Röportaj: M.Ali Çalışkan, Yunus Emre Tozal, Fırat Demirel

Baha Zafer , Uçak-Uzay Mühendisi, havacılık alanında hem endüstriyel hem de akademik anlamda önemli çal›flmalara imza attı. Ancak Arka Kapak sayfalarına onu Bilim Tarihi disiplinine yönelik özgün bakışından istifade etmek için davet ettik. Newton’la birlikte ortaya çıkan yeni bilimin matematiksel karakterini çok iyi analiz eden Baha Zafer ile fizikten felsefeye bir çok konuyu konuştuk.

Bilimin gelişim sürecini konuşarak röportaja başlayalım.  Öncelikle bir zihniyet dönüşümü mü oldu da bilimsel dönüşüm gerçekleşti, yoksa bilimsel dönüşüm mü zihniyet dönüşümünü tetikledi?

Bilim tarihi derslerimde “Bilim nedir?” sorusunu özellikle soruyorum, katılımcılar da haliyle teknolojiyi önceleyen cevabı veriyorlar. Derslerdeki uzun tartışmalar neticesinde, matematiği bilimin tanımında kullanmıyorken genelde deney, gözlem, tekrarlanabilirlik gibi pozitivist bir bakış açısının bize verdiği bilim tanımına varıyoruz, matematiği de ben eklediğimde elimizde bir bilim tanımı oluşuyor. Ardından şu soruyu soruyorum, bu tanımı gözönüne aldığımızda, tarihin içinde ne kadar geriye götürebilirsiniz? Bu noktadan sonra heyecan başlıyor, biraz bilenler varsa “Aydınlanma Dönemi”ni ya da “19.yüzyıl”ı tarih olarak veriyorlar, biraz sıkıştırınca “ilk insana kadar gider” diyorlar. Peki, ilk insan ne zaman dediğimde, işte M.Ö. 100 bin-200 bin başlıyor tartışmalar ve konu evrim tartışmasına dönüşüyor, onu konuya katkısı olmadığından kapatıyoruz derken, bizim şu anda cari olarak kullandığımız bilim tanımını geçmişe doğru götürdüğümüzde gittikçe buharlaştığını, yitirdiğimizi fark ediyoruz. İşte ben bu noktada kesin bir tarih verip konuyu kapatıyorum.

Kesin tarihiniz nedir peki?

1834 tarihi. William Whewell’in Inductive Sciences kitabında “Bilim Adamı” tanımını ilk defa kullanması. Bu tarihten sonra –modern bilim, klasik bilim ayrımı yapmadan– bilim vardır diyorum.

Klasikle moderni birleştiriyorsunuz yani, bilim modern zamanda ortaya çıkan bir şey öyleyse?

Modern kelimesini de kullanmıyorum. Neden, çünkü siz gözlem, deney, veriyi işleme dediniz. Şimdi bu ilk nerede görülmüştür dediğimizde, en iyi ihtimalle İbn Heysem’i görüyoruz. Ama bu, ne derece kendisinin takip edildiği bir ekol olmuş sorusu, günümüzde hâlâ araştırılıyor. 2017’de daha yeni bir kitap1 çıktı. Yine Routledge’dan yayımlanan Sonsuz Küçükler Üzerine2 kitabı da 5 cilt olarak Fransızca-Arapça yazılmasının ardından İngilizceye çevrildi. Tüm bu yapılan işlerin devamı gelecek, biz Robert Grosseteste’in, Roger Bacon’ın İbn Heysem’i takip ettiğini biliyoruz, ışık metafiziği üzerine çalışılıyor. Kepler de buna dahil edilebilir ama burada asıl söylemek istediğim şey, kendinden sonra takip edilebilecek, geliştirebilecek bir sürecin oluşup oluşmadığı meselesi… Deneyin bir tanımı olması gerekiyor tabii, bir ön kabulünüz var. Bunu ortaya koyan en güçlü kişi Galileo, özellikle de eğik düzlem çalışmalarını sayabiliriz. Çünkü Galileo “Ben buraya eğik düzlemi koyabildiysem, düzlemin uzunluğu 1 metre olsun, yerden yüksekliğine L’ye bağlı olarak atacağım demir bilyelerin belirli bir mesafe alacağı aşikâr. O zaman neyi çözmeye çalışıyorum, gidilen mesafeyle zaman arasındaki ilişkiyi elbette. Ta gibi bir rakamla değişecek muhtemelen, bu “a” dediğimiz sayı kare mi olacak küp mü olacak bunu bulmalıyım. “ diyor ve bunun için de sarkacın salınımını kullanıyor. Ön kabul inşa edilmiş oluyor “a” değişkeninin bağıntıya girmesi ile.

Neden sarkacın salınımını kullanıyor?

Çünkü sarkacın boyuyla salınım periyodu arasında hiç değişmeyen bir oran buluyor, bu oran sadece sarkacın boyunu değiştirdiğinizde değişiyor. Doğrudan sarkacın boyunu değiştirerek kendince “hata yapmayan bir saat” icat etmiş olacak. Bu yüzden periyot üzerinden yaptığı hesaplarla gidilen mesafeyi ölçüp, salınımdan ettiğini çevirip, sadeleştirme yapıp kabaca bir rakam buluyor ve bu rakam üzerinden de bir formül elde ediyor ve doğru yapıyor tüm bu işleri. Tüm bu işler 8 yıla yakın sürüyor. Bunları bugün birçok popüler bilim kitabında okuduğumuzda, “Galileo durdu, baktı, ağırlığı hiç önemli değil hiçbir cismin, çünkü onlar yere doğru düşerlerken bağımsız bir etkinin altındaydı. Yer çekim ivmesinin her yerde uniform olmasını asıl iş olarak buldu.” diye yazıyorlar. Hâlbuki Galileo böyle bir şeyi çok net olarak söylemedi. Çünkü orada yerçekimi ivmesi olan g’yi bulduğunun farkında değil, elinde sadece oranlardan çıkmış bir rakam var, oranların içinde yerçekimi ivmesi yok. Newton bile yerçekim ivmesini herhangi bir sabit olarak kullanıyor, tam değer ise Newton tarafından 1687’de yayımlanan Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) adlı çalışmadan 111 yıl sonra İngiliz bilim adamı Henry Cavendish tarafından bulunuyor.

bahar-zafer2

Böyle bir yoldan gittiğinizde, deney var, öngörü var, biz de yinelemeli bir süreç sonucunda tüm bunları test edebiliyoruz, çünkü hata yapıyor, düzeltiyor, hata yapıyor düzeltiyor ve sonucunda neticeye geliniyor. O yüzden deneyi teknik anlamda Galileo’dan önceye pek sarktıramıyoruz tarih olarak. İbn Heysem’in deneyi ön kabuller altında yürüttüğü doğru ancak kendisinden sonra ne derece takip edildiği, üzerinde çalışılması gereken doktora tezi konusu aslında.

Peki deneyi hallettik, tekrarlanabilirlik otomatik olarak geldi önümüze , peki ya matematik? Matematiği ne kadar geriye götürebiliriz? 5. dereceden denklemlerin bile çok eskiden çözüldüğünü biliyoruz ama bunla ilgili bir teori yok.

3.derece denklemleri (a.x³+b.x²+cx+d=0) bile İbn Heysem’e kadar çözemiyoruz. Ama 2.dereceden denklemleri Babiller’in çılgınlar gibi çözdüklerini biliyoruz. Neden çılgınlar gibi diyorum çünkü pratik anlamda bakıyorsunuz, 20 metreye 20 metre taban alanı için hacim hesaplarken kullanıyorlar örnek olarak, yani en fazla 10² =100 metreye kadar, bu zaten pratikte 10³=1000 metrelik olamaz, statik olarak mümkün değil. Taban alanını 1000 mertebesinde alırsanız yapı kendi üzerine çöker. Ancak yaptıkları bu hesapları teorik düzlemde en son limitine kadar araştırıyorlar ve 1034 sayısına çıkacak kadar hesap yapabiliyorlar. 1034 sayısını hesaplayabilecek algoritmayı oluşturmuşlar, sadece a.x²+b.x+c=0 denklemini çözmek için 9 farklı tip belirlemiş, gelen problemi bu tiplere ayırıp çözüm yapmışlar. Bunu yaparken de elindeki soruyu değişken dönüşümünü kullanarak, örneğin x+2= xx e benzetiyor, sonra hemen çözümünü yapıyor. Hangi soru gelirse gelsin; soruyu al, ufak bir değişken dönüşümü yap, uygun tiplerden birini seç, sonra çözüm yöntemini gerçekleştir, sonuca ulaş, değişken dönüşümünü tersinden geri yap ve sonucu ortaya çıkart. Süreç bu. Bu algoritma bizim elimizde var bugün. Zaten Harezmî’nin matematik metni de teknik olarak bu sürecin genelleştirilmiş halidir, onu da yakalamış durumdayız.

O zaman matematik, teorik düzlemde olmadığından dolayı Babillere kadar gitmiyor diyemeyiz, çünkü elimizde olduğunu söylüyorsunuz, başka bir sebepten ötürü gitmiyor olmalı. Matematiği neden Babillere kadar götüremiyoruz? Sonuçta “Bilim 1834’ten geriye gitmiyor.” ifadenize başka bir açıdan yönelttiğimiz başka bir soru oldu bu.

