Enis Batur

Waldemar Deonna, Reuve Internationale de Sociologie’de yayımladığı, Victor Hugo’nun ruh çağırma seanslarına düzenli olarak katıldığı dönemde yazdığı “Gölgedeki Ağzın Söyledikleri” şiiri üstüne çözümlemesi “İlkel Düşünce ve Modern Şiir”in bir bölümünü “gülme”ye ayırmış. Hugo şiirinde ölüm ile bir tutuluyor gülme/k; kurukafalarda olduğu gibi. İskeletlerin güldüğü bir şiir.

Deonna, uzun bir parantez bölümü ayırıyor konuya, incelemesinde: Thot’un dünyayı kahkahayla yarattığına, III. yüzyıldan kalma bir gnostik elyazmasında Tanrı’nın dünyayı yaratırken peşpeşe gülme krizlerine tutulduğuna değiniyor.1 Sonra da, ilkel inanışlarda gülmenin ölmeye yol açtığı kimi örneklere, sözgelimi Sardunya adasında yetişen bazı otların güldürmekten öldürmesine ilişkin rivayetlere geçiyor. Plinius, diyaframda açılan yaraların güldürerek ölüme yol açtıklarını anlatıyormuş bir eserinde, bir başkasında Ofidius Hilarius’un gülmekten ölüşünü konu ediniyormuş. Augustus çağı mizah ustalarından Philistion’un da öyle öldüğü geçiyor kayıtlarda.

Delfoi kehânetleri kitabında, bir şehrin sakinlerinin durmadan güldükleri için, bu illetten kurtulmak adına kâhine başvurduklarına rastlıyoruz. Yanıt gelmiştir: Poseidon’a bir boğa sunup gülmeden kurbanı denize atarsanız biter. Gerçi Delfoi’de tersinin de beklendiğini görüyoruz: Metaponteli Parmeniskos, hiç gülemediği için başvurmuştur. Bilemeyiz hangisi daha zorludur: Durmadan gülme illetine kapılmak mı, gülme yetisini hepten yitirmek mi? Kierkegaard, “Hayal Kırıklığının Kahkahası nedir?” başlıklı kısa meselinde, ironiyle denklemi tartar. Diapsalmata’da konuya döner: ‘Bir tek dilek dile’ diyen ilâhlar ‘gülmek hep yanımda olsun’ dediğinde tek kelime etmemiş ilâhlar, peşisıra kahkahaları patlatmışlar.

Kierkegaard şüphesiz avucunun içi gibi tanıyordu, Tekvin’in 18. babındaki öykü kesitini: “Ve o dedi; Gelecek sene bu mevsimde mutlaka senin yanına döneceğim; ve işte, karın Sara’nın bir oğlu olacaktır. Ve Sara onun arkasında olan çadırın kapısında dinliyordu. Ve İbrahim’le Sara kocamış ve yaşta ilerlemişlerdi; Sara âdetten kesilmişti. Ve Sara: İhtiyar olduktan sonra bana sevinç olur mu? Efendim de kocamıştır, diyerek içinden güldü. Ve RAB İbrahim’e dedi: Sara; Gerçekten doğuracak mıyım? Ve ben kocadım diye niye güldü? RAB için imkânsız bir şey var mıdır? Muayyen vakitte, gelecek sene bu mevsimde, yanına döneceğim ve Sara’nın bir oğlu olacaktır. Ve Sara: Gülmedim, diyerek inkâr etti: Çünkü korktu. Ve o: Hayır, fakat güldün, dedi”. (Bu konuda, Kur’an’ın Hûd sûresine [71] ayrıca bakılabilir).

Tanrıya gülünmez. İçinden bile. Kaldı ki içinden gülmek, bir ikiyüzlülük göstergesi, dahası bağışlanması güç davranışlardandır. Öte yandan, her durumda gülme sınırı gösterilmiştir: Ebu Hureyre’nin aktardığı hadisteki gibi: “Çok gülme! Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür.” (Çeviri bulanık: Aşırı gülmek mi hedefteki, sık gülmek mi? Ola ki ikisi de.)

Ne denli dolanırsam dolanayım fiilin etrafında, bulunduğum noktadan baktığımda yeri ve mahiyeti değişmiyor düğümün: Gülmenin bir sınır-bölgesi mi var? sorusu zihnime yuvalanıyor. Demokritos’u gülmekte haklı bulan sözde-Hipokrates, görebildiğim, en eski tayin edici. “Hep ve herşeye gülen kişi yalnızca akıl yoksunu değil, kötü biri.” diye açıyor metnini ve durmadan gülen, alay edenin yüzünün giderek çirkinleştiğini vurguluyor. Spinoza, kin ve nefret duygularını tetikleyen kavramların arasına ‘sarakaya almak’ı katıyor; ama gülmenin, şaka(laşma)nın birer neşe kaynağı olarak görülmesi gerektiği inancında; aşırıya kaçılmaması, abartılmaması kaydıyla (Etika, IV; XLV). Bu sınır koyma ölçülülüğü, bir ucunda “gülünecek birşey yok” hükmünün yeraldığı bir çizginin ortasına denk geliyor. Öteki uçta Valéry’yi görüyoruz, dört dörtlük “Şaşırmış Melek”iyle:

