Röportaj: M. Ali Çalışkan, Yunus Emre Tozal

İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Alim Arlı, lisans, yüksek lisans ve doktora sürecinde Oryantalizm, Sosyal Teori, İlişkisel Sosyal Teoriler, Göç, Yoksulluk, Türk Sosyolojisi, Kent Sosyolojisi ve Etnografisi, Yükseköğretim Sosyolojisi konularında yayın ve çalışmalarda bulundu. Kendisiyle dünyadaki nüfus politikalarından; İstanbul özelinde gecekondulaşmadan apartmanlaşmaya-rezidanslaşmaya doğru giden süreci konuştuk.

Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanında Kâğıthane’de Kültepe ile Duttepe mahalleleri arasında 1970’li yıllarda arazi kapma kavgaları anlatılıyor. Hakikaten de herkes o yıllarda çevirebildiği yer kadar muhtarlardan tapu belgesine benzer belgelerle toprak sahibi oluyorlardı. İstanbul özelinde gecekondulaşmadan apartmanlaşmaya, apartmanlaşmadan rezidanslaşmaya doğru bir eğilim ortaya çıktı. Şehirler dönüşüyor, nasıl görüyorsunuz?

Zaman makinesini hızlı çalıştırırsak eğer, insanlığın ilk yerleşik hayata geçtiğinden 1800’lerin başına kadar nüfusun ağırlıklı kısmı kırlarda yaşıyordu. Antik dünya kırsal bir dünyadır. 1760’lardan 1950’lere kadarki 200 yılda, özellikle de 1860 sonrasında başlayan ikinci sanayi devrimi sonrasında dünya büyük bir kentsel devrim yaşadı. 1970-80’lerden sonra küreselleşmenin belirginleştiği dönemde bu devrim, tüm kıtalara yayılarak muazzam bir hız kazandı ve halen de devam ediyor. Küresel tarihe baktığımızda içinden geçtiğimiz dönem, gerek değişim hızı gerek yoğunluğu bakımından ve nüfusun ilk kez bu ölçeklerde yoğunlaşarak metropollere yığılması açısından tarihsel bir dönem. Tabii son 200 yılda farklı ülkelerde şehirleşme süreçlerinin eş zamanlı olmama ve farklı ekonomi politik patikaları izleme hâlinin getirdiği değerlendirme ve kavramsallaştırma güçlükleri ve farklılıkları da söz konusu. Fakat tüm dünyada kentsel geçiş dinamiklerinin sömürge ve sömürge sonrası dönemde bir karşılıklı bağımlılık boyutunda şekillendiği de bir diğer temel olgu.

Yani Türkiye’de şehirleşme Batı’dan farklı izleklerden mi geçti?

Aslında burada iki temel kavramı konuşmamız gerekiyor. Biri demografik geçiş, diğeri ise kentsel geçiş dediğimiz süreçler. Demografik geçiş yenidoğan ve çocuk ölümlerinin kontrol altına alınarak azaltılması, ortalama yaşam sürelerinin uzaması ve ortalama çocuk sayılarındaki düşüşe bağlı ortaya çıkan nüfus yapısındaki stabilite. Şehirlere geçişle ortaya çıkan birkaç kuşak içerisinde demografik mekanizmalardaki değişimler bu geçişin temeli. Daha fazla sağlık hizmetine erişen, daha uzun yaşayan ve uzun yıllar boyunca çalışmaya müsait sürdürülebilir bir nüfusun ortaya çıkışı. Tabii bunun çok çeşitli boyutları var. 19. yüzyılla birlikte harekete geçen ikinci önemli dinamik ise kentsel geçiş. Kırsal nüfusun çözülerek yeni şehir alanlarını ortaya çıkarması. Özetlersek, bu iki süreç, bazı ülkelerde eş zamanlı ve iç içe yaşanırken bazı ülkelerde ise göreli zamansal farklarla gerçekleşiyor. Şehirleşmede karşılaşılan veya karşılaşılmayan sorunların nedenleri bunu nasıl tecrübe ettiğinizle de alakalı. Türkiye 1940’lardan itibaren bu iki süreci iç içe yaşamaya başlıyor. Batı Avrupa’da ve ABD’de kentsel geçiş süreci 1950’lere doğru önemli ölçüde tamamlanmıştı. Demografik geçiş de aynı şekilde. 1960’ların başında Japonya, Almanya, Fransa gibi ülkelerde ortalama doğurganlığın 2-2,5’a gerilediğini görürsünüz. Aynı yıllarda Türkiye gibi ülkelerde ortalama çocuk sayısı 7’ye yakın ve bu iki dinamik henüz bu yıllarda başlıyor. Bu iki geçiş dinamiğindeki eşzamanlılık kuvvetli bir toplumsal değişim ve yeniden yapılanma dönemi demek aynı zamanda. Sosyal bilimlere değişim kavramının yoğun şekilde girişinde de bu sürecin bir etkisi söz konusu. Mekan üzerinde çok yüksek nüfus hareketliliği; bu hareketliliğe bağlı olarak sayısız kentsel altyapı probleminin ortaya çıkışı, bütçe olanaklarının bu süreçlerin yönetimini destekleyecek kapasitede olup olmaması, yerelde demokratik siyaset alanlarının mevcudiyeti ve yokluğu.

