Türkiye edebiyatında roman eleştirisi deyince ilk akla gelen isim A. Ömer Türkeş. Yalnızca bu alandaki üretkenliğiyle değil, aynı zamanda daha da önemlisi eleştiri yöntemiyle dikkatle okunmayı, sözüne kulak verilmeyi fazlasıyla hak eden bir yazar. Ömer Türkeş’le söyleşimizi yalnızca biten bir yılın değerlendirmesi üzerine kurmak yerine; Türkiye edebiyatını, özellikle de romancılığımızı konuşarak temel izleklere geniş bir pencereden bakmak istedik.

Söyleşi: Volkan Alıcı

12 Eylül sonrası neoliberalizme adaptasyon süreci, beraberinde getirdiği yıkımla birlikte siyasal, ekonomik, toplumsal alanda önemli değişimler de yarattı. Peki, roman bu değişimden payını nasıl aldı?
12 Eylül’ün zihinlerde yarattığı en büyük tahribat muhaliflik duygusunun bastırılmasıdır. Bunun hemen yanına da solun değer ve kavramlarının dışlanması, -hak, adalet, vicdan, dayanışma gibi- insanlığın yüzlerce yıldır nice bedeller ödeyerek elde ettiği kazanımların yitirilmesi büyük bir erozyona yol açtı. Edebiyatta böylesi değişimler hemen karşılık bulur. Nitekim 12 Eylül’ün hemen ardında edebiyatta “siyasi” olanın aşağılandığı, siyasi olana küfür etmenin özgürlükten sayıldığı, bireyciliğin fetişleştiği bir döneme girildi. Yeni kültürel iklimin öne çıkan meseleleri birey, cinsellik, özgürleşme ve özel hayatlar olmuş, bu meseleler 12 Eylül “edebiyatı”nın merkezi temaları haline gelmiştir. Edebiyat dünyasının küçük burjuva insanın varoluş sorunları etrafında dönmeye başlaması gerçeklikten ciddi bir kopuş, edebiyatın metin içi oyuna indirgenme sürecidir. Aslında her bunalım döneminde kendi içine kapanarak yaşanan bir kaçış sürecidir bu.

Neoliberalizmin vitrinlere getirdiği çeşitlilikten kitap üretimi, konumuz özelinde edebiyat dünyası da nasiplendi. Fantastik türler, tarihten koparılmış tarihi romanlar, yeniden keşfedilen polisiyeler, mektup, biyografi ve otobiyografi türleri, astroloji ve hobi kitaplarıyla keskinliğini yitirmiş solculara hitap eden gündelik hayat eleştirileri, sınıfsal göndermelerden arındırılmış siyaset teorileri, “makro”sunu yitirmiş “mikro” iktidar çözümlemeleri okuyucularla buluştu ve “çoksatarlık” bir edebi değere dönüştü.

80 sonrası romanda bireyin iç dünyasının, bunalımının ana izlek olduğu romanların artışı, ama daha önemlisi bu ‘bunalım’ın nesnel kaynaklarının romanlarda ortaya konulmaması, aynı zamanda yazarın bunalımını da ortaya koymuyor mu?
Romanlardaki “arızalı” şahıslar kadrosunun belli bir coğrafyaya hapsolmuş küçük burjuva entelektüellerinden devşirilmesi, toplumsal bir bunalımdan söz etmeyi anlamsız kılıyor; ama bir insan tipinin, kendisini entelektüel olarak gören yazarın bunalımı apaçık. Buradaki bunalım sözcüğü, toplumsal krizle birlikte, krizin bireyler üzerinde yarattığı zorlanmayı, daralmayı, ezilmeyi, bastırılmışlığı ve psikolojik olarak tehlikeli bir durumda bulunmayı kapsayacak genişlikte… Bireyin böyle bir ruh hali içerisine düştüğü anlarda romanın bu “iç gerçeklik” hakkında sessiz kalması elbette ki beklenemez. Sorun iç gerçekliğin yansıtılmasında değil yansıtılma biçiminde çıkıyor ortaya; bireyin iç dünyası, duyguları ve bilinç yarılması işlenirken onu mutsuzluğa, bunalıma, depresyona, intihara sürükleyen iç yaşantısının nasıl bir ekonomik/siyasal/toplumsal yapıdan kaynaklandığının görmezden gelinmesi ya da gerçekten görülememesi hem bizi kendine kapalı bir gerçekliğe hapsediyor hem de bunalımı insan doğasına indirgeyerek daha iyi bir gelecek için söylenecek “söz”ü anlamsızlaştırıyor. Daha da önemlisi entelektüele/yazara/edebiyata değer kaybı yaşatıyor.

