Feyza Şener

Taşrada yaşayıp hiç taşraya, sokağa karışmamış, hayatı büyük dedelerden, ninelerden, mahalledeki yaşlı kadınlardan öğrenmiş birine benziyor Nazan Bekiroğlu. Hikâyeleri asırlar öncesinden, hatta bazen Âdem ile Havva’dan başlıyor. “Hakkında’” ilk okuduğum şeylerden birisi, Ekşi Sözlük’teki şu cümleydi: “Küçükken konuşması bozulmasın diye sokakta oynaması istenmeyen, zamanını evde kitap okuyarak geçiren insan” (kahverengibotlutirtil, 08.01.2003). “Hakkında” diyorum çünkü o zamanlar, bir romanı okuduktan sonra yazarıyla ilgili bilgi edinmek gelmezdi aklıma pek. Yazılan hikâyenin kendisi yeterliydi; belki yetmeliydi. Hatta yazarlarla tanışma çabalarım genelde hüsranla sonuçlanmıştı. Hikâyelerini sevdiğim yazarları gerçek hayatta pek sevmemiştim. Anılar, biyografiler, otobiyografiler okuyunca da mesela, canım sıkılacaktı ileride hep.

Velhasıl, Nazan Bekiroğlu’yla ilk tanışmamdan, yani İsimle Ateş Arasında (2002) kitabını (roman mı demeliyim, hikâye mi?) okuduktan sonra yukarıdaki alıntı cümleyi de görünce kafamda bir şimşek çakmıştı. “Evet,” demiştim kendi kendime, “Ancak böyle olabilir. Başka türlüsü zor.” Neydi zor olan? Nazan Bekiroğlu gibi yazmak… Hele bu devirde, kelimelere hürmetin hiç olduğu devr-i fetrette.

Edebiyat eleştirisinin nasıl olması gerektiğini T. S. Eliot şöyle açıklıyordu (mealen): Eleştirisi yapılan kitabı, kendinden önceki edebiyat eserleri içerisindeki yerine yerleştirmek. Gelgelelim, Nazan Bekiroğlu’nu bir yere yerleştirmek kolay olmuyordu. Sonrasında da çok düşündüm, şiirle nesir arasında, Doğu’yla Batı arasında bir yerlere tekabül ettiğini varsaydım. Cümlelerinin yapısından ötürü üslupçuluk mu demeliydi onun edebiyattaki çabasına (edebî formuna), yoksa eski kelimelere düşkünlüğüyle bir çeşit nostalji arayışı mıydı? İlki biraz örtüşüyordu belki ama geçmişteki hikâyeleri, zamansız, mekânsız, o an oradaymış gibi bir şahitlikle aktarmasından ötürü tam anlamıyla nostaljik denemeyecek bir arayıştı. Ama ne kadar bugüne sesleniyordu? Zamanlar üstü müydü, yoksa tıpkı ölmüş yıldızların ışığının ancak dünyamıza ulaşması gibi, ölmüş gitmiş zamanları tasvirden mi ibaretti?

Nun MasallarıYusuf ile Züleyhaİsimle Ateş ArasındaCam Irmağı Taş Gemi… İlk dönemi Nazan Hoca’nın. Şöyle sıralayayım izlenimlerimi: Kelimelerle arası çok iyi bu kadının. Evet, o bir kadın. Hikâyeleri döne döne, insanın içine işleye işleye anlatıyor. Acelesi yok, kâğıda mürekkeple yazıyor. Şahitlik ettiği hikâyeleri yazıyor ama şahitlik etmenin de bir bedeli olduğunu hatırlatıyor okura. O yüzden kıymetli hikâyeleri. Hemen göstermiyor onları, önce ağdalı bir dilin içine saklıyor. Meraklısı okuyup anlayabiliyor. Bugünün isinden pasından, hani o evden çıkmasına mani olan günlük hayatın kirinden kaçınmak için çok eski zamanlara gidiyor çoğu kez. Ancak taşrada yazar nasıl izole kalmışsa, hem tarihin hem de edebiyatın zamanından ve mekânından da izole kalabiliyor yazı… Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi, ona okurlar hükmetsin.

Zaten sonra kendiliğinden ikiye ayrıldı Nazan Bekiroğlu’nun edebiyat macerası. Yukarıda saydığım romanlarının yanı başında büyüyen, olgunlaşan bir akademisyen kimliği de vardı Nazan Hoca’nın ve sanırım genç kız meraklarını aşıp Nar Ağacı’na, Mücella’ya çevirdi yönünü o ciddi kimlik/kadın.