Güzel soru. 1834’ten önce klasik anlamda teknoloji yoktu, bu yüzden de müzik de bir teknolojiydi, mimarlık da, bir yerlerde köprü yapmak da… Bugün biz teknik olarak köprü yapamıyoruz, çünkü çok üst düzey bir teknoloji gerektiriyor. Orada kullandığınız çelik, çelik değil, alüminyum alüminyum değil, standartları var. Temperleme işleminden tutun da içine attığınız güçlendirici malzemeye kadar Japonlar biliyor bu işi… (gülüşmeler) O yüzden kritik bir bilgi, tünel örneğin; denizin altından geçen ve basıncın yüksek olduğu coğrafi yerlerde yapılan tüneller vb. Matematiğe döndüğümüzde ise o dönemler gözlemler yapılıyor, bunların konumları hesaplanıyor hatta sonrasında nerede göreceğimiz de hesaplanabiliyor. Ama tüm bunları yaparken klasik gelenek ta Danimarkalı simyacı ve matematikçi Tycho Brahe’ye kadar (1550’li yıllara kadar) uzanıyor. Çok ilginç bir şey, sadece belirli konumlarda ölçüm alıyorlar. Ne demek bu? En basitinden, günün eşit olduğu ekinokslarda ya da o gezegenin/gök cisminin dünyaya en yakın olduğu konum veya dünyadan en uzak olduğu konum… İki gezegen inceleniyorsa, örneğin Mars ile Jüpiter’in birbirine en yakın ve en uzak olduğu zamanlarda ölçüm yapıyorlar. Ölçümlerin yapıldığı yerler belirli yerler; istisnalar teknik olarak var, 1259 yılında Hülagû Han tarafından Meraga’da kurulan Meraga Rasathanesi örneğin… Sadece belirli bir hedef için –yanlış hatırlamıyorsam Jüpiter’in gözlemi için– 90 yıl sürecek bir araştırma yapılıyor ama 12-13 yıl Nasîrüddin Tûsî yönetiminde kurulu olarak kalıyor, ardından yerine geçenler gözlemi devam ettiriyorlar ama Hülagû Han’ın ölümüyle birlikte 35-36 yılda bitiriyorlar. Üçte birini hallettilerse de Jüpiter’in o tam turunun hareketini gözlemleyemiyorlar. Neden tam turunu gözlemlemeyi hedefliyorlar, çünkü olabildiğince ayrıntılı konum bilgisi elde ederek daha önce yapılan yörünge hatalarını düzeltecek yeni bir yöntem de geliştireceklerine inanıyorlar. Batlamyus’tan gelen dış çemberlerle taşıyıcı çemberlerin ilişkisini anlatan yöntemi terk etmek istiyorlar, çünkü o yöntemin hatalı olduğunu fark etmişler. İşte Tycho Brahe 25-30 yıl boyunca istisnasız her gece gözlem yapıyor, notlarını çok düzenli tutuyor ve kimseye vermiyor. Onun bu karakteri doğa felsefecileri tarafından biliniyor, hatta Kepler, 4 Şubat 1600 tarihinde Tycho Brahe’den “Bana iyi bir matematikçi lazım.” davetini aldığında çok seviniyor. Çünkü Mars’ın an an gözlemine gittiğini biliyor, hakikaten de Brahe ona Mars’ın hesaplarıyla ilgili notlarını veriyor “al uğraş” diyor tabir-i caizse. Ardından bayağı kavga ediyorlar, terk ediyorlar birbirlerini, sonra tekrar bir araya geliyorlar derken, en son Brahe ölüm döşeğindeyken, bütün terekesini veriyor. Kepler de bu notlar üzerinden çalışarak, 18-19 yıl uğraşarak kendi Kepler Yasaları’nı çıkarıyor, hatırladığım kadarıyla 196 defa hesabı baştan yapıyor. Dairesel yörüngenin hafif kaydığını fark ediyor ama hesapların da o elips şeklini verdiğini görünce elips deyip işi bitiriyor. “Bir hata yapmış olmalıyım” deyip onu bir daireye oturtmaya çalışıyor, Pisagorcu bir zihni var, ahenk arıyor gökte.

Tüm bunları şu yüzden anlattım, her konumda yer tayin edebilmeniz için matematiksel olarak bir aygıta ihtiyacınız var. O aygıt ise, herhangi bir yörüngenin zamana göre an be an nasıl değiştiğini bilebileceğiniz bir yaklaşım, yani ölçülemeyecek kadar küçük değişimleri tarif etmek için kullanılan Sonsuz Küçükler Hesabı, Calculus. Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri 1687 yılında Newton tarafından yayımlanınca, matematik; aslında daha önce sadece statik yani sadece belirli noktalar arası mesafe ya da alanı ölçerken dinamik bir hâle hüvviyet kazanıyor.

Sonsuz Küçükler’de matematiğin daha kullanılabilir bir hâl aldığı tartışılmaz bir durum. Ama bu matematiğin, Harezmî’deki ya da Babillerdeki matematikle, bilimle ya da evrenle buluştuğunda kullanılan formüllerde kısıtlı ya da sınırlı olduğunu gösterir mi?

Gösterir, çünkü kısıtlıdır. Newton işte bu engeli kaldırıyor. Newton dinamik matematiğini 1687’de  yayımladıktan sonra gelen bilim adamlarını/doğa felsefecilerini arka arkaya yerleştirin; özellikle mekanik dediğimiz alanın kurulmasında öncü isimleri: Bernoulli ailesi, Newton’un kendisi, Gottfried Wilhelm Leibniz, Cassini, Leonhard Euler, Joseph-Louis Lagrange, Fourier, Bessel ve daha niceleri… O tarihlerden önce de matematik var, yine köprü yapıyorsun, çark dizayn ediyorsun, saray yapıyorsun ama önünde engeller var, matematik statik durumda, sadece tanım yapılıyor. Maksimum ve minimumlara denk düşüyorsa yaptığınız çalışma sistem hatasız çalışıyor, ama denk düşmediğinde kısıtlanıyorsunuz. Matematik tüm bu kısıtlıklarından kurtulunca, bizim “bilim” tanımında kullandığımız matematik haline geliyor. Artık zamana göre değişim denklemler ile ifade edilebiliyor.

bahar-zafer3

O zaman Kant, doğru bilginin ancak matematikle mümkün olabileceğini söylüyor ya, dolayısıyla bizim Kant’ın dediği gibi genius science bir bilim yapmak istiyorsak matematiksel olmalıdır, çünkü Kant, Newton fiziğinin matematiksel olduğunu söylüyor. Heidegger, bilim üzerine yaptığı derslerde “Niçin Newton bilimi matematikseldir?”3 sorusuna esaslı bir felsefi cevap aramaya çalışıyor. “Deney, hesap, gözlem hep vardı. Fakat biz eskiden olup da şimdi olmayan bir tarz aramalıyız, bu tarzı da bize matematik veriyor. Buradan yola çıkarak matematiğin tanımına gitmeliyiz.” deyip, mathema’ya “bilgi, çalışma, öğrenme”ye gidiyor, yani “bildiğimiz şeylerle şeyleri bilmek…” Zaten bildiğimizi bilmektir diyor matematiğe, sayılar zaten insanın zihninde vardır, doğarken biliriz diyor.

Dünya kavramının içine mi yerleştiriyor yani?

Evet. “Dünyaya bakarken salt kendi zihnimizin nesneleriyle baktığımız zaman matematiksel bakmış oluruz. Ama kendi zihnimizin nesnelerini, zihinsel düzlemi bırakıp spekülasyon yaparsak, hikaye yazarsak o modern bilim değildir.” diyor. Aristoteles’in bilimiyle Newton’un bilimini ayırmak için matematiği bu yüzden kullanıyor ve “Yer çekimi kanunu bir formül içerdiği için matematiksel değildir, yer çekimi kanunu matematikseldir, çünkü sadece zihinle keşfedilebilir.” diyor. “Hiçbir hikâyeye, anlatıya gerek kalmadan, oturduğunuz yerden düşünerek ve aslında gözleme de ihtiyaç duymadan keşfedebilirsiniz.” diyor. Apriori bir fizik olduğu için matematikseldir, biz modernler, kendi zihni kavramlarımızla dünyaya bakabiliyoruz ona göre…

Evet, Edmond Halley’in sözünü hatırladım. Newton mekaniğini kullanarak 1758 yılında, “25 Kasım’da Avrupa’nın üzerinden bir kuyruklu yıldız geçecek, bunu bir İngiliz’in hesapladığını unutmadan gözlemleyin.” diyor. Hakikaten de dediğinden 3 gün sonra o kuyruklu yıldız geçiyor, kuyruklu yıldızın ismini biliyoruz artık. (gülüşmeler…)

Bu durum, Newton mekaniğinin Avrupa’da ilk toplumlaştığı andır. Çünkü bütün Avrupa’da bu biliniyor, özellikle aristokrat aileler teleskop alıyorlar ve oturup bekliyorlar kuyruklu yıldızın gelişini. Geç de olsa geliyor ve izliyorlar.

Hani evreni tanımlarken uniform diyoruz ya, ay-altı ay-üstü, yersel cisimler göksel cisimler filan… Bu uniformlaşmayı da matematiğe bağlıyor Heidegger, çünkü siz evrene kendi zihninizle baktığınız zaman, ay-altı ay-üstü âlemlerle bakamazsınız, bunlar birilerinin hikâyesi sonuçta, siz uzaya bunlarsız baktığınızda her yerde aynı kanunu görürsünüz, işte Newton da bu zihniyle, bu gözle baktığı için her yerde aynı kanunu görebilmiştir diyor.

Platonculuk, metafiziğe giden yolda matematiği kullanıyor ya… Değişmeyenin örneği olarak, Heidegger de öyle yorumluyor olsa gerek, eğer öyleyse çok da yeni bir şey söylememiş olabilir,

Ama Platoncu kalkıp o matematik söylemine dayanarak bir fizik inşa edemiyor.