zaman, göçlerle birlikte şehirlerin alacağı biçim de bu parametrelerle ilişkili…

Dediğiniz gibi. Şehirlerde yerleşik nüfustaki doğal nüfus artış hızıyla, göçle birlikte gelen nüfusun şehirlere akma hızı arasındaki orantısızlık temel bir konu. Şehirler çok hızlı büyüyor. 1950-90 arası büyük ölçüde böyle. Demokratik temsilden olduğu kadar, kamu bütçe olanaklarında da mahrum kalmış büyük gecekondu dünyasının ortaya çıkışı bununla bağlantılı. İleri endüstriyel ülkelerde refah devleti inşasına denk düşen dönemde Türkiye gibi ülkeler bu “büyük dönüşüm”ü tecrübe ediyor. Üstelik ekonomik bakımdan ister tarıma dayalı büyüme ister ithal ikamesi dönemlerine bakılsın, çok pahalı olan kentsel yatırımların çok sınırlı şekilde şehrin yerleşik kesimleri için sefer edilmesi seçimi de var. Ayrıca kamu bütçe olanaklarının günümüze nispetle oldukça sınırlı olduğu koşullarda, devletin daha çok sanayi yatırımlarına yöneldiği bir dönem. Bu büyük geçiş döneminde aynı zamanda çok sınırlı kentsel yatırım koşullarından da bahsetmek gerekiyor. Ayrıca Mike Davis gibi araştırmacıların dikkat çektiği bir diğer olgu da, üçüncü dünya kategorisinin inşasında ve sömürge sonrası dönemde gecekondu gezegenlerinin ortaya çıkışında 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayıp 1950’lere kadar devam eden vahşi sömürgeciliğin ve sömürgelerden yapılan kaynak transferlerinin önemli bir rolü var. Bu transferler Avrupa’yı mamur ederken, sömürgeleri kötürümleştiriyor. Küresel ekonomi politik bakımından bu karşılıklı bağımlılık örüntülerinin kentsel dünyanın “hem 1. hem de 3. dünyada” aldığı biçime doğrudan bir etkisi var. Türkiye her ne kadar sömürgeleşmemişse de 19. yüzyıldaki ekonomik bağımlılığının, bunu takip eden on yıllar boyunca süren savaş ekonomisinin, bu süreçlerin analizi ve geçerli bilgisini üretecek gelişmiş bilgi kurumları ve üniversitelerinin olmamasının etkilerini şehircilik süreçleri bakımından incelememiz gerekiyor. 1950’lerden sonra gecekonduların ortaya çıkışı antropolojik ve ekonomi politik dinamikler üzerinden tekrar gözden geçirilmeye muhtaç.

Neden?

