Onur Caymaz

Okul
Kitap okumak, her ne kadar okulla ilişkili değilse de hayatını kitaplarla, yazılarla geçirmiş birini anlatmaya, “okuduğu” okulla başlamak yerinde olur. Galatasaray’a gitmem dermiş Oktay Akbal, ne işim var orada; Fenerbahçeliyim ben! Madem öyle der, Saint Benoit’ya değil (sık kullanılan bir yanlış bilgidir bu), St Assomption’a gönderir ailesi Akbal’ı. Kumkapı, Fatih, Şehzadebaşı, kısacası eski İstanbul yılları… Son sınıfta babasını kaybeder, üvey annesinden olan abiler de onlara iyi davranmaz. Böylece Akbal, öz annesiyle birlikte kiraya çıkar. Sıkıntılı bir çocukluk… Liseye gidecek para bulamaz. Babası, İstiklal Lisesi’nin avukatı olduğu için burada parasız okur… Sinemaların keşfi de bu yıllara denk düşer. Bir sinema âşığıdır.

Sinemalar
Çok eskiden, bu yazıyı yazarken bulunduğum semtte otururmuş, birkaç sokak ötede. Bir pazar sabahı uyanmış, baharın ilk günleri; kimsecikler yoktur sokaklarda, her yer bomboş. Buraların henüz şehrin dışı olduğu yıllar… Güneş parıldamakta… Bir sevince, bir hüzne kapılmış, sızılı, karmaşık bir şey; ne yapacağını bilememiş. Gençken insan bilemez zaten ne yapacağını. Bir taksiye atlayıp ilk matineye gitmiş hemen, sinemaların koynuna, karanlığa, kısık ışığa, serine… Biz yetmişlerde doğanlar hem Beyoğlu’nun eski sinemalarının sonuna hem de AVM’de film izlemenin korkunçluğuna yetiştik, karşılaştırma fırsatı bulduk: Sığınılmaz oralara. Akbal’ın da pek sevdiği eski sinemalar, Attilâ İlhan’ın şiirindeki mısralar gibi: “Ne yapsam içimde o eski sinemalar”.

İlk ün
Lise yıllarında yazı yazıp para kazanmaya başlar Akbal. Bir yazarın, kaleminden para kazanmasının hazzını ancak kazanan bilir; üç, beş sorun değildir orada, kazanılan para, büyük servet gibi gelir yazan adama. Sinema eleştirileri, hikâyeler, şiirler yazar; yazı başına da 1,5 – 2 lira kazanır. Henüz on dört yaşındayken Ateş ya da Çocuk Duygusu gibi dergilerde görünür. Yazar dediğin zaten önünde sonunda yazdıklarıyla görünür, başka bir şey değildir yazan adam. 1939’da Ömer Seyfettin’den hayli etkilendiği Ana Katili adlı öyküsü İkdam’da boy gösterecektir. Sonra sonra o damardan koparak gittikçe Sait Faiklere yaklaşır Akbal. Derken Yeni Sabah, Bin Bir Roman, Çocuk Haftası, Yıldız dergilerinde yazılar ve çeviriler… Böyle başlar macera. Artık “mektebin edebiyatçısı” diye tanınmaya başlamıştır. Lise 1941’de biter. Akbal, 20 yaşında, 1943’te Servet-i Fünun (sonradan Uyanış) adlı derginin sekreteri olacaktır. 

Lavinia
Özdemir Asaf’ın ünlü şiiri Lavinia’yı bilmeyen var mı? 2 Mayıs 1925’te doğar Lavinia… Asaf, adını gizleyeceğim, sen de bilme dese de biliriz adını: Mevhibe Beyat. Babası eski validir Beyat’ın, güzelliğiyse dillere destandır. Akademide okur, resim öğretmenliği yapar, stilisttir ayrıca. Güzelliği dillere destan diye tekrarlayayım, ayıp olmasın. O sıralar Servet-i Fünun dergisi çevresine giriyor Beyat. Derginin sekreteri de Oktay Akbal. Beyat ile Akbal uzak akraba… Mevhibe hanım, bu uzak akraba sayesinde dönemin önemli genç şairleriyle tanışıyor. Bu tanışma sırasında Özdemir Asaf vuruluyor Mevhibe Hanım’a. Gel gör ki Akbal da ilgi duymaktadır Lavinia’ya. Öyle ki birçok öyküsünde Hisya diye bir kadın görünüp kaybolur: Bu bir “his ya” gibisinden; odur o! Akbal’ınki de his ama azımsanacak his değil, aşktır. Hisya’dan Lavinia’ya; Akbal’dan Asaf’a bir ince çizgi çekiliyor böylece. Nihayetinde bu iki sanatçıdan da hoşlanmıyor Mevhibe Hanım. İlk eşi ressam Edip Hakkı Köseoğlu’dur. Daha sonra 27 yaşındayken İlhan Selçuk ile evlenir. Sonraysa Öztürk Serengil. Asaf ile Akbal’ın gönlünde o ilk günkü gibi yaşamış mıdır bilinmez. Kimin kimde nasıl kaldığı, ne kadar kalacağı muammadır…

