İbrahim Tüzer

“…içimdeki denizden kaç dalga geçtiğini kim saydı?”

Nazan Bekiroğlu

Yarımlığımız Hep Akılda…

Hep yarımdır insan; ne zaman tamamlanır bilinmez. Hasretini çeker, heves eder ve arzular aklına, gönlüne düşeni. Gözün gördüğü, hayallerin resmettiği ne varsa hep doldurur insan dünyasını. Doldurur ve parçası olduğu bütün’e doğru meyleder sürekli. Neyin parçası olduğu, hangi bütünün yarısında kaldığı, nasıl tamam olacağı muammadır hep ona. Bu bilinmezin ardına düşer ve ayrı kalışın sızısı hiç terk etmez insanı. Sıcak, sımsıcak yuvaya duyulan özlem gibi hep bütünün, tamam olmanın hasretini çeker insan.

Bazen sadece gözüyle görüp eliyle dokundukları tamamlar bu hasretini. Bir çember gibi kapanır insanın üzerine dünya. Boşluk bırakmaz ve yarımlığının giderildiğini, sızısının dindiğini düşünür böylelikle insan maddi olan kazanımlarıyla. Öyle kocaman bir yer kaplar ki bu durumda insan dünyada, gölgesini de kendinden zanneder ve neyin gerçek neyin sahte; kimin eksik kimin fazla olduğu anlaşılmaz bir daha. Makamlar, unvanlar, sıfatlar insanın sahiciliğinden önce gelir ve yarımlık sona erer. Bütün’e olan hasret biter ve gölgesi tarafından ele geçirilir artık insan tüm varlığıyla.

Carl Gustav Jung, insan yaşamının esas gayesinin gölgesi tarafından ele geçirilmeden, kendi karanlıklarını aydınlığa çıkarmak, eksikliklerini tamamlayarak zedelenmişliklerinin ıstırabını azaltmak olduğunu söyler. Bu gaye fark edildiğinde ancak insan, tamam olmuş/tamamlanmış sayılır. Fakat bu fark ediş çok kolay olmaz. İnsanın bütün ile ilişkisi maddi olanın sınırlarını aştığında; hasret giderme duygusu, kalbin ve ruhun seviyesine yükselebildiğinde tamam etme eylemi de gerçekleşmeye başlar. İşte o zaman neyi kaybettiğini hatırlar insan. Unutulanın eksikliğini de hissettirir böylelikle her hatırlayış. Ne kadar uzakta olursa olsun aramak başlar sonra. Yarımlık hatırda tutulur ve aramak, bulmak, bilmek için yolculuklara koyulur insan. Nazan Bekiroğlu’nun Nun Masalları’nın (Eserden yaptığım alıntılarda, Timaş Yayınları’nın 2015 yılında İstanbul’da yayımladığı 22. baskısını kullandım) kahramanları gibi hiç bitmez çıkılan bu yolculuklar. Bir nun’dan diğerine devam eder durmadan.

Her Masal Bir Davettir Okura

Her sanatkârın, metinlerini ince ince örgüleyerek bir anlam evreni oluşturan nitelikli her yazarın, bir giriş kitabı vardır. Okur, bu kitapla yazarın dünyasını aralar, sesini duyar ve yazılan her metinle zenginleşen diğer anlam alanlarına bu kapıdan hareketle nüfuz etmeye çalışır. Nun Masalları da Bekiroğlu’nun hem poetik hem de metinlerinin anlam evrenine bakış açısı yakalayabileceğimiz giriş kapısıdır. Dikkat çekmeye çalıştığım bu hususta Nazan Bekiroğlu’nu yetkinliğini zamanla kazanan diğer yazarlardan ayıran nokta ise Nun Masalları’nın onun yayımlanmış ilk anlatısı olmasıdır. Yazar bu kitabında bir araya getirdiği hikâyeler ile sonradan yayımlayacağı Yusuf ile Züleyha, La: Sonsuzluk Hecesi gibi anlatıları için okuru adeta hazırlar ve onlara metnin içerisinde kaybolacakları anlam alanlarının varlığını hatırlatır sürekli. Böylelikle masalsı bir kurgunun içerisinde kendi hikâyesini bulmaya çalışır okur Nun Masalları’nda.


Nun Masalları
Nazan Bekiroğlu
Timaş Yayınları

Postmodern anlatılara has kurgu ve anlatım tekniklerine sıklıkla müracaat edilmesi belki de okurun metne bütünüyle dahil edilebilmesine imkân hazırlamakla ilgilidir. Nitekim Bekiroğlu kimi zaman Hattat, Padişah, Cariye, Peri Kızı, Genç Kalfa, Enderun Ağası, Genç Mezarlık Bekçisi, Şeyh, Türbedar, Editör ve Şair Nigâr Hanım gibi masal kahramanlarıyla kimi zaman da bizatihi bir anlatı kahramanı gibi metninde yer alarak okuru içsel yolculuklara çıkmaya davet eder. Masalın Hattat ve Padişah adlı Birinci Bölüm’ünde mesela içerisinde biriktirdiklerini yazma ve anlatma aşkıyla yanıp tutuşan; demese, derdinden yok olacak olan Hattat’ın var olma mücadelesi anlatılır okura. Ancak bu mücadele sadece Hattat’ın değil yazar anlatıcının da bir varoluş mücadelesidir aslında.