Matematiği alta indiriyor mu? İlahiyat var, fizik var, sonra matematik geliyor doğa bilimlerinde sıralamada. Platon öğrencisi Eudoksos’a “Bak biz yukarı baktık, en mükemmel hareket olarak dairesel yörüngeyi oraya koyduk. Ama bir geriye dönüş hareketi (retrograde motion) görüyoruz gezegenlerde, o geriye dönüş hareketini çemberden çıkartamazsın. Bu problemi çözmemiz lazım.” diyor. Teknik anlamda bu probleme baktığınızda, Platon’un varlığı anlamada en önemli sorularından biri olduğunu görebiliriz. Mükemmelliğin örneği bu… Böyle bir yoldan giderken, Eudoksos bir iki yıl sonra geri geliyor Atina’ya, “Üstat çözdüm.” diyor. Çözümü: İç içe geçmiş küreler… “Ben iç içe geçmiş küreleri, ay için 4 tane, gezegenler için 4 tane, güneş için 3 taneyi kullanırım ve iç içe geçmiş kürelerin kendi içindeki bağıl hareketlerinden geriye dönüş hareketini çıkartabilirim.” diyor. Bunun üzerine Platon, rivayete göre 3 gün 3 gece yemek/eğlence veriyor. Doğrudan fiziği çözdüğü için… Matematikte de o dairesel hareketi iptal etmiyor.

bahar-zafer4

Gökler hâlâ kutsallığını koruyor yani?

Evet, ama matematikten aşağıya, fiziğe iniyor. Bu buluş başka öğrenciler tarafından da kullanılıyor, rakamlar tartışmalı ama Eudoksos 48 küre kullanırken Aristoteles 53 küre kullanıyor örneğin… İlginç bir şekilde İslam bilim dünyasındaki araştırmalarda Batlamyus’un probleminden Eudoksos sistemine dönenler var ve bu dönenler, yine ilginç bir şekilde Avrupa’da Nasiruddin Tusi’nin ya da Şam’da yetişen büyük astronomi âlimi İbn Şatiri’nin geliştirdiği modellerden daha fazla biliniyorlar, yanlış olduğunu bile bile ama… Bu tarafta gökler hâlâ mükemmelliğini koruyor ve fizikle açıklanabiliyor artık; ama Nasiruddin Tusi’nin ya da İbn Şatiri’nin geliştirdiği modelde ise matematik matematikliğini yapar, fizik fizikliğini yapar. O yüzden Heidegger’in yaklaşımı orijinal olmayabilir, şüpheye düştüm ama bakacağım metinlere.

Toparlayacak olursak, matematik 1687’ye geliyor, deney 1610’a geliyor. Başta bilim tarihine verdiğimiz 1834 cevabının ise bu iki tarihin ötesine pek gidemediğini görmüş oluyoruz.

Peki, matematik ve deney/gözlem 1700’lü yılların sonunda tamamlandıysa, bilimin başlaması 1834’e kadar neden bekliyor?

Çünkü sosyolojik gelişmeler var; dünya alt-üst olmuş durumda. Fransız Devrimi yaşanmış, ateizm gibi bir kol çıkmış, kiliseye başkaldırılıyor, hemen her yerde düzen bozuluyor. Peki, bilim gidemiyorsa ne gidiyor o tarihlere? Birincisi doğa felsefesi. O dönemde yapılan iş doğa felsefesi; insan düşünce etkinliğinin tüm alanları doğa felsefesi altında birleşiyor. Mimarlığın bir kavramı astronomiyi, astronominin bir kavramı ilahiyatı, ilahiyatın bir kavramı mimarlığı etkileyebiliyor; işte tüm bu etkileşimlerin toplandığı ana küme doğa felsefesi… Aristoteles’in, İbn Sina’nın Fizik kitabını çevirmesinden bahsetmiyorum yani, genelde ilahiyatçılar bu noktaya itiraz ediyorlar. Newton’ın kitabının ismi de cevap aslında; Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri… Newton bu ismi boşuna kullanmıyor, içinde olduğu paradigmanın ya da genel kavramın ilkelerini matematiksel olarak çözdüğünün farkında.

Zaten o dönem doğa felsefecileri 1000 Şilin alırken, matematikçiler 600 Şilin alıyor. Apayrı iki kariyer gibi görülüyor, Galileo matematikçi örneğin… Matematikçiler hor görülüyor, günümüzde mühendis ile teknisyen arasındaki fark gibi… Ama ortak bir çaba var; Evreni anlamaya çalışmak…

Ama şu var, doğa felsefecisi hiçbir zaman departmanlara/fakültelere ayrılmıyor. Tek bir sorusu var, onu çözmeye çalışıyor. O yüzden biz Newton’ı mekanik dünyanın kapısını aralayan isim olarak görüyoruz. Newton’ın bütün derdi doğadaki yekpareliği anlamak, Bir’i anlamak. Tüm bu çabası sürecinde bilimin ortaya çıkacağını kendisi de fark etmiyor belki de, o sorusuna odaklanmış.

1789’da yaşanan Fransız Devrimi ile ilk ansiklopedistler ortaya çıkmaya başlıyor, içerikler ve konular birbirine bağlı olarak tek bir kitapta toplanmaya başlıyor. İlk ansiklopedilerin üzerine Manş denizinin karşı tarafında Ana Britannica yazılacak zaten. 1800’lere girilirken ansiklopedilerde konular ayrılmalı mı ayrılmamalı mı tartışılıyor. Bir başka husus, yani bilim kavramını neden geriye götürmediğim konusunda bir diğer husus da üniversiteler mevzusu. Araştırma üniversitesi dediğimiz o William Humboldt’un kurdukları 1810, Prusya yenildikten sonra… Humboldt, bildiğim kadarıyla otuza yakın dil biliyor ve Prusya’nın bir anda eğitim bakanı yapılıyor, sıfırdan üniversite kuruyor. Bir de üniversite kurarken şartlar koyuyor; araştırma yapacak, özel laboratuvarı olacak; yani tez yaptıracak, fakülteleri, bölümleri olacak. Bölümler çok önemli çünkü hemen o tarihlerde sosyal fizik alanı kuruluyor; sosyoloji, antropoloji, arkeoloji, biraz ötesinde edebiyat bile yeniden kuruluyor (klasik filoloji – hermeneötik tartışmaları), ardından tarih, coğrafya… İşte bunları sağlayan şey, üniversitenin bölümlere ayrılabilir olmasından gizli… Eğer üniversite bölümlere ve fakültelere ayrılamasaydı, bu disiplinlerin ortaya çıkma zamanı ertelenmiş olacaktı.

Öyleyse siz bilimde departmanlaşmayı, salt teknik bir dönüşüm değil, bir zihniyet dönüşümü olarak görüyorsunuz, yani bütüncül bakmakla parçalayarak bakmak arasındaki; tümdengelim ile tümevarım arasındaki fark kadar büyük bu…

Evet, kesinlikle. Neticede araştırma alanları incelmeye başlıyor, disiplinler kendi içinde özelleşiyor ve yabancılaşma da buradan yol alıyor. Uzmanlaşma, yabancılaşmayı da getiriyor. 1830’larda İngiltere’de bir tartışma var, “Burada bir kitle/grup/topluluk oluştu, bu insanlar matematik kullanıyorlar, sürekli deney yapıyorlar, tez üretiyorlar, biz bunlara ne isim vereceğiz?” diyorlar. Sonuçta doğa filozofu değiller, eski usul de bilmiyorlar, ciddi ciddi tartışıyorlar. Bunu tartışanlardan biri, Charles Lyell, üç ciltlik Jeoloji metnini yazıyor. Yeni oluşan bu kitleye ne demeliyiz diye bu konu üzerine bir makale yazıyor, ardından William Whewell yazıyor, diğerleri de yazıyor. Teklif şu, “Gentlemen of Science” diyelim diyorlar, tam İngiliz aklı… Ve Whewell’in kullanımı devreye giriyor ve ilk defa “bilim adamı” kavramı ortaya çıkıyor. 1543, Kopernik’in Göklerin Devinimi Üzerine’yi yazdığı tarih bir kırılma, Kopernik Babilli ismini bildiğimiz astronotlardan Kidduni geleneğinin son temsilcisidir, yani antik dönem astronomlarının sonuncusudur. 1543 ile 1834 arası tam bir geçiş dönemi…Doğa Felsefesin’den Bilim’e… Geçişten sonra artık bilim var. Bu ara geçiş döneminde ise bilimin de doğa felsefesinin de nüveleri var, eğer bu şekilde bakmazsanız, Newton’ı bir simyacı olarak tanımlayamazsınız ya da Kepler’den mektup geldiğinde, Galileo’nun bir kenara atmasını açıklayamazsınız. Çünkü Kepler Galileo’ya göre simyacı ya da evrende mistik bir harmoni arıyor, Pisagorcu, annesi kaç defa cadılıktan yargılanmış Kepler’in. Düşünün yani… Kepler’in rasyonaliteyle hiçbir alakası yok, Galileo gibi cins bir herif de Kepler’e hiç referans vermiyor, umursamıyor bile. Ve Galileo dairesel yörüngeleri kullanmaya devam ediyor. Hatta Newton çekim yasasını 1/r2 ile değiştiğini göstermese belki de Kepler kimse tarafından uzun süre referans olarak kullanılmayacak. Ama bugün biz kendisinden “devrimci” olarak bahsediyoruz. Bu biraz da bilim kavramını çok rahat geçmişe taşımamızla ilişkili…

Fotoğrafın bütünü bu, ardından ikinci sanayi devrimi, ekonominin büyümesiyle Marx’ın getirdiği yenilikler, Fransızların aydınlanmasına karşı Almanların getirdiği o tarihsel/romantik bakış, o kavgalar ve bu kavgaların ortasında Heidegger’in durduğu yer… O kavganın içinde Heidegger , doğal olarak orada duracak zaten. Meseleyi bu tablo üzerinden okuduğumuzda çok da büyük bir yabancılaşma ya da problemle karşılaşmıyoruz.

O zaman klasik anlamda teknik ile, modern anlamda teknoloji arasındaki fark nedir, ekonomik bir fark var gibi, sanki teknoloji dünyadaki yeni ekonomik  modelle bütünleşmiş ve kapitalizmin bir enstrümanı gibi davranıyor. Modern teknik günü kurtarıyor, yani hayatın boşluklarına yönelik oluşan ihtiyacı. Öyleyse insanın dünyaya yabancılaşmasını giderebilecek bir aracı gibi mi modern teknik?