Sonraki süreçte de postmodern romanın temel özelliklerinin genel kabul gördüğü bir yönelim beninsenmeye başladı. Sizce Türkiye romanına ne kazandırdı, ne kaybettirdi postmodernizm?
Postmodern kavramının Türkiye’de yeterince, en azından postmodern teorisyenlerin kavrama yüklediği anlamların zenginliği içinde kavrandığını düşünmüyorum. Postmodern düşünce modernizmin boşluklarını sorgulamayı önüne koymuştu. Bizde ise tersine; iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın eşitlenmesine, türler arasındaki hiyerarşinin yok sayıldığı bir vitrin çoğulculuğuna, cehaletin kutsanmasına indirgendi postmodernizm. Bu yaklaşımın tarih bilincini yok ettiği, Benjamin’in ifadesiyle “geçmişin uçucu imgesini” zihinlerden tamamen sildiğini söyleyebilirim. “Postmodern nostaljik sanat dilinin gerçek tarihselcilikle uyuşmazlığı apaçıktır” ve bu uyuşmazlık kendi günümüzü, yakın geçmişimizi ya da bireysel varoluş hafızasına dahil olmayan daha uzak bir geçmişi kuşatma çabasıdır. Tarihin lağvedilmesi, yeni bir tarihin inşa çabasıdır. Gerçeklikle bağların yitirilmesi, tarihsel hakikatlerin fantastiğe indirgenmesi, hayatın ve edebiyatın bir oyuna çevrilmesi postmodern çağa girilmesiyle oldu. Ancak haksızlık etmek istemem. Tekrar ediyorum, dünyadaki postmodern akımla Eylül sonrası kültürel ikliminde -Türkiye’deki- kavranışı arasında fark göz ardı edilemez. Mesela Umberto Eco’nun “Gülün Adı” postmodernse eğer, bizdeki saçma sapan tarihi romanları onunla aynı kategoride mütalaa etmek postmodern düşünceyi anlamamak demektir.

Bir yazınızda, “Cumhuriyet döneminin ilk dönem romanlarında temalar çeşitlenir, ama yoksulluk-zenginlik karşıtlığı yapısal bir sorun olarak ele alınmaz” demiştiniz. Aslında bu değerlendirmeniz Türkiye romanının tüm dönemleri için geçerli. Peki, bazı toplumcu yazarları dışta tutarsak, yoksulluğun ve yoksulların yazarların çoğunun “ilgisine mazhar olmamasının” nedenleri sizce nedir?
Bunun nedeni romanın her dönem asıl işlevinin hoşça vakit geçirmek, popüler bir kültürel faaliyet olmasıdır. Edebiyat tarihimiz boyunca her dönemde popüler romanlar çoğunluktaydı. Osmanlıdan başlayarak Türk roman geleneği –Erol Üyepazarcı’nın da belirttiği gibi- popüler anlatım kalıpları üzerinden gelişmişti. Ve Cumhuriyet dönemi Türk romanının tarihi popüler romanın tarihidir. Bu iddianın kulağa hoş gelmediğinin farkındayım. Öyle ya, Sabahattin Alileri, Yaşar Kemalleri, Orhan Kemalleri, Tanpınarları, Atay’ı, Soysal’ı, Pamuk’u yetiştiren bir geleneği kolayca harcadığım düşünülebilir. Ne var ki gelenek dediğimiz belli bir kesimin, belli bir bakış açısının geleneğidir. Yani gelenek herkesin ortak malı değil, bir azınlığın kazanımıdır. Bu kazanımın ötesine geçtiğimizde, “yüksek kültür”e dahil edilen roman sayısının popüler kültür ürünlerinin yanında azınlıkta kaldığını fark ederiz.

Yukarıdaki iddiayı sayılarla kanıtlamak mümkün. Mesela 1923 yılında yayımlanan 12 romandan 11’inin, 1924’te 32 romandan 16’sının, 1925’te 34 romandan 27’sinin, 1926’da 27 romandan 21’inin ve 1927-1940 yılları arasında yayımlanan 497 romandan –iyimser bir yorumla- sadece 130’unun -aşk, macera, tarih, mizah gibi konuları işleyen ve kolay okumalara izin veren- popüler türlerde olduğu görülüyor. Kısacası roman okuma alışkanlığı ile pembe dizi izlemek arasındaki ayrım belirsizdir. Bu nedenle toplumsal konular, okuyucuyu kendisiyle yüzleştirilecek, düşünmeye, isyana yöneltecek çıplak gerçekler dışarıda kalır.