Çünkü geniş ölçekli kentleşme süreçleri olurken, bir ülkenin tüm sosyal ve kültürel bağları çözülüp yeniden kurulurken ve büyük bir nüfus devinimi varken konuyu ne sadece ileri-geri kategorileriyle ele alan siyasete, ne ekonomik değişimi mutlaklaştırarak aşamalandıran analizlere ne de çarpık kentleşme gibi basitleştirmelere hapsederek anlayabiliriz. Sınıfların oluşumu, şehirlerin kültürel bakımdan yeniden yapılanması, yeniden bölüşüm politikalarının ekseninde şekilenen partiler siyaseti ve tabi ki oluşan ideolojik anlamlandırma çerçevelerinin süreçleri kavramsallaştırma tarzları iç içe oluşuyor. Türkiye’deki anlama çerçeveleri büyük ölçüde bu dönemlerde şekillenen siyasi çizgiler üzerinden gelişmiştir. Bu resimde eksik olan kısımlardan birisi, hayatın gündelik akışı ve pratiğinin hatta türlü çıkar gruplarının oluşumunun bu kentsel geçiş çağı bağlamına oturtulmamış olması. Ulus devlet inşası dönemiyle birlikte yürüyen bu süreçte yurttaş da inşa ediliyor. Aynı zamanda yeniden oluşmakta olan şehirlerde pastadan pay için yarışan şehirliler de. Bu dönem aynı zamanda pastadan hak ettiği payı alamadığını, yerel düzeyde demokratik temsilden dışlandığını düşünen sosyal çevreler için bir öğrenme süreci. 1980 sonrası sosyal ve siyasal değişimler arasındaki bu pedagojik farkın tarihi sonuçları oldu. Bu dönem aynı zamanda yatırımlarını hala daha göç ettiği köyüne yapan ilk kuşak göçmenlerin, bundan vazgeçerek kentsel rantları keşfettiği bir anı da temsil ediyor. Batı Avrupa’daki toplumsal çatışmalarda sömürgecilikten gelen kaynakların sorun çözücü şekilde devreye sokulması kısmen oralardaki parlamenter demokrasinin inşası süreçlerinde önemli rol oynuyor. Türkiye’nin de dahil olduğu geç sanayileşen ülkeler kuşağı içinse sorunlar daha çok içe patlamalı ve çekişmeli siyasetin daha baskın olduğu formlar üzerinden yaşanıyor.

Öyleyse Türkiye’de herkesin şikayet ettiği şehirleşmeyle, gecekonduyla ilgili sağlıksızlık imajının tarihi temeli biraz da önceki on yılların siyasetindeki çözülmemiş meselelerinden mi miras kaldı?

Büyük ölçüde evet. Bu soruna ilişkin öte yandan şuna işaret edilebilir; Türkiye açısından, kamu hizmetlerinin ve altyapının fonlanmasındaki kısıtlar, devletin hem kamu hizmetlerine hem diğer yerel hizmetlere yetişecek bütçe olanaklarından mahrum olması. Kamu maliyesindeki dengesizlikler 2000’li yılların başına kadar en büyük sorunların başında geliyor. Büyük bütçe açıkları enflasyonist ortamla yönetilmeye çalışılırken, görece adil bir şehirsel düzen ve hayat inşa etmek zor. Gerçi yakın zamanda kamu maliyesi disiplinize edildikten sonra da görece adil bir kentsel düzen inşa etmektense neoliberal şehircilik eğilimlerinin baskın hale gelmesi tarihi bir fırsatın ıskalanması olarak da okunabilir. Soruya dönersek tekrar, bu kapsamlı geçiş süreçleri şöyle bir dinamik ortaya çıkarıyor: Çok sayıda insana aynı anda eğitim, altyapı, sağlık hizmetlerini eşzamanlı yapmak ulus devletlerin tarihsel vaadi. Ancak bunu yapmak aynı zamanda demokratik siyaset koşullarında ve partilerin her birinin kendine mahsus iyi hayat soruları ve bunlara verdikleri cevaplarla şekilleniyor. Öte yandan her partiyi bağlayan ekonomi politik ve mali kısıtlar var. Demokatik kitle siyasetinde ulusal ve yerel ölçeklerde yurttaşın hayatını iyileştiren, görece daha adil bir yeniden bölüşüm politikası öngören, eşitlik ilkesini hayata yayan şeyler yapamadığınızda iktidarı elde edemezsiniz. O nedenle her yurttaş kamusal hizmetlere daha çok erişim talep ediyor.

Devlet için sorun ilkokula başlayan nüfusu eğitirken onu sonraki eğitim kademelerine de taşımak. Aynı zamanda ona iyi bir sağlık hizmeti sunmak ve tatminkar bir işe yerleşeceği iktisadi koşulları oluşturmak. Türkiye’nin merkez sağ ve sol siyaseti son elli yılda kentsel ve demografik geçiş dönemindeki bu taleplerin yönetimi için söylem, siyaset ve kapasiteler geliştirdi. İlkokula erişen nüfusu eğitirken aynı anda onların ortaokula geçişinin ve tabi aşağıdan gelenlerin de sisteme girişinin sağlanması gerekiyor. Fakat tüm kuşaklar için bu hizmetleri sunmak mümkün olamadı. Aşama aşama ve yaklaşık 70-80 yılı bulan bir süreçte bu tür hizmetler için sürdürülebilir bir kamusal düzen kurulabildi. Kentsel geçişini tamamlamış ve 2040’lara kadar demografik fırsat penceresi açık bir ülke olarak Türkiye’nin büyük dönüşümünü başlatan 20. yüzyıl da böylece kapandı. Ancak bu dönemden miras kalan alışkanlıklar, sorunlar, anlama çerçevelerinin daha düşük bir hızla değiştiğini söyeleyebiliriz. Doğurganlık oranı ortalama 2’nin altına inmiş durumda. Nüfusun ortalama yaşı 30’ların biraz üzerinde. Ancak daha önceki on yıllara göre daha eğitimli olan Türkiye’de üniversite mezunu genç işsizlik oranları çok yüksek. Bunlar önemli fırsatlar ve açmazlar. Bugün Türkiye’de birçok Batılı ülkeden ortalama 7-8 yaş daha genç bir toplum var. Ancak farklar kapandıkça ülkenin önüne çeşitli sorunlar da gelecek.

