Türkiye’de roman eleştirisi deyince ilk akla gelen isimlerden A. Ömer Türkeş, yalnızca bu alandaki üretkenliğiyle değil, aynı zamanda daha da önemlisi eleştiri yöntemiyle dikkatle okunmayı, sözüne kulak verilmeyi fazlasıyla hak eden bir yazar. Kendisiyle Sabahattin Ali’nin eserleri üzerine konuştuk…

Röportaj: Yunus Emre Tozal, Erkan Şimşek

Sabahattin Ali’nin en güzel romanlarından Kürk Mantolu Madonna, sosyal medyanın yeni fenomeni haline geldi. Kitabın bir fincan kahveyle çekilen fotoğrafı, pek çok kişi tarafından özellikle Instagram’da paylaşılıyor, içindeki cümleler ise adeta aforizmaya dönüştü. Kıymetli olanın popülerleşmesi genellikle hoş karşılanmaz, hele edebiyatta popülerleşen şeyin özünden uzaklaşılır çoğu zaman. Sizce bu durum Raif Efendi’nin hüzünlü ve aşk acısı odaklı hikâyesinin anlatıldığı Kürk Mantolu Madonna için de geçerli midir?
Bir kitabın okunması ve yayılmasındaki artış ile popülerleşmesi arasında bir ayrım koymakta yarar var. Çünkü fenomen haline gelme, popülerleşme kitle kültürüne ilişkin kavramlar. Bugün edebiyatta, sanatta, sinemada yaygın olan popülerlik kavramı tüketimle, ürünün metalaşmasıyla, açıkçası pazarla birlikte ele alınabilir. Edebiyat ya da sanat eseriyle bu tarzda kurulan bir ilişki etkin değil edilgin bir süreçte cereyan eder. Eseri anlamak, kavramak, tartışmaktan ziyade

tüketiciyi harekete geçiren itki yazara ve esere duyulan hayranlıktır. Hayranlığın karşısına aynı dinamiğin karbon kopyası olan düşmanlık da konulabilir. Günümüz kültür endüstrisi tam da bu hayranlıkları ve düşmanlıkları körüklemek vasıtasıyla işler. Ancak bu bizi bir eseri popülerleştiği için küçümsemeye sevk etmemeli; hele ki popüler olmak özellikle gözetilmemiş, hatta -Kürk Mantolu Madonna’da olduğu gibi- hiç akla gelmemişse. Kısacası, edebiyat/sanat eserleri yazarın niyetinden bağımsız olarak da popülerleşebilir. Popüler ilgilerle tüketildiğinde özünden uzaklaşmak, metindeki derin anlamları kavrayamamak mümkündür ama aynı metni bir edebiyat eseri algısıyla okuyanlar açısından bir sorun olduğunu düşünmüyorum.

