Taha Şahin
Harry Potter evreni; iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın, sevgi ve nefretin çok net bir şekilde ayrıldığı bir dünya olmasa da karakterlerin yaptıkları seçimlerin ve bu seçimlerle şekillenen olayların dünyası olarak çıkıyor karşımıza. Ben de öncelikle Harry’nin çocukluktan yetişkinliğe geçiş sürecindeki seçimlerinden ve bu seçimlerin hayatını ne şekilde etkilediğinden, sonrasında da diğer ana karakterlerin seçimlerinden ve bu seçimlerin sonuçlarından bahsedeceğim.
Slytherin Olmasın!
Harry’nin Hogwarts’a girmesinin ardından “Yanlış kişilerle arkadaş olmak istemezsin, değil mi?” sorusuyla başlayıp “seçme seremonisi” ile devam eden olaylar zinciriyle Rowling bize daima seçme hakkının elimizde olduğunu göstermiştir. Seçmen Şapka, öğrencileri karakterlerine göre binalara yerleştirse de asıl seçimi yapan karakterlerdir.
“Senin için fark ediyorsa eğer Slytherin yerine Gryffindor’u seçebilirsin. Şapka senin seçimini de göze alıyor.”
-Harry Potter
Harry’nin seçimlerinden en önemlisi ve karakterini en çok etkileyeni şüphesiz seçme seremonisinde Gryffindor’u seçmesidir. Yedi yıllık eğitim süresi boyunca binası evi, arkadaşları, ailesi olur. Ron ile bu sayede yakınlaşır, Hermione ile bu sayede tanışır. Arkadaşların dahil olmasıyla birlikte Harry’nin hayatında birçok şey değişir; nitekim bu anne ve babasını kaybetmiş, sevgisiz büyüyen bir çocuk için kaçınılmaz bir durumdur.
Kardeş Asalar
Rowling’in seçimlerimizin önemini vurgulama yöntemlerinden en belirgini; Tom Riddle ile Harry’yi çok benzer karakterler olarak bize sunmasıdır. İkili arasındaki benzerliklere seri içerisinde sık sık rastlarız: anne ve babasız geçen çocukluk, zorbalıklarla dolu bir hayat, Hogwarts’a bağlılık… Bir noktadan sonra Harry de gittikçe Karanlık Lord’a benzediğini düşünmeye başlar; Dumbledore, ona Tom Riddle’ın anılarını gösterdikçe Tom Riddle ile arasındaki bağı ve benzerliği keşfedip bundan rahatsız olur.
“Hepimizin içinde hem aydınlık hem karanlık bir taraf var. Önemli olan hangisini seçtiğimizdir. Bizi biz yapan budur.”
– Sirius Black
Birbirine bu denli benzeyen iki karakteri temelde ayıran çok büyük bir fark vardır. Dumbledore’u, Harry’ye, “Voldemort’ta olmayan bir silaha sahipsin” diyerek bizim de görmemizi sağladığı şey: Sevgi. Tom Riddle, büyücü annesinin bir muggle’ı kendisine aşk iksiri ile âşık etmesi sonucu dünyaya gelir. Sevgisizlikten doğan bir lanettir âdeta. Harry ise tam aksine, saf sevgiyle doğar ve Karanlık Lord’un saldırısından bu saf sevgi sayesinde kurtulur.
Varoluşları taban tabana zıt olsa da bir noktada kaderleri kesişen bu benzer karakterler, hayatları boyunca farklı motivasyon kaynakları benimser: Tom Riddle nefreti ve yalnızlığı seçer, Harry ise sevgiyi ve dostluğu.
“Zayıf olan sensin. Sevgiyi ya da arkadaşlığı asla bilemeyeceksin ve ben senin için üzülüyorum.”
-Harry Potter
Harry’nin Dumbledore’la birlikte Tom Riddle’ı tanımaya başladığı özel derslerden öğrendiğimiz kadarıyla Riddle, hiçbir zaman arkadaş edinmeyen bir karakter olmuştur. Arkadaşlığın ötesinde; insani ilişkiler kurmayan, iletişimi ve duygusal bağlantıyı en aza indirmeye çalışan bir karakterdir. Bunun birçok sebebi olduğu düşünülebilir elbette, ancak nefretten doğan bir karakterin bu şekilde hareket etmesi aslında oldukça olağandır. Öte yandan bu tarz ilişkilerin insani özellikler olduğunu düşünen Riddle’ın, kendini insani duygulardan arındırarak arzuladığı ölümsüzlüğe yaklaşmayı umduğu da varsayılabilir.
“Önümüzde bir savaş varsa bile, Voldemort’un sahip olmadığı bir şeye sahibiz. Uğruna savaşmaya değer bir şeye.”
-Harry Potter
Voldemort’un bu tek kişilik yaşam biçimi ve ölümsüzlük isteğine karşın Harry’nin sevgi dolu çevresi ve kalbini dinleyerek attığı adımlar, aslında Harry Potter dünyasını var eden sebepler. Rowling’in bize anlatmaya çalıştığı yegâne mesele de bu: yaptığımız seçimler.
