Nihal Yormaz

Hem dilini hem de hikâyenin imkânlarını doya doya kullanan bir yazar olan Muhammet Erdevir’in ilk kitabı Lav Denizindeki Ada, Kaynak Yayınları’ndan okuruna ulaştı ve çoğunluğun aksine ilk kitap seçimini romandan yana kullanmak yerine hikâyeciliğin narin basamaklarına adım atan yazar, akıcı üslubuyla da şimdiden aldı yürüdü.

Henüz mürekkebi kurumamış hikâyelerle dolu bir kitap düşünün; her satırı yeni bir heyecanla ıslak ıslak gülümsüyor size. Şimdi de elinizde muhtelif konulardan ilmek ilmek örülmüş bir kelimeler dizini ve sorular yumağı tuttuğunuzu düşünün; cevaplar da sorular kadar muhtelif. Muhammet Erdevir’in “Doluyum. Uçsuz bucaksız çorak topraklar kadar doluyum.” dediği ilk kitabı “Lav Denizindeki Ada” da işte böyle muhtelif cevaplarla dolu muhtelif konuların işlendiği bir hikâyeler bütünü.

Son yıllarda oldukça revaçta olan hikâyecilik, eskisi kadar ilgi görmese de gözle görülür bir artış var yeni çıkan hikâye kitaplarında. Şu an elimde tuttuğum “Lav Denizindeki Ada” kitabı ise ilgiyi fazlasıyla hak edenlerden bir tanesi. Kitaba genel hatlarıyla baktığınızda oldukça hüzünlü ve melankolik ancak akıp giden hayatın kaçırdığınız detaylarına öyle ince dokunuyor ki yazar, kendinizi içinden geçtiğiniz boşluktan kurtulma ihtiyacı içinde hissediveriyorsunuz. Satır aralarında hayatı fark ederken buluyorsunuz kendinizi. Sıradan, öylesine, alelade karakterler bir kahramana dönüşüyor yazarın kaleminde. Ağlatıyor, güldürüyor, düşündürüyor. Her okurunu başka bir yerinden yakalıyor, bazı satırları sizi en korunmasız yerinizden vuruyor. “Ben sabırlı olacaktım ama sabrı da iyilikle aynı mezara gömdüler.” vurgun yediğim cümlelerden biri misal. Bir çocuğun para sıkıntısı sebebiyle kalan son at arabasını da satmak zorunda kalan babasına duyduğu, acımayla karışık en masum haldeki hüznünü anlatan bu satırlar, iyiliğin ve sabrın bir çocuğun gözünde geldiği hali vuruyor yüzünüze. Çocuk gözüyle dünyayı yargılamak hafife alınabilir mi sizce?

Yazar “Hangi dalga savurdu beni buralara? Ya menzilime varamaz, emanetimi yerine getiremezsem?…” ve “Cahilim, haklı. Dışarıda ne olursam olayım, Lav denizinin ortasındaki bu adada cahilim. Hoş aslında dışarıda da cahildim. Ne annemi, ne de Safinur’u anlayabildim.” derken ağır bir hüzün, pişmanlık, korku ve acı yayıyor sayfalara. Para hırsının insanların arasına nasıl nifak tohumları ektiğine, iş hayatıyla aile hayatını dengeleyememiş bir kahramanın acı çığlıklarına, dua kuşlarının sevinçle kanat çırpışına tanıklık ediyorsunuz bu kitapta.

“Kitap diyorum. – Ne kitabı?” diyorlar. Öykü, diyorum. – Yani içinde hikâyeler mi var?” diyorlar. Evet, diyorum. Ve döngü böylece sürüp gidiyor. Boşa mı kürek çekiyoruz ne?” diyen yazar belli ki anlaşılmıyor, anlaşılamıyor. Mistik öyküler yazıyor, mecburi hizmetin ayırdığı yürekleri anlatıyor, modern dünyanın insanının, içine düştüğü açmazları irdeliyor ve “Korku özgürlüktür!” diyor en şahane satırlarından birinin arasında, sarsıyor, şaşırtıyor, baştan düşündürtüyor.

“Sular kabardı. Ustam rüzgârla birlikte fısıldadı. Şimdi emin ol. Müsterih ol yavrum. Gurbet bitmiştir. Duhâ… Leyl… Sâbâ…” diyor yazar ve okur, geçmişin kötü izler bırakmış kavgalarına, savaşlarına, dava ve darbelerine tanık olmaya çağrılıyor. Lav Denizindeki Ada’da değerlerine sahip çıkmaya çalışan bir avuç insanla kavuşuyor elleriniz, zamansız bir hikâye denizinde ustaca yüzüyor zihinleriniz. “Boşuna mı geldik canım şu yalan dünyaya?” sorusunun ardından “Yağmur Altında Uzun Bir Uyku”ya dalıveriyor bedenleriniz.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 9.sayısında yayınlanmıştır.