Evet, kapitalizme insanları bir arada tutmayı sağlayan tüketimin motoru diyebiliriz. Burada da kritik bir kırılma var, o tarih de İkinci Dünya Savaşı sonrası 1950. Niçin kritik, çünkü atom bombası meselesi… Kuantum elektrodinamiği üzerindeki çalışmalarıyla tanıdığımız Richard Feynman, anılarını anlattığı kitabında “Ben Manhattan Projesi’ne gittiğim zaman, fizikçinin hiçbir önemi yoktu, ne J. Robert Oppenheimer, ne Leo Szilard’ın…O zaman sadece Einstein biraz gözdeydi ve ona da kesinlikle uzak tutulması gerektiğine inanılan bir karakter olarak bakılıyordu” diyor. Einstein’ın hiçbir arkadaşı, Szilard bile -kaldı ki Leo Szilard ile beraber yaptıkları patent vardır, 1928 yılında birlikte bir jiroskop geliştiriyorlar- Einstein ile görüşmüyor. Einstein’ın etrafındaki büyük fizikçilerin hepsi bir anda nükleer silah üretmek üzere II. Dünya Savaşı sırasında ABD tarafından başlatılan Manhattan Projesi için Los Alamos’a çağrıldıkları için ortadan kayboluyorlar. Proje öyle gizli yürütülüyor ki, telefon yok, adres yok, posta adresi zaten yok, kapatıyorlar fizikçileri proje sahasına. Sadece Einstein’ı almıyorlar, o da zaten anlıyor zamanla neden kaybolduklarını, o arada fizikçilerin bir değeri yok, tamamı Avrupa’dan gelmiş. 1933 yılına kadar dağıtılan Nobel Bilim Ödülü’nü alan Amerikalı sayısı sadece 5 . 1933’ten sonra ise dönemin en önemli Avrupalı bilim adamlarının Amerika’da üniversiteler ve araştırma laboratuvarları kurmasıyla ibre tamamen Amerika’ya kayıyor.

Avrupa’nın kaymak tabakası Amerika’ya gidiyor diyebiliriz yani. Düşünsenize bir anda nitelikli 5-10 bin bilim insanının bize geldiğini…

Bize de geliyor. 70-80 kişi geliyor. Emre Dölen’in bu konuda bir araştırma kitabı4 çıktı, henüz inceleyemedim ama notlarımın arasında var.

Fizikçilerin kıymeti yok dediniz ya az önce, fizikçiler atom bombası icat etmek için Manhattan Projesi’nde toplanıyorlar, atom bombasından sonra mı değerleri artıyor?

Evet. Feynman, anılarında “Atom bombası atıldıktan sonra bankalar bile fizik mühendisi aramaya başladı, biz müthiş bir itibar yaptık, herkes bizim peşimizdeydi.” diyor. Teorik iş yapan fizikçiler bir anda hayatın içine giriyorlar ve yaptıkları şeyler, dünya tarihini değiştiriyor. Bilimin hayatın her katmanına, ekonomisine, giyeceğine, yiyeceğine, içeceğine karışacak kadar bir iktidar alanı kurması bu olaydan sonra başlıyor. Foucault’nun Bilginin İktidarı’ndaki o itiraz bu tarihlerden sonra yazılıyor. Dolayısıyla şunu diyebiliriz; 1834’te kurulan bilim kavramı, iktidarını 1950’de kuruyor. Teknoloji dediğimiz kavram 1950’den sonra, o yüzden çok yeni… Kapitalizmle beraber iktidarını da arkasına aldığı için teknoloji artık evde, hatta evin her yerinde şu anda…

Ama şu da var, günümüzde teknoloji halen kendisinden beklenen o büyük sıçramayı yapamadı. Güneş enerjisi konusunda örneğin, hâlâ yüzyılın başındaki enerji döngüsünü kullanıyoruz; bir şeyi yakıyoruz, yaktığımız şeyden enerji elde ediyoruz, mağarada odun yakan adamdan farkımız yok. (gülüşmeler…)

Peki, bilim-bilinç tartışmaları arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz? Kuramcıların ideolojileri, insanın dünyayı, toplumu kavramasını incelerken ele aldıkları bilinç kavramı tamamen değişmeli midir?

Oradaki iddialardan biri şu; bugün bizim “bilim” için yaptığımız tanımın tamamen değişmesi gerekiyor bilinci açıklayabilmek için. Eğer tamamen değişirse, benlik dediğimiz öznelliği yakalayacak yolu elde edebiliriz, bu bir varsayım sonuçta ama nasıl elde edilebileceğine dair de bir yöntem henüz ortada yok. Şu anda kullandığımız terimlerin tamamının fizik altyapısı var. Bilincin tanımlanması bundan bağımsız nasıl oluşacak ya da nasıl genişletecek bu daireyi (vaolan fizik yasalarını), çok kolay değil.

Öznellik tamamen bir yanılsama da olabilir?

Evet, hangi yolla yapacağıma bağlı. Bir taraf “Kuantumun en alt moleküllerinde bile o bilincin nüvesi/tadı olduğunu; o nüvelerin bir araya gelip birleştiklerinde karmaşık bir örgü oluşturduklarını ve o örgünün -su örneğinde olduğu gibi- bambaşka bir yapıya büründüğünü söylüyor. Aynı şekilde atom altı parçacıkta bulunan bilinç nüvesi diğerleri ile bir araya gelerek bir bağ kuruyor. Sonuca baktığımızda, bunların her ikisinin de bir araya gelerek yüksek değerlerini aştığı yer, memeliler, memeliler arasında da zincirin en üstünde; fonksiyonla en iyi örtüşenin insan olduğunu belirtiyorlar ki, bu durum da röportajın başında İsmet Özel’in cevabına geliyor. Ben doğaya çıplak olarak düşmüyorum, bendeki o örgütlenme doğadaki işlevi en iyi görüyor, dolayısıyla yabancılaşma ayrımı yapmaya gerek kalmıyor. Ben dünyaya eksik gelmedim, aslanla başka bir şekilde mücadele edebiliyorum; bilincin ve moleküllerin geldiği örgütlenme aslında işlevi en iyi görüyor.

Belki de bu yabancılaşma zihinsel bir şey; bizim evrimsel uyumumuzun bir parçası; biz bedensel güçsüzlüğümüzü belki de yabancılaşma sayesinde aştık? Çünkü yabancılaşma sayesinde kafa tutuyoruz, zaten rasyo; canlı beden ile buluştuğu zaman; yani akıllı zihinsel bir bilinç, kendine döndüğü zaman, kendini otomatikmen objeleştirmesi anlamına geliyor ya; bu sefer süje kendini obje kılıyor.

Ama başta konuştuğumuz Heidegger ekolünde nesne-özne ayrımı yapamazsın. Çünkü yabancılaşma söylemini getirebilmen için özne-nesne ayrımından önce bir bağ kurman gerekiyor. Burada da Heidegger dünya kavramını kuruyor, dünyayı bu anlamda nesneleştiremeyiz. Dünya kavramı Heidegger’de burada elimde dokunduğum bir nesne değil. Tam da bu dünyanın içinde ve o dünya kavramı içinden ben o nesnelere bakıyorum ve bu dünya kavramının ortaya çıkabilmesi için bir kırılma olması gerekiyor. İnsanın normal olarak yapması gereken eylemlerin normalde yapılamadığı zaman ortaya çıkan bir şey yabancılaşmadır. Aynı parmağım kırıldığında “Ya ben bu işi çok güzel yapıyordum ama artık yapamıyorum” demek gibi bir şey. Eşyayla daha önceki insanların muhatap olduğum gibi olamıyorum, çünkü eşyayı kendi içinde bir bütün; her şeyi açıklayabilecek bir alan olarak göremiyorum, çünkü eşyanın üzerinde bir iktidar kuramıyorum. Çünkü onu dışarı atmışım bir nesne olarak. Bu aslında bir yabancılaşmadır, doğal olanı kırdım, kırdıktan sonra ortaya çıkan hâl, yabancılaşma hali… Oradaki o doğal hali kaybedince fark ediyorum. Yabancılaşma hem insanlığımın daha önce olmayan çok önemli bir işlevimimi fark etmemi sağlıyor, bir taraftan da beni eksiltiyor, çünkü yabancılaşmamı sağlayan şey hayatımın içinde, benimle beraber olan bir şey.

Doğru, klasik insan insanlığını zaten doğal olarak yaşıyordu, dolayısıyla insanlıkla ilgili büyük sorular peşinde değildi.

Klasik insan kendiyle problemi olmadığı için Tanrı ile çok daha rahattı. Şimdi ise kırılma yaşandığından ötürü “İnsanlık nedir, Tanrı nedir?” gibi soruları çok daha zeminsiz, kırılgan, derinliği olmayan, sadece bir takım deneyimler ilham eden bir yere koyuyoruz soruları ve çok küçük bir kısmını çözüyoruz. Kulağı hassas olanlar biraz daha peşine düşebiliyor bu soruların. Bu yüzden Heidegger’de dünya, özne-nesne ilişkisinden önce kurulan bir yerdir.

Memelileri örnek verdin ya, insan dışında tüm canlılar yeryüzünde yaşar, insan ise dünyada yaşar öyleyse…

Dünya demiyor Heidegger, yine yeryüzü diyor, dünyayı çok daha özel bir yere konumlandırıyor.

İnsanın yeryüzü ile kurduğu zihinsel ilişki, yeryüzüne bakarken geçişin olduğu alan dünya değil mi? Dolayısıyla insan aslında dünyada yaşıyor.