oktay-akbal-gorsel

Ekmekler
Önce daima ekmekler bozulur, insanlar sonra gelir. Bir sezgi mi bilinmez; olan biteni ne güzel tarif etmiş yazar. Fırından sıcacık ekmeğimizi alıp ısıra ısıra eve gitmeyeli her şey bozulmaya başlamıştır. 1946’ya dönelim. İkinci Dünya Savaşı bitmiş. Türkiye savaşa girmese de doğal olarak kötü zamanlar yaşanmıştır.

Anne Akbal, Tophane’deki evi satıyor. Evin parasından biraz da oğula kalıyor. Oktay Akbal o para sayesinde bastırıyor ilk kitabını; iki yüz liraya beş yüz adet. Her biri altmış kuruş demek. Kitabını, satmaları için bildik tanıdık esnafa elden dağıtıyor genç Akbal. Şehzadebaşı’nda o zamanlar bir tütüncü var. Önce Ekmekler Bozuldu’nun fiyatını fazla buluyor. Kim alır bunu bu paraya evladım dese de koyar vitrine. Kim almıştır acaba? O ilk baskı kimlerin evinde, kimlerin dolaplarında, kitaplığında durur; nerede? O tütüncü yaşamıyordur ihtimal fakat o dükkânın yerinde bugün ne var? Geçelim.

Kitabın kapağını Fahir Önger yapmıştır. Savaşın eşiğindeki büyük kentten derlenenler, savaşın bitiminde ak kâğıda dizilmiştir böylece. Önce ekmekler bozuluyor demiştim, sonra her şey; ekmek almaya giden çocuklar, öldürülüyor başka bozuk zamanlarda: “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey… Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürülüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu. Radyolarda marşlar, nutuklar şaşkın insan sürülerinin üzerine savruluyor, gazeteler korkuyla okunuyordu. Tramvaylar, vapurlar sabahları, akşamları tıklım tıklım, daima aceleci, sinirli, telaşlı bir kalabalığını şehrin bir ucundan öteki ucuna taşıyıp duruyorlardı.”

Sohbet
Bir şeyi kutlamak gibidir Oktay Beyin yazdıklarını okumak. Berber Aynası, İstinye Suları, Bizans Definesi, Hücrede Karmen (kimse anmıyor nicedir bu incecik, incelikli metinleri) ve Aşksız İnsanlar… Onun yazdıklarını okurken masaya oturulur sanki yazarla; çay, bira, kahve, bir şeyler içilir satırlarının arasında; bir müzik çalar muhakkak, kar yağar bir dize karışır araya, yağmur, bir bahar günü, bir kadının ayak sesleri; akşamüstüdür, sıradan zamanların sıradan olmayan anlatımı. Yazdıkları biraz da yaşamıdır Akbal’ın. Fatih’ten yola çıkan bir tramvay Laleli’den geçip edebiyat evrenine açılır. Sadece hikâyeleri değil, çevirileri de aynı tadı taşır, Camus’dan Sartre’a, Kessel’den Simenon’a birçok çevirisi vardır ustanın.

Ellilerde Türk okurlara Camus’yü Sartre’ı tanıtanların başında olsa da altmışların sonuna doğru Papirüs’te çıkan isimsiz, imzasız bir yazı, onun çağının gerisinde durmakla, Flaubert ile Gide’e takılıp kalmakla suçlayacaktır. Akbal da Papirüs’e “ikinci sınıf” bir öğüt verdiğini söyler, kibardır: Siz gidin biraz daha Gide okuyun der. O edebiyat dolu günlüklerinde yazmıştır bunları hep. Zaten bir edebiyatçı ne yaparsan yapsın edebiyat kokusu taşır. Bir Fransız dostu, kör Borges’i evine götürmüş. Evin alt katında tadilat var; Borges’in koluna girmiş, yukarı çıkaracak. Yazar sesler duymuş, gürültüler; Fransız açıklamış: “Evde inşaat var, alt katı yeniliyoruz da…” Borges’in cevabı: “Müsvette yani…”

Hayata baktığı pencere, aynı Borges’inki gibidir, sadece edebiyat! Akbal’ın köşe yazıları bile bu soydan metinlerdir, aynı Nâzım, Falih Rıfkı, Haldun Taner ve benzerleri gibi. Yine öykücülüğüne döneyim; ne diyor o nefis Kanatlı Sözler Uçar mı’da: “…Bir öykü yazmak yaşamla iç içe olmaktır. Geçici değil, uzun süreli, belki sonuna dek… Yıllar önce ne demiştim: Yazmak Yaşamak… Hele şiir, öykü yazmak, kendini o dizelerde, o satırlarda bulmak… Burhan Günel, otuz yılın ardından ‘söyleyecek daha pek çok sözüm var ama bu kadarı yeter’ demiş. Ben arkamda yarım yüzyılı aşan bir öykücülük yaşantısı bıraktım, yine de yeter demiyorum. Hep, daha daha daha!..”