Çerçeveyi biraz daha genişletip eleştirinin dozunu artırırsak; aslında toplumsal/ekonomik eşitsizlikler, siyasi baskılar ve kıyımlar, ülkenin güneydoğusunda otuz yıldır süren savaş – on yıllardır toplumu sarsan hiçbir olay edebiyatın gündeminde yeterince yer almadı desek, abartı olur mu sizce?
Hiç abartılı değil. Benim bütün yazılarımda üzerinde ısrarla durduğum eksiklik tam da budur. Her dönemde küçük bir kesim gerçekleri edebiyata taşımaya çalışmış, bunun bedelini de ödemiştir. Bu nedenle Cumhuriyet tarihinin izini Cumhuriyet romanında sürmeye kalktığımızda sıklıkla kara deliklere düşeriz.

Fakat tersini düşünen eleştirmenler de var. Mesela Semih Gümüş, bir söyleşimizde, “Bizim edebiyatımız başından beri toplumsal sorumluluk duygusu yüksek, siyasal ilgileri küçümsenmeyecek bir edebiyat oldu. (…) [Aslında] Çocukluğu, gençliği, erotizmi, aşkı konu eden romanlar çok azdır” diyordu. Bu durumda şu soru gündeme geliyor: Edebiyatımızda gerçeklikten kaçış mı var, yoksa gerçekliğin kavranışında mı bir sorun var?
Yukarıda da belirttim. Semih Gümüş’ün benimsediği gelenek ile okuyucu ve yazarların büyük bir kısmının izlediği gelenek birbirinden çok farklı. Gümüş, haklı olarak, edebiyata edebi ve insani değerler ekseninden yaklaşıyor ve geleneğini değer verdiği yazarlarla kuruyor. Bu yazarların siyasi olana çokça yer vermesi genel eğilimin siyaseti tamamen dışta bırakmasına tepkiyi barındırır. Çubuğu tersine bükme arzusu gerçekten de bireyin ihmaline yol açmıştır. Ancak siyasetten bilhassa kaçınan edebiyatın da birey hakkında ya da çocukluk, yaşlılık, aşk ve erotizm hakkında yazdıkları dişe dokunur şeyler sayılmaz. Bu durumda her ikisi de doğrudur; hem gerçeklikten kaçılmış hem gerçekliğin kavranışı zenginleştirilmemiştir.

“Sadece güncel siyasi ve toplumsal meseleler değil, artık tehlikesiz denilebilecek siyasi geçmiş de edebiyatın ilgi alanına girmiyor” diyorsunuz yine bir yazınızda ve bunu “seçici unutkanlık” olarak tanımlıyorsunuz. Nedir seçici unutkanlık?
Bu soruyu kısa bir yanıtla geçiştirmem mümkün değil. Çünkü sadece siyasi ve toplumsal olaylar değil, büyük depremler, yangınlar, yıkımlar da yer almıyor zihnimizde. Hatta gündelik hayatın infial yaratan 3. sayfa haberleri; tacizler, tecavüzler, uğradıkları saldırılarla eşcinseller, belki de hepsinden daha travmatik sonuçlar doğuran ensest vakaları, yaşlılar, çocuklar, kediler-köpekler… Bunlar da edebiyatın unuttukları arasında sayılabilir.

Tarihi ya da güncel, irili ufaklı pek çok olayın su yüzüne çıkmama nedeni toplum olarak gerçeklikten kaçmayı, “mış” gibi yapmayı alışkanlık haline getirmemiz, unutmayı bir tür resmî din olarak benimsemişliğimizdir. Kolektif ve seçici bir unutkanlık bu. Travmalarla baş etmenin bir yolu bunları hikâye etmek ve belgelemekse, öteki ve kolay/kestirme yolu bastırmak ve unutmaktır. Yazarlar da topluma ayak uyduruyor ve bu yolu seçiyorlar: yazılanlar gerçeklerin üzerini örtmek, karartmak hatta yepyeni ve fakat tamamıyla fantastik bir gerçeklik yaratmak işlevi görüyor. Romanlar artık sarsmıyor, vicdanları huzursuz etmiyor, bir gerçeklik ve haksızlık karşısında isyana çağırmıyor; tersine -tıpkı pembe diziler ya da “kadın” programları gibi- rahatlatma, hoşça vakit geçirme işlevini yükleniyorlar. Gerçeğe benzeyen ama gerçeklere dokunmayan bir masal dünyası bu.