Ama insan dünyada ne zaman yaşadığını anlıyor? Dile getirdiğinde… O yüzden şiir, edebiyat bu dünyayı kuruyor. “Dil varlığın evidir” sözündeki atıf da bu. Dil teknik olarak, benim zihnimin bir işlevi ya da fonksiyonu değil, dil dışardaki dünyanın; o varlık alanının bana sunduğu nesneler bütünü, dil burada bir şey söylüyorsa varlık adına konuşuyor. Varlık dilde kendisini gösteriyor, özne olan insan değil, varlık. İnsan pasif, “Bu pasiflikte hiçbir şey yapamayan insanın, varlığı en iyi temsil edebilecek kişisi kim?” Sorusunun cevabı şair. O yüzden şairler konuştuklarında tutup da “Neden böyle söylüyorsun?” diyemiyorsun. (gülüşmeler…)

Şöyle genel bir toplama yapalım, bilimin ışığında epey konulara değindik. İnsanlık 12-15 bin yıldır var diyebiliriz. Bildiğimiz kadarıyla M.Ö. 12.000’de dünya üzerinde 2 derecelik bir ısı artışı gerçekleşiyor, o ısı artışından sonra buzlanma kayboluyor 150 yıl içerisinde. Bu kadar uzun yıllar boyunca, ortaya çıkmayıp da şimdi çıkan şey raslantısal değildir elbette. Bu zihniyet dönüşümü nedir ki, modern bilimi mümkün kıldı? Bunun zihniyet dönüşümünün bir sonucu olmadığını iddia edebilirsin ama sonuç olarak ne oldu da evrene yeni tarz bakma imkânına kavuştuk?

Öncelikle buradaki seyir, son derece sürekli… İçsel dinamikler dışsal dinamikler var. İçsel dinamiklere girdiğimiz zaman, sorunun halen devam ettiğini görebiliriz. Atom altı parçacıklarının kendinde varlıkları var mı yok mu? Spin sayısı, elektrik yükü ya da kütle olarak bir yerden mi alıyor bu nitelikleri içsel etkinliği ile mi görünür kılıyor? İçsel etkinliği ise Antik Yunan dönemine gidebilirsin, sonuçta içkin olarak o orada zaten. Ama Newton’a geldiğinde ise bunun maddeye dışarıdan etkiyen f kuvveti olduğunu söylüyor f=ma’ı inşa ediyor; ama f kuvvetinin nereden geldiğini söylemiyor, “kusura bakmayın ben o konuda bir şey demiyorum (Hypotheses non fingo)” diyor. Hipotez üretmiyor yani, oturduğu yerden spekülasyon yapmıyor, Leibniz ne kadar sıkıştırsa da, o f kuvvetinin nereden geldiğini söyletmeye çalışsa da susuyor. Bu açıdan baktığımızda, atom altı parçacıklarının kendinden içkin olarak bir identity’leri olduğunu söylersek, binlerce yıl önceye kadar gidebiliriz. Bunların kendilerine ait identity’leri yok dersek, o zaman neden böyle davranıyorlar, dış etki nedir? Sorularını sorarız. O zaman da f kuvvetinin nereden geldiğini bulman lazım. Problem hâlâ teknik olarak aynı yerde, iç dinamikler açısından baktığımızda bu yüzden halen aynı yerdeyiz.

Burada o zaman zihniyetin değişimini tetikleyecek bir süreç yok.

Evet, o yüzden kimse de Newton yayınladı biz rahata erdik filan demiyor. Dış etkenler neler sorusuna baktığımızda, birinci olarak din ve mezhep çatışmaları kritik bir rol oynuyor Avrupa için. Hatta Galileo’nun ya da Kepler’in hayatını bu açıdan okuyabiliriz; 1618-1648 30 yıl savaşları Katolikliğin ve Protestanlığın birbirine girdiği dönem. 1514’de Martin Luther, kendi öğretilerini Wittenberg Saray Kilisesi’ne yapıştırınca ortalık geriliyor biliyorsunuz. 30-35 yıl boyunca (1545-63 yıllarında) Trento Konsülü var papalığın yaptığı, orada bütün öğretilerini revize ediyorlar. Zaten bu revize etme işlemi esnasında engizisyon mahkemesi kurulması yahut revize edilmiş halde gündeme gelmesi kararı alınıyor.

İkinci olarak coğrafi keşifler meselesi… Osmanlı’nın Akdeniz bölgesindeki iktidar meselesi çekişmeleri ve bunların ticaretteki karşılıkları…

Yani tarihsel dinamiklerle açıklıyorsun biraz bu süreci…

Evet, ekonomi de devreye giriyor. Ekonomi, savaşlar ve ticaretin gelişmesi dış etkenler açısından çok önemli. Çünkü Galileo ayın yüzeyi ya da uzak yılları incelemek dışında, Jupiter’in uydularını buluyor, 1609 yılında iki ucunda mercek olan boruyu kendisi yapıyor ve gökyüzünü gözlemliyor.

Ama şöyle, teleskop demek…

1611’de isim veriliyor ama.

O yüzden sen iki ucunda mercek olan boru tanımlamasını kullandın.

Sen de sıkıldın tabi. (gülüşmeler…)

Galileo’nun iki ucunda mercek olan boruyu gökyüzüne yönlendirmesi, “Gökyüzü benim nesnemdir, oraya tıpkı bir bardağa bir ağaca bakar gibi bakabilirim, tek sorun mesafedir” diyerek Aristotelyen düşüncedeki ay üstü ay altı düşünceyi kabul etmediğini izhar etmiş oluyor. Gökyüzünü ruhani bir nesne değil de fiziki bir nesne olduğunu kabul etmiş oluyor. Öncesinde gökyüzünün mükemmel düzen içeren ruhani bir yerdir düşüncesi hâkim…

Ama ay üstü ay altı âlem konusu zaten 1572 yılında Tycho Brahe’nin yaptığı Supernova gözlemiyle gidiyor. Ardından 2-3 tane kuyruklu yıldız geçiyor, bu yıldızların hesaplarında çok büyük kavgalar yapıyorlar papazlarla Galileo’nun ekibi arasında. Çok ilginç bir tartışma oluyor örneğin, teleskopla bakıyor aya, ayın tepelerini görüyor. Bunların metinlerini yayınlıyor, yayınlanınca Cizvit papazları tarafından -kilisenin kurduğu özel bir ekip, muhtemelen o Trenton Konsülünden hemen önce Protestanlığın ilanından hemen sonra kuruluyor- doğa felsefesinin yeni ilkelerinin Hristiyanlık öğretilerine ne katkı/eleştiri/çatlak sağlar o araştırılıyor. Bu açıdan çok ilginç bir dönem… Kilise öğretileriyle “bilim” karşı karşıya çekişiyor. Cizvitlerin okulu olan Roma kolejinin neden kurulduğu nasıl kurulduğu bu açıdan yakından incelenmeli.

Burada gökyüzüne iki ucu mercekli olan boruyla bakmak bile bir zihniyet dönüşümünü temsil ediyor.

Etmiyor. Aristoteles sisteminden zaten kopan insanlar var, Galileo onun bir temsilcisi, Aristoteles sisteminden koparken dışarıyı nesneleştirmiyorlar. Çünkü yeryüzündeki hareketin ne olduğunu çözmeye çalışıyor, suyun kaldırma kuvvetini anlamaya çalışıyor, örneğin bir cismin suya atıldığında batıp batmamasıyla ilgili çok ilginç tartışmaları var, bunun üzerine neredeyse 300 sayfalık metin yazıyor. Ona göre Aristoteles sisteminin çok açık hataları var ve Aristoteles sistemindeki hataları düzeltebileceğini düşünüyor. Eğik düzlem deneylerini bu yüzden yapıyor.

Teleskopla, ilgili gözlemlerini yapıyorlar, Cizvit papazlarına gidip, “Ay’ın yüzeyi senin gördüğün gibi girintili-çıkıntılı olabilir ama biz de gördük deyip hemen kullanıyorlar teleskobu, hatta papa bile bakıyor. Türkiye’de genellikle “Bakmayı reddettiler, bilime karşıydılar” diye bilinir, öyle bir şey yok bakıyorlar. Sadece Bologna’daki papazlar (Galileo Bolonga’ya Vedenik’den dönerken uğruyor) “Bunlara gerek yok, bunları cadılar kullanıyor” diyorlar. Roma’dakilerin hepsi bakıyor ama yorumda anlaşamıyorlar. “Sen orada tümsekler görüyorsun, evet biz de görüyoruz ama o tümseklerin üzeri saydam bir küreyle kapalı ve bu yüzden de pürüzsüzdür” diyorlar.

Hala toz kondurmuyorlar. (gülüşmeler…)

Ardından Batlamyus sistemi, Kopernik sistemi ve bunların kavgalarıyla ilgili olarak Roberto Bellarmino’nun -engizisyondaki yedi üyeden biri- çok ilginç konuşmaları var Galileo ile. Bellarmino “Eğer Kopernik sisteminin geçerli olduğu ispat edilirse, biz kilise olarak bunu kabul ederiz, bir sıkıntı çıkarmayız ama bil ki ispat edilmedi.” Dünya’nın hareket ettiğinin ispatı 1838 Alman gökbilimci, matematikçi, fizikçi Friedrich W. Bessel tarafından paralaks olayının açıklanması ve tabii bir de 1851’de Foucault sarkacı…

Galileo niçin Jüpiter’in uydularına bakıyor?