omer-turkes-4Kitap YKY tarafından şimdiye kadar 1 milyon civarı sattı. Sosyal medyada kitap için yazılan yorumlarda aşırı cümleler görüyoruz. Övüldüğünde “Daha iyisi çıkana kadar en etkili Türk romanı”ndan tutun, eleştirildiğinde “Yazıldığı dönemde iyi bir kitap olabilir ama bu hikâyeyi film ve dizilerde çok gördük, bayatladı artık.” yorumuna kadar her seviyede yorumlar var. Bu tabloyu bir eleştirmen olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tam da popülerleşmenin yol açtığı, ifrat ve tefrit arasında gidip gelen değerlendirmeler bunlar. “Bu hikâyeyi dizilerde çok gördük.” diyenlerin bir romanı hikâyeden ibaret sandıkları çok açık. Ayrıca dizilerin hikâyelerinin en alt kavrayışa göre, popülerlik gözetilerek yazıldığını biliyoruz. Sanat ve edebiyatı ile eğlence kültürü arasındaki akrabalık bağı çok muğlaktır ama ne yazık ki bu ikisi birbiriyle kıyaslanabiliyor. Ve ne yazık ki kapitalizm bütün alanları birbirine benzetiyor. Roman hakkındaki fikri “twitler”den öğrendiği birkaç cümlelik özetten ibaret olanların kanaat bildirmelerini ciddiye almaya gerek duymuyorum. Bir edebi eser okuyucu için ancak okuyucunun donanımı ölçüsünde vardır. Eseri anlayamamışsa önce kendisine bakmalı. Marx ne güzel söylemiş; “Güzellikten tat almanın dolaysız oluşu ve aynı zamanda eğitim gerektirişi çelişkili gibi görülebilir. Ama insan ancak eğitim yoluyla insan olmuş ve gerçek yaradılışını bulmuştur.” Bizi bekleyen asıl tehlike, böyle bir anlayışın yaygınlaştığı bir kültürde yetişen genç yazarların romanı hikâyeye indirgeme, ilginç bir hikâye peşinde koşma, nasıl anlatacağından ziyade ne anlatacağına odaklanma tehlikesidir. Öte yandan, önüne “En” sözcüğü konulmuş, mesela “En iyi on roman” tarzında değerlendirmeleri de -eğer öznelliği belirtilmemişse- şüpheyle karşılayabiliriz. Değerlendirmeler, değerlendirmeyi yapan şahıs dışında kimseyi bağlamamalı. Bu açıdan baktığımızda, birileri “Kürk Mantolu Madonna”ya “Daha iyisi çıkana kadar en etkili Türk romanı” etiketini yapıştırdığında, bu romanın gerçekten en etkili olduğu anlamına gelmemeli. Sınırları böylece belirledikten sonra, kendi değerlendirmemi yapabilirim. “Kürk Mantolu Madonna”, gerek edebi değeri gerek dönemini siyasi, toplumsal, bireysel ve edebi eğilimler anlamında temsil etme özelliğiyle, bana göre Türk edebiyatının başyapıtları arasındadır.

Gabriel Garcia Marquez bir söyleşinde “Herkesin üç hayatı vardır: Özel hayat, kamusal hayat ve gizli hayat.” diyor. Okurun kitapla ilişkisi çok mahremdir bu anlamda, sizce okurluk özel midir, gizli mi yoksa kamusal mı?
Marquez gibi bir usta söylediğine göre ciddiye alınması gereken bir saptama. Bunu okurluğa uyarlayabilir miyiz? Bir biçimde uyarlanacağını düşünüyorum. Çünkü aynı kitabı okusak bile o kitaptan çıkaracağımız anlamlar, düşünceler, kitabın yarattığı etkiler farklı olacaktır. Ve ayrıca bir kitap hakkında duygu ve düşüncelerimizi kamusal alanda ifade ederken söyleyeceklerimiz başka, kendimize saklayacaklarımız farklıdır. Çünkü okuma sürecinde mahrem hayatımıza hitap eden anlar mutlaka vardır. Bunları kimseyle paylaşmayız. Bir romanı beğendiğimizi söylerken yazarın karakter çözümlemelerinin derinliğinden söz ederiz. Bunun nedeni -aslında- yazarın bizim derinliğimize temas etmesidir. Belki de okurken kendimizle yüzleşmek zorunda bırakmıştır bizi. Bir katharsis durumu yaşanmıştır. Elbette bunu ifşa etmeyiz. Okuma zevkinin gizliliğini düşündüğümde aklıma gelen, kamusal alanda konuşurken hiç dile getirilmeyen, burun kıvrılan kitaplardan -mesela çizgi romanlardan, polisiyelerden, aşk romanlarından- alınan zevktir. Herkes klasiklerin okunması, sanat değeri olan filmlerin izlenmesi gerektiğinde hem fikirdir, gençlere bu önerilir ama çoğunluğun ortak ve gizli tercihi aşk ve macera romanları, filmleridir. Kısacası herkesin okumaya ilişkin bir resmi -kamusal-, bir mahrem, bir de gizli hayatı vardır. 