Ursula K. Le Guin, Zihinde Bir Dalga adlı kitabında “yazar ve karakter” konusuna değinirken; yazarın bakış açısı karakterinkiyle tam tamına örtüşüyorsa anlatılan hikâyenin kurmaca olmadığına, ya üstü örtülmüş bir hatırat ya da kurmaca cilası atılmış bir vaaz olduğuna, işaret eder. Nazan Bekiroğlu da Hattat gibi, Editör gibi, Genç Mezarlık Bekçisi gibi öykü kahramanlarıyla didişir, tartışır ve kendi iniş çıkışlarını, bireysel yolculuğunu hissettirir okura. Kimi zaman kahramanları aracılığıyla gerçeğin ne olduğunu tartışır; “gerçek gönüldedir ve gözle görülmez” dedirtir tartışan karı kocadan kadın olanına. “Gerçek gözle görülür ve bedenleri doyurmaya yarar” dediğinde ise erkek; sekiz aylık ağlayan bebeklerini işaret ederek “gerçek bu değil mi” deyiveren Peri Kızı’nı çıkartır ortaya.

Sınanır İnsan ve “İri Bir Kara Leke Kalır” Ardında

Kimi zaman da bütün varlığını diğer yarısını aramaya adamış olanların öyküsü dile getirilir anlatılarda. Tüm sevinçlerini, acılarını, düşlerini, erdemlerini, erdemsizliklerini, aşklarını, “varlıklarında bunca yok iken, yokluklarında bunca var olan tanıdıklarını” defter defter kaleme alan Hattat’ın bütün’e olan hasretinin dile getirilmesi gibi. Sımsıcak saray odalarında yazdıklarını sabahlara kadar Padişah’ın gözlerinin içerisine bakarak okuyan ancak daha çok bilinmeyi, görünmeyi arzulayan Hattat’ın hasreti gibi. “Seni ben anladım yetmez mi?” diye soran padişaha “sen olsan bile yetmez padişahım” diye cevap veren “var ve çok olmayı ümit eden”lerin hikâyesi gibi.

Sınanmak da hayata dahil olduğu kadar masala da dahildir elbet. Tıpkı Hattat’ın bilinmek, görülmek arzusuyla sınandığı gibi. Bir çift göz tarafından anlaşılmış olmayı, üstelik ruhuna, gözlerine ve tüm varlığına aşina olan bir padişah tarafından bilinmeyi yeterli görmeyip daha ötesini istediğinde sesinin kısılıp kalabalıklar karşısında “hırıltı”sının artıp imtihanın çetin olması gibi.

Hattat/Yazar ve Padişah/Tanrı ilişkisini metaforik okumanın halka halka çoğalacağı yeni anlam alanlarıyla oluşturur Bekiroğlu. Bilhassa “benim gerçeğim sensin ve padişahım, beni bir tek sen anlarsın. Sen beni tam anlarsın. Hiç boşluk kalmadan. Âşinamsın Hünkârım” dedikten sonra Hattat’ı yeni yolculuklara çıkarır yazar. Bu seferki sınanma, gerçek ve bütün ilişkisi düzleminde hasreti çekilerek elde edilenler karşısında ne kadar sebat edileceğine yöneliktir belki de. “Farklı bedenlerde aynı ruha dönüşeceğiz” diyerek Padişahın kendisini, ruhunu duyabilme sınırına yükselen Hattat, “bir rüyaya benzeyen cariye”nin “gül kurusu”, “ipek hışırtısı”, “elmas bir gecenin parıltısıyla” bakan gözleri karşısında Padişahı da hasretini çektiği bütünlüğünü de “incecik bir sızıyla durmaksızın kanayan” karısının kalbini de unutuverir. Unutuverir ve “iri bir kara leke” yayılır bembeyaz sayfaların tam ortasına.

İki nun arasında kaybolanların masalıdır aslında tüm anlatılar. Yüce, ideal ve ilahi olanla maddi olana sıkı sıkıya bağlı kalan beşerin trajedisi; iniş ve çıkışları işaret edilir sanki muhatabına. Masallarının orta yerinde kendine yönelerek “İçimdeki denizden kaç dalga geçtiğini kim saydı? Bütün kalelerimin neden her defasında böyle savunmasız düştüğünün sebebini kim merak etti? Her çıkışımda kalelerimden, biraz daha nasıl olup da bu kadar küçülebildiğimin nedenini kim anladı? Mutlak olanda var olmak için yaptığım her şey, yazdığım her yazı, var olmak ve toplanmak için attığım her imza biraz daha dağılmama ve küçülmeme yol açtı. Sırtımda alev gömlek, Hattat içim yanıyor” diyerek hem anlatı kahramanlarıyla hem de okuruyla bütünleşen bir yazarın içsel yolculuğudur bu aynı zamanda.

Nun Masalları Hattat’ın hikâyesiyle başlar ve devam eder diğer anlatı kişilerinin bireysel yolculuklarıyla. Aşkla başlar ve aşkla noktalanır tüm hikâyeler. Genç Mezarlık Bekçisi’nin, Genç Kalfa’nın, Son Padişah’ın, Nakkaş’ın ve Nigâr Hanım’ın uzağına düştükleri ve tamamlanmak için aşkla bütün’e yönelmeleri hissettirilmeye çalışılır okura.

Elbette hissedebilen bir kalbi olana… 

Arka Kapak dergisi 21. sayı