Birkaç tane saymak gerekirse?

En önemlisi artık tamamlanmış kentsel geçişin sürdürülebilir bir ekonomik ve beşeri refah getirip getirmeyeceği. Şehirlerdeki yaşam kalitesinin yükselip yükselmeyeceği. 19. yüzyıldan itibaren benimsenen kalkınma anlayışının doğaya ilişkin sorunlu anlayışının değişip değişmeyeceği. Bir diğer sorun kır yaşamının bu denli hızlı terkedilmesi, binlerce yıldır en özgün kır yaşamı formlarını barındıran Anadolu’da köylülüğün ekonomik olduğu kadar bir kültür olarak ortadan kalkması riski. Yüksek-modernist kabullerin sorgulandığı bir çağda yaşarken geçmişin de yeniden ve daha ön yargısız değerlendirilmesi geleceğimizi nasıl inşa edeceğimizin de anahtarı olacak. O bakımdan Türkiye’de tüm siyasi anlayışların iyi hayat sorunlarını yeniden sormak zorunda olduğu bir başka büyük dönüşümün eşiğindeyiz.

İyi hatırlıyorumbenim çocukluğumda köylerden mahallere gelen kamyonlar olurdu ve köy hayatı canlılığını sürdürüyordu. Nüfusun yarısı şehirdeyse, bir yarısı da köyde kalmıştı. Köylerde diyelim o senenin tarımsal ürünleri ve o ürünlerden üretilen peynir, yoğurt, çökelek gibi ikincil ürünler kamyonlarla mahallelere gelir ve herkes ürününü alırdı. Şu an tamamen bitti o dönemler.

Evet. İstanbul’da kısmen kırsaldaki hayatını sürdürmek için çabalayan önemli bir nüfus da var. Sayıları gittikçe azalsa da bu önemli. Tabi diğer şehirlerde de. Şu an bazı beşeri coğrafyacıların analizlerine göre şöyle bir durum Türkiye’de. Kuzeybatısının en ucundan Güneydoğusunun en ucuna kadar diyagonal bir çizgi çizerseniz, “doğu-batı gradyanı dedikleri şey”, bu eksen üzerinde gerek hayat kalitesi, hizmetlere erişim, insani ve kentsel gelişmişlik bakımından hiyerarşik bir düşüş ve gelişme bakımından büyük bir kutuplaşma var. Bu aynı zamanda eksenin kuzeyi ve güneyi için de geçerli. Bölgeler arası bu gelişme farkları büyük ölçüde 20. yüzyılın bize bir mirası. Bunun mekanizmaları ve nedenleri üzerineyse elimizde çok az iyi araştırma var.

Bunun coğrafyaya bu kadar bağımlı olması garip değil mi?

Değil, çünkü Marmara bölgesi nüfusun, zenginliğin ve diğer bütün değerli olguların tarihsel olarak konsantre olduğu bir bölge ve bu dengesizlik kısmen İstanbul’un merkeziliğinden de kaynaklanıyor. Hakeza diğer Batı illeri için de. Deniz kenarında olmak da bir avantaj. İstanbul ve Doğu Marmara Bölgesi’nde ülkenin geri kalanından farklı olarak, servetin bu denli anormal ölçeklerde yığılmasının önümüzdeki on yıllarda önemli sonuçları olacak.

İstanbul’a iç göç devam ediyor mu?