Gerçeklikten bilinçli bir kaçış olduğunu düşünmüyorum. Sorun gerçekliğin kavranışında. Bir yazar ancak farkına vardığı gerçekliği ifşa eder. Okuyucu farkına vardığı kadarını benimser. Herkesin kendi derdine düştüğü böyle bir hayat içerisinde gerçekliğin yerini arzular, düşler ve hayaller almış, edebiyat kaçılacak pembe bir dünyaya dönüşmüşse eğer, bunun nedeni gerçek hayatın ekonomik ve siyasal anlamda eşitliksiz, adaletsiz, baskıcı, boğucu, şiddet dolu atmosferidir. Artık hiç kimse gördüğü şeyi, çoğu kez gözünün önünde olan, belki konuşulmayan ya da pek az konuşulan ama yine de gözle görülür olan şeyi gördüğünü kendi kendine bile söylemeye ya da kabullenmeye cesaret edemediği için yaşanan gerçekliğin bireyde yarattığı travmalar yazılmıyor bu ülkede; kimse bilmek istemediği için. Bilmek insanları dehşete, biyografik ve ahlaki dehşete düşürdüğü için! İşte bu nedenle medya, edebiyat ve toplum görmüyor, duymuyor, konuşmuyor; bilinçli olarak, bilmemeyi isteyerek bilmeyen, öğrenmeyi reddeden, öğrenmekten nefret eden, “kendinden memnun cahil”ler olmayı tercih ediyoruz… Cahillik ürünü anlatılar kulaktan kulağa yayılıyor, yalanlar benimseniyor. Gerçeklikten toplu bir kaçışın yaşandığı Türkiye’de siyasi ve toplumsal gerçekleri, bu gerçekler karşısında acı çeken bireyi -edebi ölçütleri ıskalamadan- romana taşımak gerçekten zor bir iş. Zaten travmatik sürecin süreğenleştiği, olağan hale geldiği, normalin yerini aldığı bir toplumda travma anlatısı nasıl yapılabilir?

Türkiye gibi siyasi operasyonlar, derin devlet, faili meçhuller vs. gibi siyasi polisiyeye epey malzeme sunan bir ülkede yine de bu türde ciddi bir artış gözlemleyemiyoruz. Bunun nedenleri sizce nedir?
Sanıyorum bir önceki soruyu yanıtlarken bu soruyu da yanıtlamış oldum. Eklenebilecek tek yeni neden, yazmanın yaratacağı tehlikeler olabilir ki bu tehlikelerin kuruntudan ibaret olmadığı son beş yılda şüpheye yer bırakmayacak biçimde kanıtlandı.

Hep romanın eksiklerini konuştuk. Peki ya eleştiri? Edebiyat eserini yalnızca yapısal özellikleriyle değerlendiren, metnin içindeki ideolojiyi tartışmayan, romanı toplumsal-tarihsel bağlamından soyutlayıp yalnızca dilsel özellikleriyle değerlendiren bir eleştiri ortamının romanı beslemesi olanaklı mı?
Eleştiri de dönemin ekonomik, siyasal ve toplumsal yapısından etkilenmiştir. Yazar, yayıncı, eleştirmen ve okuyuculardan müteşekkil edebi alanda yer alan bütün öğeler bir ve aynı sürecin parçası olarak birbirleriyle, 80 sonrasının toplumsal değişimleri ve değer yargılarıyla örtüşürler. Hele ki edebiyat dergilerinin yapısal anlamda dönüşüme uğradığı bir süreçte eleştirinin varlığı bile tartışmalı hale gelebilir. Eleştiri ve inceleme yazılarının yerini kitap tanıtımlarına bıraktığı; edebiyat sohbetlerin yapıldığı, parasız ama heyecanlı genç dergicilerin toplandığı eski mekânların yerlerini modern plazalara terk ettiği ve edebi ürünleri yönlendiren otoritelerin bu şık mekânlarda çalışan profesyoneller olarak üst gelir gurubuna evrildiği yeni edebiyat dünyasında eleştirinin işlevi edebiyatı desteklemekten ziyade edebiyat endüstrisinin bir parçası olmaya evrilecektir, bu kaçınılmazdır. Söz konusu evrimin henüz tamamlanmamasının nedeni eleştiri müessesesinin henüz yeterince profesyonelleşmemesidir.