Çok etkilendiğim anekdotlardan biri, Ahmet Midhat’ın “Hasan Mellah”ı tefrika edilirken okur, roman bitmesin diye yayınevini basıyor. Kürk Mantolu Madonna, önce 18 Aralık 1940 – 8 Şubat 1941 tarihleri arasında Hakikat gazetesinde “Büyük Hikâye” başlığı ile tefrika ediliyor sonra da 1943 yılında Remzi Kitapevince kitap olarak basılıyor. Romanın doğrudan hayata dokunduğu bir zaman da var yani… Şu anda bu durumun Watpadd ile devam ettiğini söyleyebilir miyiz? O dönemlerle bu dönemler arasında ne gibi farklar var?
Whatpadd’e hiç girmedim. Burada sürüp giden tartışmalar hakkında bilgi sahibi olmadığım için kanaat de belirtemem. Ancak bir zamanlar gazete tefrikalarının yarattığı heyecanı bizzat yaşadım. Gerçekten de Türkiye’de ve dünyada gazeteyi alır almaz tefrikaların bulunduğu sayfaların açıldığı çok ama çok uzun bir dönem yaşandı. Hatta birçok büyük eseri biçimlendiren tefrika roman alışkanlığı olmuştur. Mesela Balzac, Dumas, Dostoyevski, bizde aralarına Nazım Hikmet’i de dâhil edeceğimiz pek çok yazar tefrikalarını birkaç hafta daha sürdürüp biraz daha fazla telif alabilmek için romanlarını okuyucu ilgisini çekebilecek yan hikâyeciklerle şişkinleştirmişlerdi. Sabahattin Ali, “Kürk Mantolu Kadın”ı tefrika halinde yayımlarken bu yola başvurmuş muydu, bilemiyorum. Bildiğim, az önce de belirtmiştim, Sabahattin Ali’nin o dönemin siyasi ve toplumsal ruhunu çok iyi yansıttığıdır…

Rus klasikleri için toplumun yaklaşmakta olan buhranını yansıttığı söylenir. Türk edebiyatında ve sinemasında da belirli dönemlerde aşk kavramının önemli bir yekûn tuttuğunu gözlemliyoruz. Türk edebiyatı için böyle bir gözlemde bulunabilir miyiz
Gerçeklikten ne denli uzak durmaya çalışırsa çalışsın, her roman kendi çağının gerçeklerini içinde barındırır. Sadece yayımlanmış olması bile, bu türden romanlara gösterilen ilginin kanıtı olduğu için sosyolojik değerdedir. Mesela II. Abdülhamid döneminde polisiyelerin ve aşk romanlarının bolluğu, II. Meşrutiyet ile birlikte erotik edebiyatın yaygınlaşması, Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki tarihi roman furyası, farklı bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde bireyin ve toplumun o dönemdeki ruh halini anlamaya yardımcı olacaktır. Nitekim “kültürel incelemeler” dediğimiz akademik alanda bu yönde yapılan pek çok çalışmaya rastlıyoruz. Söylemek istediğim, bir zamanların ağdalı aşk romanlarının da -tıpkı günümüzün TV dizileri ya da evlilik programları gibi- toplumsal hayatı değerlendirmek açısından pek çok veri barındırdığı. Öte yandan kendi dönemine tanıklık etmek fikriyatından yola çıkan yazarlar ve romanlar da sayabiliyoruz. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında Cumhuriyet’in vaatlerinin gerçekleşmediğini ve gerçekleşmeyeceğini buruk bir acıyla fark eden, başını Nazım Hikmet’in çektiği bir yazar kuşağı dönemi bütün çıplaklığıyla anlatmak yolunu seçmişlerdi. Sabahattin Ali de bu yazarlar arasındaydı. Daha sonra “köy romanları” dediğimiz bir akım kendi döneminin siyasi ve toplumsal hayatını yansıtma konusunda başarılı oldu. Kısacası dünyanın her yerinde edebiyatla hayat arasında organik bir ilişki söz konusudur.