Açıkçası ben bu yeni mahsulleri pek tutmadım. Ama galiba bu benim zevkim. Gerçi ben de büyüdüm bu arada biraz. Edebiyat hakkında farklı şeyler düşünmeye, hele ki roman sanatıyla ilgili rafine zevkler geliştirmeye başladım. Roman yazmak için basit bir hikâye yetmez mesela, bir toplum düşlemelisiniz. O toplumun tarihi olmalı, ekonomi-politiği olmalı, sembolik referansları olmalı, dinlerle, kültürlerle bağları olmalı, bir karakter ağzını açtığında yedi sekiz anlamlı, bol katmanlı konuşabilmeli. İyimserler iyi roman yazamazlar bir de. Sevgilinin ceylan kalbi, ahu gözleri, ok gibi kirpikleri olduğu kadar bağırsakları, anlamsız öfke krizleri, hayrette bırakacak ölçüde ahmaklıkları filan da olmalı. Hayat, olağanüstü bir plan üzere akıyormuş gibi görünse de gün içinde ayağımızın serçe parmağını sehpanın kenarına vurabilme ihtimalimizi akla getirmeli.

Gelgelelim, benim “erken dönem Nazan Bekiroğlu edebiyatı” meftunu olmamı sağlayan şey de zaten bunlardan kaçınmasıydı Nazan Hoca’nın. O çok yükseklerde uçuyordu, ben de kollarımı yukarı, bulutlara uzatıp kelimelerini yakalamaya çalışıyordum. Şehrazat gibi ölmemek için hikâyeler anlatıyordu bazen, Divan şairleri kadar abartılı hissediyordu hissettiklerini, bir de iyimser desem de insanın karanlıklarını ifşa ediyordu. En kuytuda kendini kandırdığı anları yakalıyordu çoğu kez. İyimserliği, bu kötülüğün, bu karanlığın herkesin dünyasında aynı şekilde kötü ve karanlık olarak kodlanmış olduğuna dair sınırsız güvendendi belki.

Dönüp dönüp kaç kez okudum bilmiyorum İsimle Ateş Arasında’yı. Topyekûn bir düşüş ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Bir devletin düşüşü (Osmanlı), bir ocağın düşüşü (Yeniçeriler), bir toplumun düşüşü (tartı da bozulmuştu!), bir ismin düşüşü (esame defteri), bir erkeğin düşüşü, bir kadının düşüşü… Hepsi de ateşe! Yukarıda parantez içinde geçiştirdiğim tartışmayı açayım: Yayınevi roman etiketi kondurmuştu kitabın üstüne ama bir roman değildi bence İsimle Ateş Arasında. Uzun bir hikâyenin cezvede kaynarken etrafa taşması gibiydi. Bir hikâyeyi anlatırken onu neden anlattığını da anlatmak durumunda kalan anlatıcının durumundan kaynaklanıyordu biraz. Taşan hikâyeler, ana hikâyeyi anlamlı kılıyordu elbette ve uzun ana hikâye de hakkını veriyordu pek çok şeyin ama işte roman gibi değildi yine de. Yapısı dünyevî değildi, gökteki yıldızlar gibi saçılmıştı. Gerçi Nazan Hoca zaten bunu yazmıştı: “Kalplerin tarihçesi yazılmadıkça ne tarihe ne romana inanacağım.”

İlla bir isim vereceksem, heyecan verici bir deneyim derdim. O kadar ki, Nazan Bekiroğlu’nun o kitapla ilgili benim kadar heyecanlanmamış olmasına hep içerlemişimdir. (Bir de anı anlatayım: Bir TÜYAP Kitap Fuarı’nda imza için sıraya girmiştim. Uzunca bekledikten sonra o an geldi. Kitabın ön kapağını açıp sadece ismimi söyledim. Öyle iyi susmuştum ki, Nazan Hanım merak edip sormuştu ne haldeydim, okuyor muydum, hangi okuldaydım… Dedim ya, yazarlarla tanışma fobim var biraz.)