Siz zaman zaman roman sayılarına dair istatistiki bilgi verip bunun çözümlemesini yaparsınız. Her yıl, yayımlanan roman sayılarında ciddi bir artış dikkat çekiyor; bu durum öykü için de geçerli. Bu artışın nedenleri sizce nedir?
Yeni yazar ve yeni roman sayısındaki artışı körükleyenin, her yıl birkaç romana isabet eden çoksatarlık piyangosu olduğunu düşünüyorum. Sözünü söylemekten ziyade görünmek, başarılı olmak arzusu.

Edebiyat toplumsal-siyasal ve ekonomik hayatla birebir ilişki içinde olan bir yapıysa, Gezi Direnişi’nin romana yansımaları hakkında neler söylemek istersiniz?
Henüz dişe dokunur bir örneğine rastlamadım. Yazılanlar Gezi sürecini yansıtma konusunda doyurucu değil, alelacele kotarılmış öykü ve romanların süreci anlamaya ve isyana destek olmaya katkı vereceğini düşünmüyorum. Gezi’nin romanı mutlaka yazılacaktır. Beklemek gerekiyor.

Bu kadar değerlendirmenin üstüne toparlayıcı bir soru sormak isterim: Tüm dinamikleri ve hayatla ilişkilenişiyle Türkiye edebiyatının bugününe kuşbakışı baktığınızda karşınızda nasıl bir manzara görüyorsunuz?
Eski kuşakların kültürü tüm boğuculuğu ile yeni kuşakların üzerine çökmüş durumdayken okumak, yazmak ve edebiyat daha iyi bir geleceğin garantisi olamaz. Ancak çok fazla okuyan birisi olarak ben yine de okumanızı öneriyorum. Öneriyorum çünkü sürüp giden bu düzenin değişeceğini, yeni bir kültürel iklime girileceğini umuyorum. Yeni bir kültürel iklimin yayılmasınınsa sadece yeni kuşakların ellerinde olduğuna inanıyorum.

Başka bir hayatın yeşereceği yerde kitaplara ihtiyaç duyarız. Çünkü şu sürdürdüğümüz hayatı kavratan, başka insanların çektiği acıları hissetmemizi sağlayan pek çok hakikat ve hikâye barındırır kitaplar. Başka insanların da yaşadığının, onlarla benzer acıları, benzer kederleri paylaştığınızın, yalnız olmadığınızın ve başka bir dünyanın mümkün olduğunun farkına varırsınız.

Her şeye rağmen edebiyat bir direniş alanı olma potansiyelini koruyor. Elbette kendi başına sorunların üstesinden gelemez; “estetik yaşantı kötülüğün aşısı değildir”. Siyasette, toplumda ve edebiyatta yaşadığımız sıkıntılarla baş etmek için politik mücadele gerekir; “kötülüğün tek aşısı politik bilinçtir, politik bilinç edinmektir”.

Son iki soru… İlki: 2014’ün en önemli romanları listenizde hangi kitaplar var?
Joaquim Maria Machado de Assis, “Mezarımdan Yazıyorum
Kathrine Burdekin, “Swastika Geceleri
Anna Kavan, “Buz
Daniel Alarcon, “Geceleri Daireler Çizerek Yürürüz
Colson Whithead, “Bölge Bir
Ngũgĩ wa Thiong’o, “Bir Buğday Tanesi
Damon Galgut, “İyi Doktor
Hakan Bıçakçı, “Doğa Tarihi
Selçuk Orhan, “Aranmayan Özellikler
Jale Sancak, “Fırtına Takvimi

Son soru: Bir kuşak ya da zaman aralığı kısıtlaması olmadan, Türkiye romanının en önemli romanları/yazarları arasında okurların gözden kaçırmamasını önereceğiniz isimler/kitaplar hangileri?

Sevdiğim on kitabı sayarak yanıtlayayım:

Sabahattin Ali, “Kürk Mantolu Madonna
Orhan Kemal, “Bereketli Topraklar Üzerinde
Sevgi Soysal, “Yürümek
Reşat Nuri Güntekin, “Kavak Yelleri
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Oğuz Atay, “Tehlikeli Oyunlar
Orhan Pamuk, “Benim Adım Kırmızı
Yusuf Atılgan, “Anayurt Oteli
Vedat Türkali, “Bir Gün Tek Başına
Yaşar Kemal, “Bir Ada Hikayesi” (I – II – III)