Birincisi para kazanmak için, 4 tane uydusunu teleskopla görünce Cosimo’nun o zamanki Medici ailesinin 17. Arşidükünün yeğenlerinin ve kız kardeşlerinin isimlerini koyuyor. Mektup yazıyor, “Böyle böyle işler yaptım, üç-beş kuruş maaşla beni Floransa Üniversitesi’ne alır mısınız?” diyor tabir-i caizse, o da kabul ediyor. Bu önemli. Ayrıca Jüpiter’in uydularını çözebilirse ki bir tanesi hariç diğer üçünün modern döneme göre % 5 hatayla periyotlarını hesaplıyor. 15-20 yıl boyunca çalışıyor bunun için, Kepler’le kavgalar ediyor. Hesaplamasının sebebi, “Eğer ben, dünyadan bağımsız bir saat yapabilirsem, bir geminin boylam üzerinde yol aldığı mesafeler üzerinden; örneğin İspanya’dan çıktığını farzedelim bir geminin, atlas okyanusunda ilerliyor; eğer dünyadan bağımsız saatim olursa, o gemiye hangi boylamda olduğunu söyleyebilecek imkânı da bulurum” düşüncesi… Bu nasıl mümkün olur, “Yukarıdaki astronomik saat, dünyanın hareketinden ve geminin hareketinden bağımsız olduğu için saati verirse, gemi bu arada kendi lokal saatini belirleyebilir, Jüpiter’in de uydularından da ne kadar yol gittiğini hesaplayıp çıkartabilir” diyor. Bu çünkü çok büyük bir problem o zamanlar, Fuat Sezgin’in iddiasına göre bunu ilk bulan Müslüman coğrafyacılar… Bunu buldukları için Amerika’yı önce Müslüman coğrafyacılar keşfediyorlar…

Öyleyse dünyadaki Galileo göreliliği yüzünden dünya dışında sabit bir zaman arayışı var.

Evet, bunun için Hollanda ve İspanya ile yazışıyor o dönemler… Ben böyle bir saat peşindeyim, bunu başarırsam bunun ücreti ne olur hesabından araştırma yapıyor.

Aslında coğrafi olarak da askeri olarak da endüstriyel anlamda çok değerli bir şeyin peşinde koşmuş oluyor.

Evet, böylece büyük ticaret yapan gemilerin daha güvenli yol almalarını sağlayacak bir sistem yapılabilir düşüncesi hâkim, coğrafi keşiflerin başlangıcından ortalama 100 yıl sonrası, tam da İspanya İngiltere ve Hollanda arasında kavganın döndüğü dönemler… Bu keşfe ne kadar kazanabilirim gözüyle bakıyor. Daha ben evde dershane kurmasını, öğrencilere yatılı okul açmasını, zengin çocuklara nasıl Şato tahkimatı yapılacağı hakkında dersler verdiğini anlatmıyorum bile, sonra denizci pergeli yapıyor. Yılda yaklaşık 100 tane üretip satıyor.

Zihniyet değişimi ya da daha teknik ifadesi ile “paradigma değişimi” var mı sorusuna sadece iç dinamiklere bakarak cevapladığımızda daha önce belirttiğimiz gibi temel ve sınırlarda gezen sorular hala bizimle. Ulaştığımız bir netice yok sadece süreç var. Ama dış etkenleri odak nokatasına yerleştirdiğimizde ise, sanki zihniyet dönüşümü varmış yanılgısına düşebiliriz. Çünkü bu etkenler günlük hayatımıza çok yakından müdahale ettiği için, doğal bir şey böyle düşünmemiz. Bu noktada 1859 tarihi de çok önemli.

1859’da ne oluyor?

İlk defa demir cevherinin içindeki karbon oranı %2’nin altına indiriliyor. Çelik ortaya çıkıyor yani. Bu tarihten önce yapılan bütün silahların namluları, bir metreye bir metre alan alın 10 metreden öteden ateş edin o 1 metrekarelik alanda herhangi bir yere düşüyor, tamamen rastgele, bir hassasiyet yok, salınımı çok yüksek, çabuk ısınıyor, sünüyor, her atıştan sonra kalibre etmen gerekiyor, çelik öyle değil ama. Bu bir. İkincisi doğrusal hareket. Buhar makineleri ile piston hareketi… Krank mili işte 1859’da keşfediliyor. Pistondan aldığı alternatif doğrusal hareketi sürekli dairesel harekete çeviriyor.

Cezeri’de de var bu.

Evet, hatta sonrasında da kullanılıyor. Ama Müslüman bilim adamlarındaki mesele, dış etmenlerdeki değişim dönüşmelerle alakalı bir sakinlik var; bu bir durgunluk ya da geri kalmışlık filan değil. Bir sükûnet var, Avrupa’da böyle değil, bunun sebepleri olarak gösterilen işte din ve mezhep çatışmaları bizde bu kadar sert olmadı, bilim teknoloji ile arasındaki ilişki filan değil; çok daha farklı bir sakinliğimiz var. Bu sakinlik ahiret inancına eğer bağlanabilirse ben oraya bağlarım. Pasiflik de değil, daha farklı bir hayat/yaşam algısı var çünkü. Bu algı ne temelde merakı öldürüyor ne de aklın ikinci plana atılışını onaylıyor. Sadece bahsi geçen dış dinamiklerin işleyişine etkiyor: ekonomik düzen, toplumsal yapı, politik güç ilişkilerinin kuruluşu ve yönetilmesi. Ama bilimsel ilerlemenin seyrini yüklenen iç dinamiklerde herhangi bir durgunluğa neden olmuyor. Temel sorular üzerine üretim devam ediyor. Üçüncü olarak, petrol; bizmut ki bu Mezopotamya da bile var, kendiliğinden çıkmış o coğrafyada; işte bizmutun da işlenip petrol haline getirildiği tarih de 1859. Bu, endüstriyel çağ açısından harika bir gelişme, çünkü sonrasında Otto çevirimleri, Dizel çevirimleri yapılıp araba motorları yapılıyor. Bizmuttan ‘benzin’e geçiş yani… Son olarak Charles Darwin o meşhur Türlerin Kökeni kitabını 1859’da yayımlıyor. Birkaç madde daha var 1859’da gerçekleşen ama unuttum, sonuç olarak tüm bu gelişmeler İkinci Sanayi Devrimi’ni besliyor ve yaygınlaştırıyor.

Birinci Sanayi Devrimiyle İkinciyi nasıl ayırt ediyorsunuz?

İşte bu süreçten… Birinci Sanayi devrimi buhar makinesi, o da tekstilde kullanılıyor. 1800’lerin başı. Marks’ın ekonomiye dair ilk yazdığı metinler birinci sanayi devrimi ama Kapital’de yazdıkları İkinci sanayi devrimini anlatıyor. 1830’lu yıllarda Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın öne çıkmasının sebebi, Hollanda’daki koyunların yünlerini İngiltere’ye vermiyor. Vermeyince ikinci üretim yeri olan Mısır’a gidiyorlar, para akıtıyorlar, Kavalalı’da artistlik yapıyor. Hollanda ile 3-5 yıl arasında araları düzelince de Kavalalı’ya elindeki para ile idare et diyor İngiltere. Sonrasında da anlaşmaya gidiyorlar zaten. Bir Osmanlı tarihçisine göre Kavalalı kendine göre modernleşmeyi kuran vs. ama hâlbuki koyun yünü alıp almama meselesi var ortada. Bu durum Marks’ın teorisinde de ortaya çıkıyor, Birinci sanayi devrimi sadece tekstilde, ikincisinde ise her şeyde… Birinci Endüstri Devrimi’ni üretimin makinalaşması, İkinci Endüstri Devrimi’ni üretimin serileşmesi söz konusu derler ama bunu da tashih etmekte fayda var. Para dediğimiz şey İkinci sanayi devrimiyle beraber birikmeye başlıyor, işte Ricardo’nun merkantilist bakış açısının sonucu bu…

Peki, elektriğin sanayiye girmesini yine bir önemi bir dönüşüm olarak görüyor musun?

1882’de olan bir şey, çok şeyi değiştiriyor ama bundan geç. 15-20 yıl olsa da, teorinin ilk kurulduğu 1832 Faraday, elektrik akımı üretme sorununu sürekli ve pratik bir şekilde çözen dinamoyu (bir ham enerji jeneratörü) icat ediyor, uygulamalar ufak ufak devam ediyor, Maxwell’in denklemlerinin çok büyük etkisi yok, zaten kimse anlamıyor o denklemleri… 1882’de yanlış hatırlamıyorsam Münih’teki elektrik fuarında, kendi jeneratörleriyle birlikte tanıtım yapıyorlar, fuarın adı da Goethe’den ilhamla “Biraz Daha Işık!” Bu başlık boşuna seçilmiyor, Goethe’nin ölürken söylediği son söz, 65 sene önce ölen Goethe’nin bu sözünü elektrik fuarının üst başlığı seçerek, kültür devamlılığı anlamında taşıyorlar.

Elektriğin ilk kullanılması düşünüldüğü alan aydınlatma mı motor mu?

Motor elbette. Çünkü krank milini daha iyiye götüreceğini görüyorlar, orada kullanıyorlar, ama elektrikteki karşılığı doğru akım ürettikleri için kuruyorlar, Tesla devreye girince alternatif akım da üretiyorlar. Tesla’nın geliştirdiği üç fazlı alternatif akım indüksiyon motoru, elektrik enerjisini mekanik enerjiye, doğru akıma göre çok daha başarılı bir şekilde çeviriyordu. Ayrıca alternatif akım daha yüksek voltaj üretmeyi mümkün kılıyor, elektriğin çok daha uzağa, çok daha ucuz bir şekilde taşınmasını mümkün kılıyordu ki bu Edison’un sistemini baltalayan bir gelişmeydi. Tesla Edison’la yollarını ayırıyor 1884’te ABD’de çalışmaya başlayınca tabi, çünkü Edison’dan önce ABD’de hiçbir evde elektrik yoktu; dolayısıyla elektriğin evlere girmesi, Edison’un geliştirdiği doğru akım sistemiyle mümkün olmuştu ve Edison ekonomik kaygılardan dolayı bu sistemi değiştirmek istemiyordu. Einstein’ın babasının iflas etmesinin sebebi de Tesla’nın alternatif akımı buluşu yüzünden, çünkü Einstein’ın babası ve amcası da doğru akım üzerine çalışıyordu.

Peki, neden atom bombası 1.dünya savaşında kullanılmıyor da 2.dünya savaşında kullanılıyor, fark edilmişlikle mi alakalı bu durum?