Hemingway’in “Huckleberry Finn” için dediği “Amerikan edebiyatı onunla başlar.” Veya Orhan Pamuk’un “Anna Karenina” için dediği Roman sanatının en başarılı örneğidir.” gibi, sizin Sabahattin Ali eserlerinde özellikle vurgulayabileceğiniz bir eseri ya da yazara dair böyle bir gözleminiz var mı?
Sabahattin Ali, yaşadığı dönemin gerçekleriyle bireyin psikolojisini birlikte ele alan ve edebiyat yoluyla dile getirmeyi başaran bir yazardı. Toplumcu edebiyatın ilk önemli yazarıdır.

omer-turkes-3Sabahattin Ali’nin diğer kitapları neden okunmuyor? Mesela “İçimizdeki Şeytan” kitabı “Ecinniler” kadar karmaşık olmamasına rağmen bir türlü popüler olamadı… Bunu neye bağlamak gerekiyor?
“Kürk Mantolu Madonna”yı herkesin kitabı haline getiren, hiç kuşkusuz barındırdığı aşk hikâyesidir. Oysa Sabahattin Ali’nin diğer romanlarında siyasi bir yan vardır ki bu onu herkesin sahiplenmesini engeller. Aslına bakarsanız benim gençliğimde -80’lerden önce- Sabahattin Ali deyince akla gelen hikâyeleri ve “Kuyucaklı Yusuf ”u olurdu. Okuyucunun siyasi ilgilerinin yoğun olduğu, gençlerin isyan ettiği çağlardan söz ediyorum. Bu bile kitaplara gösterilen ilginin sadece edebiyatla belirlenmediğini göstermesi açısından iyi bir örnek.

Sabahattin Ali’nin komünistliği çok tartışıldı… Cumhuriyet dönemi solcularının ittihatçılıkla – Kemalizm’le hep bir bağları olmuştur. Tam bir kopuş yerine her daim simbiyotik bir ilişki var. Sabahattin Ali bu zinciri kırmış biri, kafası net. Ali bunu nasıl başardı?
Cevaplaması hem söyleşi hem edebiyat sınırlarını aşan bir soru. Türk solunun Kemalizmle bağları Sovyetlerin ulusal kurtuluş mücadelelerini destekleme politikasına, Sovyetlerle ideolojik uyum içindeki TKP’ye kadar uzanır. Bağımsızlık savaşı, antiemperyalizm, halkçılık, aydınlanmacılık gibi ilkelerin yarattığı ortak paydaları da ekleyelim. 70’lerden sonra ciddi bir kopuş yaşandı. Ancak Türkiye solu dediğinizde çok geniş ve parçalı bir yelpazeden söz ediyorsunuz demektir. Kısa bir söyleşide genelleme yapmak istemem. Yanıltıcı ya da kastını aşan bir yanıt olabilir. Sabahattin Ali –ve Nazım Hikmet- Türkiye solunun ilk önemli entelektüel şahsiyetleri olarak sürecin başlarında, henüz Kemalizm’in inşa edilmediği- yıllarda yaşamışlardı. Yani -sizin deyişinizle- kırmaları gereken bir zincir yoktu.

Sırça Köşk, Cumhuriyet tarihinde toplatılan ilk ve tek masal kitabıdır her halde. Metin gerçekten de ajitatif ve provakatiftir, hele masalın son cümleleri… Merak ediyorum, Sabahattin Ali’nin canına tak etti de ihtilalci mi oldu?
Bir sosyalist olarak Sabahattin Ali, isyanın haklı ve gerekli olduğuna her zaman inanmış bir yazardır. Dikkatinizi bir kez daha “Kuyucaklı Yusuf ”a çekmek isterim. “Sırça Köşk”ten on yıl önce yazılmıştır ve anlatılan haksızlığa tahammül edemeyip dağa çıkan bir delikanlının hikâyesidir. Yaşar Kemal’in “İnce Memed”inin, o şarabi eşkiyaların yolunu açan, isyanı edebiyata taşıyan “Kuyucaklı Yusuf ”tur. İsyan sözcüğünün bile sözlüklerden silinmek istendiği, bırakın isyan etmeyi iktidarı eleştirenlerin bile bedel ödediği bir ülkede bugün elbette “Kuyucaklı Yusuf ”la anılmıyor Sabahattin Ali. Olsun, “Kürk Mantolu Madonna”sı okunsun. Kaderine boyun eğmiş Raif Bey’in hüznünü paylaşanlar, gün gelir Kuyucaklı Yusuf ’un isyanına da katılırlar…

Sabahattin Ali’nin eserlerine babil.com’dan ulaşabilirsiniz.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 5.sayısında yayınlanmıştır.