Aynadaki Görüntü
Albus Dumledore çağının en büyük büyücüsüydü şüphesiz. Karanlık Lord’un korktuğu tek kişi. Harry’nin en büyük güvencesi… Peki o, iyiyle kötünün bu amansız savaşında hangi tarafta yer alıyordu?
Dumbledore, esasen geçmişi oldukça karanlık birisi. Arkadaşlıktan öte bir sevgi beslediği Gellert Grindelwald ile “çoğunluğun iyiliği” adını verdikleri bir düşüncenin peşine takılıp gidiyor gençlik yıllarında. Bu düşünce uğruna birçok şey feda ediyor, birçok şey kaybediyor. Bu kayıplardan en büyüğü, sonrasında en çok pişmanlık yaşamasına sebep olan olaysa kardeşi Ariana’nın ölümü.
“Düşmanlarımıza karşı koymak yürek ister, ama dostlarımıza karşı koymak da yürek ister.”
-Albus Dumbledore
Büyücülük tarihinin görüp görebileceği en büyük cesaret örneği; şüphesiz Dumbledore’un asasını Gellert Grindelwald’a doğrultması. Dumbledore’un inandığı doğru uğruna bu seçimi yapıp sevdiği birine karşı çıkabilmesi, seçimi sonucunda birçok şeyi kaybetmesi, Dumbledore’un bu kadar büyük bir büyücü olmasındaki en önemli sebeplerden birisi.
Seçimlerinin derin üzüntüsünü çeken karakterlerden bir diğeriyse romantik prensimiz Severus Snape. Biraz risk alıp, Snape’in sanıldığı kadar sevilmeye layık bir karakter olmadığından bahsetmek istiyorum.
Profesör Trelawney’nin kehanetten bahsettiği sırada, orada olan ve kehaneti dinleyen bir isim daha vardı: Severus Snape. O zamanlar karanlık tarafı seçmiş gizli kahramanımız öğrendiği bu bilgiyi hemen Karanlık Lord’la paylaştı ve sonrasında Lily ve James Potter, Karanlık Lord tarafından öldürüldü. Lily Potter’ı kendinden fazla seven Snape, onu öldüren Lord’a artık sadık kalamayacağının farkına varıp saf değiştirdi. İyi tarafı seçti… Ya da seçti mi? Profesör Trelawney’in o gece öngördüğü kehanet, temmuz sonunda doğan bir çocuk hakkındaydı, Neville Longbottom gibi… Peki Karanlık Lord, o gece asasını Potterlar yerine Longbottomlara doğrultmuş olsaydı Severus Snape yine iyi tarafı seçer miydi?
Severus Snape, yaptıklarının cezasını çekme isteğiyle saf değiştirmiş bir karakter. Bu Snape taraf değiştirdikten sonra Zümrüdüanka Yoldaşlığı’na katkıda bulunmadı, fayda sağlamadı demek değil elbette. Elinden gelen yardımı yaptı. Ancak yaptığı yanlışların pişmanlığıyla yola çıkıp hayatında tek bir doğru iş yapması, onu iyi bir insan kılmaya yetmez.
Dolaptaki Kuş
Seri boyunca sık sık önemi vurgulanan aile kavramı, Draco’nun hikâyesinde de önemli bir yer edinmiş olarak karşımıza çıkıyor. Büyücülük dünyasının ileri gelenlerinden Malfoylar, seri içerisinde gördüğümüz en baskıcı aile aslında. Mevcut konumlarını korumak için her hareketleri planlı olan bir ailede, seçimler de çoktan yapılmış oluyor. Draco’yu anlayabilmek için öncelikle yaşadığı ortama ve gördüğü baskıya odaklanmak gerekli. Doğuştan zorba karakterimizin aslında “eğitilebilir” olduğunu serinin birçok açıdan tartışmalı devam kitabı Lanetli Çocuk’ta gördük. Her daim mevcut aile baskısının üzerine bir de Karanlık Lord’unkinin eklenmesiyle; isteği dışında kendini Ölüm Yiyen olarak buluyor Draco. Dahası, yapması neredeyse imkânsız olan bir görev yükleniyor omuzlarına.
“Yapmak zorundayım! Beni Öldürür! Bütün ailemi öldürür!”
– Draco Malfoy
Yetişme ortamının doğal getirisi olarak zorba bir çocuk olan Draco, karakterinin oturmaya başlamasıyla, duruluyor tabiri caizse. Küçükken yaptığı zorbalıkları yaşıyla ilişkilendirmemiz mümkün. Sonrasındaysa Karanlık Lord’dan gördüğü baskı ile hareket ettiği aşikâr. Bu sebeple Draco’ya yaptıkları için kızmak, onu yadırgamak yerine yaşadığı durumu anlamaya çalışmak gerekiyor.
Karanlık ve Aydınlık
“En kolay, Dumledore karakterini yazıyordum,” diyor Rowling bir röportajında. “Çünkü o kafamın arkasındaydı ve ne söylemek istersem ona rahatlıkla söyletebiliyordum.” Belki de sırf bu sebeple, Dumbledore’un söylediklerine bir kez daha bakmak gerekli.
“Bize aslında kim olduğumuzu gösteren şey, yeteneklerimizden çok seçimlerimizdir Harry.”
– Albus Dumbledore