Evet. J.J. Thomson’ın atom altı parçacığı ilk tanımladığı 1897 yılında yani elektronun fark edildiğinde tartışmalar var ve bu tartışmalar biraz set koyuyor gelişmelerin üzerine. Atomculuğu çok geç kabul edip spekülatif bulan fizikçiler var. Burada Avusturya-Çek kökenli fizikçi ve felsefeci Ernst Mach çok önemli bir isim, uzun süre kabul etmiyor atomu, ölmeden önce 1932de bir toplantıda atomun var olduğunu kabul ediyor, o tarihe kadar duruyor düşünün yani! Ama Mach’ın ilginç tarafı şu, Viyana çevresi olarak bildiğimiz mantıksal pozitivistler var ya, (Moritz Schlick, Rudolph Carnap ve Otto Neurath sayılabilir ama Wittgenstein yok) işte o ekibin fikir babası. Modern dönemdeki bilim felsefesinin doğrulama ilkesi yüzünden kurulan yapının da omurgasında duruyor Mach. Mach’ın 1897’de ilk atom altı parçacığın bulunmasına itirazı ve taa 1930’lu yıllara kadar kabul etmemesi, diğer bütün fizikçilerin de buna mesafeli durmalarına zemin hazırlıyor. Arka arkaya bir sürü şey bulunuyor. O bir ton bulunan şeyin arasından atomun yapısı ortaya çıkıyor. Niels Bohr’un hidrojen atomuna dair teorileri örneğin…

Ernest Rutherford hocasıydı galiba?

Evet. Rutherford’un radyoaktifliğin bir elementin atomlarının başka bir elementin atomlarına kendiliğinden dönüşme süreci olduğu sonucuna varan hocasının, Rutherford Atom Modelini alıp geliştiriyor. Rutherford da tabii gama ve beta ışınlarını buluyor, ekip böyle çalışırken kabaca bir model ortaya çıkıyor; bir yörüngede elektron dönüyor, içeride proton ve nötron var. Gezegen modeli ortaya çıkıyor yani. Bu modeli geliştiriyorlar, periyodik tablo da ortaya çıkıyor ama çözemedikleri bir sıkıntı var. Bazı elementlerin protonları ve nötronları çok küçük, izotopları fark etmeleri çok zor, küçücük çekirdekte örneğin 238 tane proton var, bir o kadar da nötron varsa bu nasıl kararlı kalıyor? Tabi çok kaba hesaplıyorlar, elementlerin ince hesapları 1950’den sonra Kuantum fiziğiyle yeniden hesaplanıyor. Çok çabalıyorlar elementlerin bu kararlı olma hallerini, en sonunda “Biz eğer bu kalabalık ortama, birkaç tane daha proton koysak ne olur?” diyorlar. Çekirdeği parçalayabiliriz. Çekirdek parçalanınca ortaya bir kütle çıkar, kütle değişir ama o kütle de enerji ortaya çıkarır. İşte bunu 1930-32’de fark ediyorlar. Bu yüzden  Birinci Dünya savaşında atom bombası kullanılamıyor. Bir de proton’u gönderince, zaten protondan oluşan yapıda artı artıyı itiyor, düşünüyorlar, bu sefer nötron göndermek lazım diyorlar. Nötronlar da sıfır sonuçta, ee nasıl durduracağız peki? İşte nasıl durduracaklarını bulamıyorlar. Kim buluyor, Enrico Fermi, İtalya’da. Su molekülü koyuyor, kocaman bir akvaryumda, gönderiyor proton’u, sudaki moleküller çarpa çarpa çekirdeğin içinde duruyor. İçeride kararsızlığı arttırınca ayrılıyorlar çünkü. Ayrıldıklarında açığa çok büyük bir enerji çıkıyor. İki tane ekstra nötron çıkıyor bir de ortaya. Eğer iki tane çıkıyorsa, o iki tane zaten dışarıya çıkacağı için bir tanesini etkiliyorlar, diğeri diğer elektronları harekete geçiriyor; böylece E=m.c2’nin doğru olduğunu ispatlayarak çok büyük bir enerjinin açığa çıktığını gözlemliyorlar. Yani atom bombasının teorik olarak zemini hazırlanmış oluyor. İş pratiğe döndüğünde, ciddi bir yarış ortaya çıkıyor, Almanya’nın bunu yaptığını kabul ediyorlar.

Nereden biliyorlar Almanya’nın yaptığını?

Norveç’de bir tane fabrika var. Dünyada zaten iki ya da üç tane var bu fabrikadan, o fabrikanın en büyük özelliği ise ağır suyu üretebilmesi… Yani H2O2 üretilebilmesi… Ağır su ne anlama geliyor, nötronu hepten yavaşlatmak… Bu fabrikanın ilginç bir özelliği var, kurulduğu yer bildiğiniz vadide bir yer, çok derin ve sadece tek bir geçiş yeri var. Naziler burayı alıyor, işin başında bilim koordinatörü Werner Heisenberg var; kuantum fiziğini matrisler halinde formüle ederek 1932’de Nobel Fizik Ödülünü alan fizikçi. Einstein işin başına Heisenberg’in geçtiğini öğrenince hemen mektup yazıyor Franklin D. Roosevelt’e, dikkat edin bomba yapabilirler, teorik olarak zemin hazır diyor. 1.5-2 yıl boşta kalıyor mektup, cevap gelmiyor ama ilginç bir şey oluyor, FBI Einstein hakkında dosya açıyor ve gece gündüz takip ediyorlar. Ardından Einstein’ın hiçbir atom bombası grubunda yer almaması da bu raporda yazanlara bağlı. Einstein’ın ne yapacağı belli olmaz diye düşünüyorlar. Sonuçta barış yanlısı, herhangi bir yere aitlik hissetmiyor, dünya vatandaşıyım filan diyor. Bu yüzden Amerika’ya sadık olamaz diye düşünüyorlar. Ardından işte bahsettiğim Norveç’deki fabrikanın Naziler tarafından alındığı bilgisi geliyor FBI’a. Ardından Heisenberg’in laboratuvarının nerede olduğu fark ediliyor, Heisenberg hızlandırıyor işleri.  O sırada normalde savaşanlar arasında antlaşma var; Londra, Paris, Viyana, Münih, Berlin gibi büyük şehirlerin bombalanmayacağı yönünde, saldırmazlık ilkesi… Çok enteresandır, kültürün korunması vb. hep konuşuluyor.

Hitler Londra’ya bomba atıyor ama?

Dış mahallesine atıyor ama. Örneğin Londra’da Tower Bridge’i Almanlar şehri bombalarken yön bulmada kullanıyorlar, Londra’nın o old-town olan bölgeye dokunmuyorlar, Almanya’da da Heidelberg kasabası mesela bombalanmıyor. Heisenberg’in deney yaptığı laboratuvar fark ediliyor ve bomba atılıyor. Tabi laboratuvara gelmiyor, laboratuvarı çok uzaktaki bir köyün mağarasına taşıyorlar.

Heisenberg Nazilere atom bombası üretme hizmetinde bulunuyor yani?

Tabii. Hitler’e bir rapor sunuyor, yüz yüze de görüştüğü söyleniyor. Hitler soruyor ne kadar sürede bitecek diye, o da 1.5 yıl ya da 2 yıl arasında diyor. Hitler de eğer 3 ayda bitmeyecekse ben buna para vermem diyor, çünkü iş sıkışmış, ekonomik kriz var. Onun yerine uçaklara araçlara vb. para harcıyorlar. Amerika’da ise durumun tam tersi gaza basılmış durumda. Çünkü bu adamlar şurayı aldı burayı aldı diye acele ediyorlar. Bir anda bu konuda ne kadar çalışabilecek insan varsa hepsini topluyorlar. Proje içinde olan hiçbir bilim adamı bomba atılsın demiyor, çünkü savaş zaten kendiliğinden bitiyor. Sadece Japonlar olayı biraz uzatıyorlar. Ama Amerika’daki siyaset bilimciler işin o kısmına fizikçileri karıştırmıyorlar ve B52’yi yükleyip gönderiyorlar Nagazaki ve Hiroşima’ya… Bombayı gövde gösterisi olarak kullanıyorlar.

Zaten bir yerde sonuçlarını gösterince başka bir yere bomba atmana gerek yok.

Evet, Amerika’nın siyasal tarihte ağırlık kazandığı gün de bombayı attığı gündür. Amerika’nın genel politikasıdır, “Benim coğrafyamın dışında hiçbir şey yapmayacaksın…” Dünya tarihine çıkışı 1945’ten sonradır yani, öncesinde hiçbir ağırlığı yoktur.

Peki, Newton fiziğiyle Kuantum fiziğinin evrenine baktığımızda, bir süreklilik devamlılık görüyor musun, Kuantum bize evreni farklı okuma imkânı veriyor mu? Kuantum fiziği bize madde hakkında ne söylüyor?

Belirsizlik ilkesinden ötürü konuya pek giremiyoruz aslında, Plank sabiti çok söylenmiyor formülde örneğin, belirsizliğin sadece formülün aşağısında geçerli olduğuna yöneliktir kanı var ama belirsizlik formülün yukarısıda var.

Schrödinger kedisi formülü de bunu açıklıyor.

Evet, ama başka problemler de var. EEG analizleri ile fMRI bulguları arasında örneğin. EEG zamanda çok hızlı ama sadece belirli bir lokalde geçiyor, nereden geldiği de belli değil, tanımlayamıyorsun. Hangi nörondan geldiği bile belirsiz, fMRI datasında ise beynin oksijen tüketiminin haritasını ortaya çıkarıyorsun ve nerede ne kadar tüketildiğini bilebiliyorsun. 300 tane nöron şu işi yapıyor diyebiliyorsun ama zaman olarak da 1,5 dakika gibi bir zaman aralığı veriyor, EEG analizleri gibi hızlı değil yani. O 1,5 dakika içinde orada neler oluyor ve senin verdiğin etkiyi 1,5 dakika sonra cevap verebiliyor. Böylece zamandaki hassasiyet mekânı, mekândaki hassasiyet ise zamanı etkiliyor, bu hiçbir zaman aşamayacağımız bir problemi meydana getiriyor. Tüm bunların altında elektromanyetik dalgalarla haberleşen sistemlerin altında da aynı problemler var. Maddeyi de bu yüzden tanımlayamıyoruz çünkü bu bir engel koyuyor önümüze. Bu durum sadece beyinle ilgili çalışmalarda değil, diğer alanlarda da karşımıza çıkıyor, genel bir problem.