Büyük Doğu ve Cumhuriyet
Oktay Akbal. Bir Batılı. İtalyan filmleri, Fransız plakları, Viyana kahveleri, Beyoğlu sinemaları… Salâh Birsel’in Salâh Bey Tarihi dizisinin tamamında o eski, şenlikli, kültür sanat dolu, Sabahattin Kudret Aksallı, Sait Faikli, Necatigilli, Akballı günleri bulursunuz hep. Bir batılı dedim ya, boş değil, boşa söylemem. Necip Fazıl öyle dermiş Akbal’a; Avrupaî Oktay Bey diye seslenirmiş. Tamam da nerede dermiş? Büyük Doğu dergisinde tabii. Oktay Akbal, yani günümüzün en ünlü Cumhuriyet gazetesi yazarı, bu her haliyle “ilginç” ve Cumhuriyet’e hayli tezat bir yerden söz alan dergide, 1946 – 1951 yılları arasında her hafta Dünya Fikir Sanat Hareketleri sütununda yazmıştır. Büyük Doğu’nun ilk dönemidir bu. O sıralarda Kısakürek’in dostları olan Sait Faik, Özdemir Asaf gibi isimler de görünür derginin bu ilk döneminde. Doksan yaşını Cumhuriyet yazarı olarak kutlayan ustayı, çok eski arkadaşı Hilmi Yavuz şöyle tanımlıyor: “Uzun bir süredir ‘Cumhuriyet’ gazetesinde yazıyor; – gerçek ve ‘ivazsız garazsız’ bir Kemalist olarak… Kemalizm, onun için, hiçbir zaman bir iktidar aracı olmamış, ara sıra öyle görünse de Kemalizm’i, jakoben bir cunta anlayışına indirgememiştir.”

Tepeyran
Ebubekir Hâzım Tepeyran diye bir adam. 1910 yılında Küçük Paşa adlı bir roman yazıyor, edebiyatımızda köy romanının başlangıcı sayılır. Ayrıca aynı yıl Tepeyran’a ait Eski Şeyler adlı küçük hikâyeler kitabı da yayımlanıyor. Çalışkan, başarılı ve yazı âşığı bir vali. Fransızca kaleme aldığı şiir kitabı Les Fleurs Degenerees, yabancıların yazdığı şiir kitapları arasında Paris’te ödül alıyor zamanında. Koçgiri Ayaklanması’nı da anlattığı bir kitabı daha var: Canlı Tarihler, bu da bir anılar toplamı. Kuvayı Milliye’ye yardım ettiği için önce ölüm, sonra ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış, Tevfik Paşa’nın sadrazam oluşuyla özgürlüğünü yeniden kazanmış bir adam. Niye anlatıyorum onu; Oktay Akbal’ın dedesi çünkü… Elimde bir kitabı bulunuyor: Kar Çiçekleri, 1932, şiir. Üçüncü sayfada eski yazıyla bir ithaf var: “Neriman Hanım kızımıza hürmetle takdim…” Arka kapakta TASHİH başlığı altındaki not çok hoş; paylaşmak zorundayım: “22 nci sayfanın 13 üncü mısraındaki ‘sabahın’ kelimesi ‘sabânın’ olacaktır.”

Bu eski adamların tashih konusundaki hassasiyetine “kusur üslubumdur” diyen dilbilgisi yoksunu büyük yazarlar çağında öylesine muhtacız ki… Necati Cumalı’nın Oktay Akbal’a yazdığı 11 Ocak 1954 tarihli mektup tam da burada yazıma girmek zorunda, o hassasiyetin güzel bir örneği zira. Cumalı, o nefis hikâyesi Yalnız Kadın’dan bahsediyor: “Seni sık sık rahatsız ediyorum. Anlaşılan yazılarım iyi karşılanmadı. Senden her ne kadar zahmetse haber bekliyorum. Ben de ona göre başka yere göndereyim. Yalnız Kadın hikâyesinde yalnız kelimesini hep “yanlız” yazmışım. Bazen sürçerim. Düzeltmeni rica edeceğim…” Tepeyran’a döneyim. 5 Haziran 1966 tarihli günlüğüne, Oktay Akbal dedesini de yazmış. O gün öğleye dek, hastanede, dedesinin yattığı odanın kapısı önünde beklemiştir. Artık son günleridir Ebubekir Hâzım’ın. Akşama çıkmayacaktır. Dede bir önceki gün torununu tanımış, eliyle işaret ederek yazıyor musun diye sormuş. Evet cevabı alınca yaz yaz demiştir. O saate dek, elindeki cep defterine hep notlar almıştır Tepeyran. Son satırları şunlardır: “Eller evinde eller el…”