Nar Ağacı’nı ilk çıktığı günlerde okuyan bir arkadaşım, “Nazan Hoca fikri senden çalmış,” demişti. Meğerse ben ona anlatmışım bir ara, “Eğer bir roman yazarsam, her bölümde bir fotoğraf karesini açarım” diye. Büyük ihtimal Nazan Bekiroğlu’nu okudukça içimde tüllenen bir fikirdi bu. (Tabii birazcık da Murat Gülsoy’un İstanbul’da Bir Merhamet Haftası romanının ve Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’nın girişindeki resim tasvirinin etkisi). Çünkü evet, Nazan Hoca’nın edebiyatını tanımlayacak bir tabir bulmaksa muradınız, “anların (fotoğraf karelerinin) anlatıcısı” demek uygun düşer. Hikâye anlatıcısı dese de kendine, çoğu zaman bir an içre filizlenen bir tasvire benzer onun hikâyeleri. Bir minyatürü, gözleri görmeyen bir meraklıya anlatmak gibidir. Hatta çoğu kez bir tasvirin tasviri. Nesirle şiir arasında salınan üslubunun hayranı (ve hep başarısız taklitçileri) olan okuyucular, ondaki bu usturuplu karmaşayı, edepli havailiği, perde altındaki uçarılığı sevmişti muhtemelen. Bu yüzden de, diğer yazarlarda olduğu gibi Nazan Bekiroğlu’ndan da alıntı cümleler kullanmaya başlamışlardı. Ancak onun cümlelerinin, tıpkı hattatlar gibi, kalemi kâğıttan kaldırmadan birbirine eklenen bir yapısı olduğunu az kişi bilirdi. Genişçe bir düzlükteki yalnız bir kuyunun yukarıdan bakınca kapkaranlık tek bir nokta gibi göründüğünü ama o kuyunun bir hayli derin olduğunu ancak onu merak edip yanına gidenlerin bileceğini, bilememekteydiler. Bu yüzden de Nazan Hoca’nın kitaplarından yapılan her alıntı, biraz eksikti.

Bir an da bir kuyudur anlatmasını bilene. Karanlığa baktıkça, bir parçası karanlık olur insanın. Sonra da kendine bulaşan o karanlığa düşer. Nazan Bekiroğlu hikâyelerini, Şehrazat’ın, yani Doğu’nun hikâyelerine benzeştiren de buydu: Her kahramanın kaderi, böyle bir an ile mühürlenmişti. Sonrası o an etrafında kopan bir fırtınaydı. Alev alırdı, sonra sönerdi. Nar Ağacı’nda da, Mücella’da da, ne kadar daha romana yaklaştırsa da üslubunu, üslupçuluk yerine yapıya odaklansa da, bu kaderin bağlandığı anlar alışkanlığını bırakamadı. Hatta bunu daha da yaydı, Türk edebiyatının ilk kuşaklarına öykündü, zaten o dönemleri anlatmaya başladı biraz, erken Cumhuriyet dönemi yazarları gibi. Zor şartların ezilmiş, biraz silinmiş ama gökkubbede yine de hoş bir sadâ bırakabilmiş insanlarını anlatmaya koyuldu. Halide Edip’le tanışıklığı vardı, Orhan Okay hocasıydı. Şair Nigar Hanım’ın yazarıydı! Fotoğraflar gibi “sessizce şahitlik etmenin ağırlığını” taşıyan romanlar yazdı hep. Son iki romanıyla onu tanıyanlar, onun zamansızlığa öykündüğü eski kitaplarını okusalar pek inanamazlar muhtemelen. Benim gibi Nazan Hoca’nın o yıldızlarda gezinen ilk dönemine meftun olanlar da, son iki romandaki dünyaya kök salma hâlini yadırgar.

Bu arada başka istisnası var mı bilmem, İsimle Ateş Arasında’nın hakkı yenmiş, alevlenememiş ve hâliyle de sönememiş karakteri Nihâde, yani aslında Numan’ın kendi hikâyesini anlatabilmesi için sessiz kalmış olan, Numan’ı umutlandırmamak için, doldursun diye verdiği dört defteri boş bırakan Nihâde, Cam Irmağı ve Taş Gemi’de dile gelmişti. (Nasıl da beklemiştim Nihâde bir şey desin diye!) Çünkü, tıpkı gezegenler gibi, tıpkı atomlar gibi… Tıpkı Mevlevîler gibi Nazan Hoca’nın karakterleri de kendi etraflarında dönerek âlemde var olurlar ve bu sürekli, biteviye, ısrarcı hareketten beklenmedik şekilde, yenilikler zuhur eder. Yeter ki bakmasını bilsin okurlar. 

Arka Kapak dergisi 21. sayı