İkinci olarak deterministtik yani belirlenimci olmasıyla ihtimalî yani istatiksel olması problemi… Bildiğim kadarıyla istatistik konusu klasik mekaniğin içinden, yani zarlardan çıkıyor. Hani Lagrange için anlatırlar ya, Napolyon’un yanına çıkarak Mécanique Analytique kitabını sunuyor, Tanrı nerededir? Diye sorunca “Gerek duymadım çünkü sistem çok iyi çalışıyor” diyor. Bakın burada bu deterministtik yapıyı yazdığı kitabın ismi The Theory of Probabilities, yani Olasılık Kuramı. Ee burada şimdi, bir işin bu kadar belirlenimli olduğunu biliyorsa neden bunun üzerine bir kitap yazıyor? Aslında orada çok daha farklı bir kavramı tartışıyor, Leibniz’in evrendeki Tanrı’nın bütün her şeyi kuşatıcı ve üstte duruşuyla ilgili birkaç makale okumuştum, oradan söylüyorum. Klasik mekaniğin içindeki bu zar atma ihtimal hesaplarının gökyüzündeki cisimlere uygulanması yapıldı mı evet yapıldı, Henri Poincare yaptı bunu ve yörüngelerde salınımlar olduğunu söyledi. Einstein özel göreliliğini ortaya attığında, çözmesi için ona sorulan soru neydi, Merkür’ün yörüngesi, çünkü hiçbir zaman kapanmıyor. Burada hiçbir şekilde siz belirleyemezsiniz. İstatistik bilgi kuantumun içine girmiş yani…

Ama bilim adamları, Newton’un deterministik teorisine büyük bir inançla bağlılar, istatistiğin arkasındaki nedenselliği bir gün bulacaklarını düşünüyorlar. Şu an o kadar ince hesap yapamıyoruz, o yüzden dışarıdaki fenomenal salınımları ölçerek istatistik kullanıyoruz, bir gün bunu aşacağız diye inançları vardı. Kuantum fiziği ile bu ümit tamamen yıkıldı, bizim kullandığımız istatistik esas bir şeymiş dediler.

Aslında hiç öyle değil.

Sen bugün benim bütün teorilerimi çürütüyorsun. (gülüşmeler…)

Onun için çağırmadınız mı? (gülüşmeler…)

Öyleyse sen maddenin doğasında ontolojik olarak Kuantumdan öncesinde de bir belirsizlik olduğu inancının var olduğunu söylemiş oluyorsun.

Tam olarak böyle diyorum. Bu çok önemli…

Ezberimizi bozuyorsun. Çünkü Einstein bile şunu söylüyordu yani, biz istatistiği kullanıyoruz ama bu epistemolojik bir şey, yani şu an vakıf olamıyoruz, araçlarımız yetersiz. Ama bunun ontolojik bir sorun olması, eşyanın doğasında belirsizlik olmasını işaret ediyor. Yani sen ne yaparsan yap, madde sana belirsiz davranacak, dolayısıyla elindeki tek metodun istatistik.

Ama’sı var. Birazdan söyleyeceğim bu ama’yı ama önce toparlama yapayım. İstatistiğin bu kadar gövdede olmasını Boltzmann denklemleri bize veriyor. Çünkü moleküler düzeye indiğinde bir ortalama alıyorsun, Newton mekaniği bu yüzden çizilemez. Bu ortalamanın en temelinde de hız var. Hızın ortalamasını alıp, ardından karesini alıp 2/3 ile çarptığında sonuca sıcaklık diyorsun ve bu hacimde geçerli oluyor. Herhangi bir yüzeye o moleküllerin etkisini hesaba kattığında da çıkan sonuca basınç diyorsun. Bu kadar, böylece kavramlarını inşa etmiş oluyorsun.

Sıcaklık ve basınç, o moleküllerdeki sürü hareketinin de bir ortalaması…

Ya da Newton mekaniğinin görüntüsü haline geliyor. Rastgele hareket olan bir yerde, rastgele hareketin dışarıda görünmesi için akışkanlık kavramını kullanıyoruz. Entropi dediğimiz kavram da buradan çıkıyor. Yani şu odanın içindeki sıcaklık 27 derece ise, bu “Bu odanın kinetik enerjisi 27 dereceyi verecek moleküllerden oluşması” demektir. Hâlbuki bu odanın içinde -10 derece bile hareket eden moleküller var. Hatta kızgın buharlardaki gibi üzerinde 300 derece-500 derecede bulunan moleküller de var. Ortalama aldığımızda ise çan eğrisi ortaya çıkıyor, random hareket yani tam raslantısal değilse bu eğriyi elde edemezsin. Raslantısal ise mükemmel bir eğri elde edersin.

Çan eğrisine evrenin tek fizik kanunu diyen de var.

Doğrudur. (gülüşmeler…)

İşte bunların tam orta noktası 27 derece. Eğer bu eğri gauss eğrisine dönerse, Entropi’ye dönmüş oluyor. Bu yüzden Entropi çoğunlukla bir sistemdeki rastgelelik ve düzensizlik olarak tanımlanıyor. Tüm molekülleri bir tutuyorsun. Boltzmann ile Max Planck işte bu molekülleri ayırabileceği iddiasındaydılar. En büyük iddiaları, ben bu moleküllerin her birini bir diğerinden ayırabilirim iddiasıydı. Ayırabildiğim için de onu kendim kılabilirim (kavramlaştırabilirim) diye düşünüyorlardı. Hâlbuki bir şey özdeş ise, özdeşliği bu şekilde kurulabiliyorsa, artık nesne kuramazsın aşağıda, yani maddeyi tanımlayamazsın. Tüm mesele bu… Entropi burada bizim alt seviyelere nüfuz edemememizi sağlıyor. Belirsizliği, kestirilemezliği burada kuruyor yani… Hatta mutlak bir denge noktası elde etsek, tüm moleküllerin içindeki atomlar birbirleriyle aynı davranacak. Nietzsche bu teoriyi okuyunca çok seviniyor, işte benim aradığım diyor, çünkü yok ediyor her şeyi… Özdeşlik devreye girdiğinde, metafizikteki hiç değişmeyen; değişmediği için de her şeyi kuran ve pay veren ile özdeş atom altı parçacıklar ne kadar uzak durabilir? Özdeşlik arkada kurucu bir ilke haline gelmiş oluyor. Einstein-Bose bunu tartışıyor. Hatta Bose’un Hindistan’dan gönderdiği metnini de Almancaya çevirtirip yayımlanmasını şiddetle tavsiye ediyor. Başta çok değer vermiyor ama sonra anlıyor değerini…

0 Kelvin’e hiç inemiyoruz değil mi?

Tabii.

En son 2 Kelvin’e inildi 1999-2000’li yıllarda. Madde eylemlilikle ortaya çıkıyorsa, eylemsizliğe geçmen demek maddeyi yok etmek anlamına geliyor. Nasıl yoktan var etmek insan için mümkün değilse, vardan yok etmek de mümkün olmadığı için hiçbir zaman inemeyeceğiz 0 Kelvin’e.

Ama evrenin ısısı düşüyor. Şu an da 2,7 Kelvin’e geldik, evren genişledikçe aşağıya inecek bu rakam. 0’a hiçbir zaman inemeyeceğiz ama yaklaşacağız. Kütle çekiminin etkileşiminden ötürü… Kritik bir noktaya geldik. Moleküllerin hareketine yaklaşarak indiğimizde, bu molekülün zamanda ileriye mi geriye mi gittiğini çözemiyoruz. Biraz yukarı çıkınca, kritik bir eşik aşılınca her şey zamanda ileriye gidiyor.

Neden?

Elbette Entropi’den ötürü… Entropi, bu düz dağılıma geçerken zamanı doğuruyor. Biraz önceki ama’ya tam da bu noktaya gelmek istiyordum işte, zaman da buradan, Entropi kavramından çıkıyor.

Bildiğimiz anlamda zaman yok o zaman.

Evet. Bir yerde, bir düzeyde zaman çıkıyor. Fizik için bütün mesele, zamanın nereden çıktığını bulmaktır. Klasik fizikle kuantum fiziği arasındaki aşılamayacak bir şey var ise bu da zamandır. Zamanla alakalı epey çalışma yapılıyor son yıllarda… Şu anda mesela bizim zamanla ilgili geldiğimiz yerdeki problemin, felsefi karşılığının ta Antik Yunan’da Platon ve Aristoteles’teki karşılığı ise mekân, topos, uzamTopos’un nasıl çıktığına dair tartışmaları biz şu anda zamanda yaşıyoruz. Çabalıyorlar, gayret ediyorlar ama en sonunda mekân kavramını taca atıyorlar ya da en alta  herşeyin üzerine kurulduğu temel kavram olarak tanımlamaya çalışıyorlar.

Çok teşekkür ederiz, uzun ama çok faydalı bir röportaj oldu, vakit ayırdınız, istifade ettik.

___

Dipnotlar

1- İbn al-Haytham’s Method, Dominique Raynaud, 2017 Springer International Publishing.

2- Ibn al-Haytham’s On the Configuration of the World, Y. Tzvi Langermann, Routledge Library Editions: Language & Literature of the Middle East.

3- M.Heidegger’in ‘What is a thing?’ adlı kitabından alıntı.

4- İstanbul Darülfünunu’nda Alman Müderrisler 1915-1918, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Emre Dölen, 2014.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 27.sayısında yayınlanmıştır.