Suçumuz İnsan Olmak
Nuri ve Nedret’in yoksun, solgun, durgun, üzgün aşklarının romanı. Roman dediğin biraz da aşk romanıdır zaten. Üstelik nasıl da güzeldir! 1956’da yayımlanmış, otuz yıl sonra filmi çekilmiş. Önce filmini seyrettim, sonra romanı okudum. Erdoğan Tokatlı yönetmiş, Bora Ayanoğlu müzikleri yapmış. Bembeyaz beton, küçük evler, seksenli yılların deniz kıyıları, yazlık yerler, o sonsuz vatkalar sonra, sonra soluk renkler. Hayatlarını kendi halinde yaşayan, evlilikleri az çok yolunda giden iki insanın, bu yolunda giden evliliğin ötesinde, gizli yaşadığı bir aşkı anlatır. Aşk insanidir çünkü, insana özgüdür. Selim İleri, Oktay Akbal’dan etkilendiğini, onu çok sevdiğini çokça yazmıştır. Özellikle Şair Dostlarım, bugün liselerde edebiyat kitabı yerine okutulsa genç kuşakların şiiri daha çok seveceğini savlar ki doğrudur (Zaman Gazetesi, 10 Ağustos 2013). İleri, özellikle Suçumuz İnsan Olmak’ı çok sever. Radikal Kitap’taki köşesinde, 23 Ocak 2015’te şöyle yazmış: “Öyküler çiziktirmeye başladığım yıllarda Oktay Akbal’a öykünmeye çalışırdım. Gençliğin getirdiği bir heves değildi bu. Bilinçli bir çabaydı. Yazmak istediklerimin üslûbunu Oktay Akbal’ın dile getirişinden kotarmaya uğraşıyordum. Geçenlerde Suçumuz İnsan Olmak’ı yeniden okudum. Romanın sonunda, acı ayrılışta, bir İstanbul sahnesi var. Akbal öylesine güzel betimlemiş ki, bugün çehresi onca değişmiş İstanbul, burada sanki fizikötesi âleme ait bir görünüm olup çıkmış…” Adam Yayınları, bu ılık yaz romanını 1982’de, İnsan Bir Ormandır ile birlikte bastı. Bayılırdım o kapağa. Suçumuz İnsan Olmak’ta, “hiçbir şeyin sonunu düşünmemeli, yetmez mi başlangıçlar,” diye bir cümle var, öylece kazılıdır aklıma.

Anıcı
İnsan Bir Ormandır deyince; insanın anıları da ormanın ağacı oluyor belki. İşte tam bu ağaçlardan oluşmuş bir ormandır Oktay Akbal edebiyatı. Bazı hikâyeleri gerçekle düş karışımıdır; bazıları da anılar şeklinde. Necatigil’in deyişiyle “konulu hikâyeler değil de belli konular çevresinde oluşan anılar toplamıdır” Akbal’ın hikâyecilik anlayışı. Bu anılardan oluşan bir orman, bir hayat; içinden de şiirin rüzgârı akıp geçer hep. Ağaç denince ilk önce kalem – kâğıt gelir aklıma. Hele kâğıdını bile kendi üretemeyen Yeni Türkiye’de daha çok düşünüyor insan kalem kâğıdı… Ne yazarsa yazsın, ilk tercihi hep kalem kâğıttan yana kullanan bir yazardır Akbal: Daktiloya, yazı makinesine, bilgisayara, tablete yüz vermez pek. Böyle der bir yazısında; kâğıtla bir bütün olmak için de kalem şarttır. Beyazlık üzerinde gidiş gelişler, ara sıra durmalar, karalamalar, silginin kokusu… Yazı makinesiyle daha kolay yalan yazılıyor, el yazısında içtenlik var der! Ne farklı bir bakış açısı. Belki de insan hep yalan yazmaya teşne. Hemingway de romanlarının sadece konuşma bölümlerini yazı makinesinde yazarmış, gerisini kâğıt üzerine kalemle döktürürmüş. Çünkü insanların yazı makinesi gibi konuştuğunu düşünürmüş. Yazı makinesi, bir yazarda en gerekli olan şeyi, dürüstlüğü engellermiş. Öyle diyor ustalar, ben bilemiyorum. Biz yazı yazmanın çırakları, çok geçeceğiz daha Oktay Akbal mekteplerinden…

Yazara babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.