Melek, insanların güldüğünü duydukça şaşırıyordu. Ona elden geldiğince açıklamaya çalışıldı. O zaman da insanların neden her an her şeye gülmediklerini sordu ya da neden hepten gülmekten vazgeçmediklerini. “Çünkü, diyordu, iyi anladıysam söylenenleri, ya her şeye gülünmeli, ya da hiçbir şeye.”2

Bu yaklaşıma güçlü bir katkıyı, kara mizahın pirlerinden, sözünü hiçbir tabudan sakınmamış Pierre Desprosges getirmişti — 7 Ocak 2015 sonrası en çok tartışma doğuran önerme: “Her şeye gülünebilir (her şey makaraya alınabilir altanlamıyla), ama herkesle gülünemez”. Her şeyle gülünebildiğinin, her şeyle alay edilebileceğinin kanıtlarını taşıyor kara mizah geleneğinin “corpus”u. Bedeller ödenmiştir, öteden beri: Nefi’den günümüze. Her şeyle alay edebilenler, kendilerini hedef tahtasına koymaktan geri durmamışlardır. Her şeyle sebepli sebepsiz gülünebilir ayrıca: Tabucchi, roman kahramanı Bay Spino’nun kitabının dramatik bir sahnesinde neden güldüğünü soran eleştirmenlere “bilmediğini” söyler (Başkalarının Özyaşamöyküleri, 2002). Buna karşılık, “ama”sı doğrudur ama: Herkesle (birlikte) gülünemiyor, gülünememiş. Bütün yetkeler sınır koyma yanlısı olmuş. İfade özgürlüğünün oldukça geniş olduğu ülkelerde başka çareler bulunduğunu görüyoruz, gördük: “Kutsalım üzerinden gülemezsin.” şiarı aforozdan imhaya her yolu açık kılıyor.

2015 tartışmaları kanıtladı: 1968 sonrası yaşanan açılımın sonuna gelinmişti. Bir avucu sayılmazsa, mizah ustalarının çoğu gelinen noktadan yılgındı, fetvaların uygulanmasını olanaklı kılan koşullarda. Yorumcular Desprosges’un, Coluche’ün, Monthy Pyton’cuların, Manfred Deix’in dün yükselttikleri çıtanın bugün kendiliğinden (?) aşağıya indiğinde birleşiyorlardı.

Proudhon haklı çıkmıştı. Her alt bölümün girişine yatık yazıyla bir özet cümlesi yerleştiren Umberto Eco, Gülün Adı’nın sonunu hazırlayan Yedinci Gün’ün girişine şunu yazmıştı: “Burada anlatılan olağanüstü açıklamaları özetlemek, bölüme eşit uzunlukta bir başlık olurdu; bu da alışılagelene ters düşer”.

Bir okur olarak paylaştığım bir görüş. Kör keşiş Jorge’nin, William’ın “Bu kitabı niçin ötekilerden daha çok korumak istedin?” sorusuna verdiği uzun, dolgun, ürkütücü yanıtın ilk iki cümlesini anımsayalım: “Çünkü onu Filozof yazmıştı. O adamın yazdığı her kitap Hıristiyanlığın yüzlerce yıllık bilgi birikiminin bir bölümünü yoketti.” Jorge’nin bugün de kayıp elyazmaları kataloğundaki seçkin yerini koruyan, Aristoteles’in Poetika’sının ikinci, komedyayı ve gülmeyi övdüğü kitabına karşı, bugüne dek gülmeyi böylesine altedilmez bir diklenişle kimsenin dillendirmediği tiradını baştan uca, dikkatle, dura dura okumak gerektiğini düşünüyorum: Şuna ya da buna gülünemez savını öne sürenlerin arasından, William’ın deyişiyle “şeytan”ın gerekçelerini andıracak tek bir düşünsel kanıt üretecek biri çıkamayacağına göre, o uç yaklaşımı kavramanın yolu romancının çaresiz çok akıllı kurduğu Jorge’nin sunumuyla hesaplaşmaktan geçiyor — açıkçası zorlu sınav.

Kendi payıma, çıkış yolunu kestirip atmakta bulmaya gönül indirmek istemem. Beni, o yolda, bir başka yazarın rahatlattığını itiraf etmenin sırası: Giorgio Manganelli, aynı ‘eküri’den bir başka İtalyan, mücevher anlatısı Tirana Övgü’nün girişinde Soytarı’yı hemen öne çeker: İnce bir söz oyunu yaptığı an bir gülme sesi duyulur karşıda, onu bir ağız sahiplenir boşlukta (evet, tıpkı Lewis Carroll), peşpeşe gövdesiyle, elbiseleriyle, tahtıyla Prens, peşpeşe sarayı, insanlar, halk doğar o gülüşten hareketle, Manganelli okura döner: “İçinde yaşadığımız dünya karanlıklardan böyle doğmuş olamaz mı? Yaradan’ın soytarısı, soytarının bir sözü üzerine Yaradan’ın dalgın gülüşü…”

Bataille’ın dediği gibi: “Ama buna kim ölesiye gülebilir?” Ekleyelim: Kimle, kimlerle, nasıl insanlarla?

Dipnot

1. Aynı izlekle Eco’nun romanında da karşılaşıyoruz, bkz: Gülün Adı, Yedinci Gün Gece 2. Paul Valéry, Mélange, in Œuvres I, Pléiade, 1957; metiniçi vurgu yazara ait.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 7.sayısında yayınlanmıştır.