böyle demese de en azından sadece buna izin veriyor diye onu mu çekeceğiz? 12 Eylül sonrası sinemada tam da böyle olmadı mı? Bu durumda yönetmen, oyuncu, romancı, ressam, müzisyen vb. buna itiraz etmeyecek de neye itiraz edecek? 12 Eylül sonrası benzer bir durum sosyal bilimlerde de yaşandı. Hatta son zamanlara kadar sınıf üzerine çalışmak bile dinozor olmakla eş tutuldu. Maalesef bizdeki entelektüellerin önemli bir kesimi böylesi politikalar karşısında durmak gibi bir yol izlemiyor, güçlü kimse onun arkasında saf tutuyor. Bir de oturup “bir yardım kutusu, odun, kömür aldı diye oyunu satıyor” diyerek yoksulları suçlarlar. Sanki kendileri başka bir şey yapıyor. 

Türkiye’de yazılan işçi romanlarına bir toplumbilimci baktığınızda neler dikkatinizi çekiyor? İşçi sınıfının romandaki ve öyküdeki temsili konusunda gözlemleriniz neler?
Bizim bu çalışmada ele aldığımız romancılar üzerinden bu sorunuza yanıt verebilirim. Bizim ele aldığımız romancılar toplumcu-geçekçi bir bakışa sahip. Bu nedenle öyle idealize edilmiş, bütünüyle sınıf bilinçli filan işçi tipiyle karşılaşmazsınız romanlarda. Seçtiğimiz yazarlar, işçi sınıfını gerçek olaylar, mekânlar ve ilişkide oldukları gerçek insanlar üzerinden anlatıyor. Zaman zaman “olumlu kahramanlar”, “örnek tipler”, diyelim bütünüyle sınıf bilinçli işçiler üzerinden işçi sınıfının ideal ölçülerini oluşturmaya yönelik bir çaba yok bu romanlarda. Daha çok bir yansıtma ve anlaşılır kılma çabası var. Bu nedenle, her romancı belli bir döneme ait sınıf özelliklerini aktarırken, aynı zamanda ortam ve zaman ötesi kalıcı ve süreğen özellikleri de ortaya seriyorlar. Çalışma yaşamında, gündelik hayatında, iş arkadaşlarıyla ya da eşiyle, çocuklarıyla ilişkilerinde yaşamış olduğu deneyimlerdir anlatılan. Çoğunluğu sömürüldüğünün farkındadır, bunun ezikliğini yaşar. İçten içe bir kin duyar. Bu kin, sömürülüyor olmaktan, üretmiş olduğuna sahip olamamaktan gelir.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.