Bir azalma eğilimi var ama bir metropolde yaşamanın cazibesi devam ediyor. Hayat pahalılandı ve eski fırsatları sunamıyor gelenlere. Şehirde servetin katmanlaşması, yeniden bölüşümdeki dinamizmin kalkmış olması ve yerleşik sınıfların oluşması ve tabi büyük sermayenin tekelleşmesi… Ülkede doğuganlığın azalmasının da etkisi var tabi. Tüm bunlar iç göçü azaltıyor ama öte yandan İstanbul eskisinden daha fazla uluslararası göç alıyor. İstanbul için yapılan bazı kestirimlere göre, en kötü ihtimalle 2030’larda nüfusun 19 milyonda sabitlenebileceği gözlemleniyor. Elbette bu önümüzdeki on yılda 4-5 milyon nüfus demek. İstanbul’un çevrelerine doğru kesintisiz ve bileşik yayılımı devam ediyor. Bu yayılmanın bazı ekolojik eşiklere dayanmış olması hakikati de var. Doğu Marmara bölgesindeki mega projelerin ve İstanbul’un finans sektöründeki büyüme hedefinin şehirdeki hayatı daha pahalı hâle getirmesi kaçınılmaz ve bunların iç göçü ve ululararası göçü hangi açılardan etkileyeceğini kestirmek zor.

Türkiye’de doğurmayı teşvik edici bir siyasi söylem var 80’i ve 90’lı yılların aksine. Yine bu konuda bazı teşvikler açıklanıyor ekonomik destekler mahiyetinde. Bu süreç nereye oturuyor?

Türkiye’de ortalama doğurganlık 2’nin altına düştü. Bu anlamda bir yeniden üretim döngüsüne girildiği söylenebilir. Doğurganlığı teşvik etmek ekonomik olarak devlet destekleri ve bununla uyumlu sürdürülebilir hayat şartlarının mevcudiyetiyle de alakalı. Şu an nüfus açısından bir kriz durumu olmadığı için daha gevşek teşvik denemelerinden bahsedilebilir. Demografik fırsat penceresi kapanmadan önce de güçlü teşvik mekanizmalarını kurmak kolay gözükmüyor. Bence en önemlisi dünya çapında aile kurumunda büyük bir değişim, form değişimi söz konusu. Ayrıca ilk evlenme yaşı 30lara yaklaştı. Bu da doğurganlığı sınırlayan bir başka faktör. Genç işsizliğinin yüksekliği de bu anlamda belirtilebilir.

Demek ki devlet politikalarına baktığımızda, ciddi destekler olursa işe yarıyor?

Ama bu da çok kolay değil. Kuzey Avrupa’da yapılıyor mesela, çok uzun süreli doğum izinleri, maaşlar, bakım masrafları, kreş masrafları vb. tüm bunların tamamı güçlü bir refah devleti olmayı şart kılıyor. Ayrıca sosyal sınıfların da belli bir stabilite kazanmasını gerektiriyor. Hepsi aynı zamanda verimli ekonomik modellere sahip ülkeler. Sanayi üretiminin ağırlıkla imalata dayalı ülkelerde bu süreçlerin gelişimi çok kolay değil. O bakımdan biraz da yaşayıp göreceğimiz durumlar. Sonuç olarak Türkiye’nin bir nüfus krizinden bahsetmek söz konusu değil, nüfus artmaya devam ediyor.

Nüfus açısından tekrar İstanbul’a dönersek…

Evet, İstanbul için bahsettiğim gibi 2030’lu ve 2040’lı yıllarda 19 milyon mevcut büyüme eğilimleriyle ulaşılabilecek azami sayı olarak görülüyor. Kocaeli ve Tekirdağ’ı da dâhil ettiğinizde yaklaşık 25 milyon insanın yığıldığı bir bölgenin yönetilebilmesi de temel bir sorundur. Ülkenin de ithalat ve ihracatının yarısı burada, vergilerin yarıya yakını bu bölgeden alınıyor. Altmışa yakın üniversitesi var. İstanbul’un egemen konumu pekişerek devam ediyor. Daracık bir coğrafyada 39 ilçesiyle dünyanın en ilginç şehirlerinden biri olduğuna kuşku yok. Bu egemen konum planlama açısından da büyük bir sorun. Ana plan kararlarının bu kadar sık değişmesi büyük bir mesele. Hâlihazırda il bütününde planlama ve stratejik karar süreçlerinde Büyükşehir Belediyesi yetkili. Kendi sınırlarındaki alanlardaysa ilçe belediyeleri. Bir de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın gerek ilçe gerek Büyükşehir Belediyesi’ni bypass ederek kentsel planlama yapma yetkisi var. Bu yetki karmaşasının, yerel demokrasi güçlendirilerek çözülmesi gerekiyor. En geçerli, az maliyetli ve şehrin sakinlerinin onay ve rızasını da celbedecek çözüm bu gibi. 

Arka Kapak dergisi 18. sayı