Bilen Işıktaş

Osmanlı siyasi tarihi üzerine olan çalışmalarının yanında Osmanlı kültürü ve kültür tarihi üzerine de eğilen, bu konuda araştırmalarıyla bilinen genç kuşak tarihçilerden Namık Sinan Turan yazdıklarıyla tarih okurlarını etkilemeye devam ediyor. Siyaset bilimi eğitimi almış ve meselelere disiplinlerarası bakabilen Turan daha önce Hilafetin Tarihsel Gelişimi ve Kaldırılması (Altın Yayınları, İstanbul 2004) adlı kitabını yayınlanmıştı. Bu defa uzun yıllara dayalı bir birikimin ürünü olan İmparatorluk ve Diplomasi: Osmanlı Diplomasisinin İzinde başlıklı eserini okurla buluşturdu.

Prof. Dr. Murat Özyüksel kitabın tanıtımında bu kitabın “dış siyasi gelişmeler karşısında bugüne kadar ihmal edilen kurumsal yapı ve dış politika sürecinde belirleyici olan zihniyet dünyasını da işin içine dahil ederek önemli bir boşluğu doldurduğuna” dikkat çekiyor.

Gerçekten de bu alandaki çalışmalarda Osmanlı diplomasi kurumlarına ve bunların dönemler içindeki dönüşümüne değinilmiyor; konuya daha çok bir siyasi tarih anlatısı olarak yaklaşılıyordu. Turan’ın çalışması bu yönüyle Prof. Özyüksel’in de işaret ettiği gibi alandaki eksiklikleri dikkate alarak yazılmış.

Osmanlı diplomasi tarihine bütüncül bir yaklaşımla kaleme alınan bu çalışma uzun dönemli konjonktürel değişimlerin izinde ve imparatorluk olgusu üzerinden Roma İmparatorluğu’nun Müslüman varisinin diplomasisini inceliyor. Turan, kitabının girişinde amacını şu cümlelerle ifade etmekte:

“Burada yapılmaya çalışılan bütünsel bir tarih anlatısı içinde erken 14. yüzyıldan imparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesine neden olan gelişmelerin başlangıcını içeren Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun dış ilişkilerinin seyrine, bunları yönetmekte kullanılan usul ve kaidelere, zaman içinde uğradıkları revizyonları da dikkate alarak incelemektir. Böylelikle modern Türkiye’nin diplomasi geleneğinin zeminine de ışık tutulabilecek, Osmanlıların diplomasisinin olmadığı şeklindeki iddialara da yanıtlar üretilebilecektir.” (s. 6)

Altı bölüm olarak yazılmış kitabın birinci bölümü Erken Osmanlılar ve Diplomasi başlığını taşıyor. Bu bölümde beylikten imparatorluğa dönüşümün altyapısı anlatılıyor. Osmanlı diplomasisinin kavramsal altyapısı hakkında bilgi veriliyor. Osmanlıların diplomasiyi şekillendirirken kullandıkları darülharb, darülislam, harbi, zımmi, ahidname, muahede, mütareke, kapitülasyon gibi kavramların İslam ve Osmanlı hukuk sistemi içinde nasıl yorumlandığını burada görebiliyoruz. Osmanlıların bir Akdeniz sistemi olarak aynı dönemde güçlü bir ekonomik ağın parçaları olan İtalyan şehir devletleri ve Balkanlardaki devletlerle olan ilişkilerine de değiniliyor.

Rönesans Dünyası, Diplomasi ve Osmanlılar başlığını taşıyan ikinci bölümde klişe ve genel kabullerin tartışmaya açıldığını görüyoruz. Batılı tarihçiler 18. yüzyıl sonunda Osmanlıların Avrupa başkentlerinde daimi elçilikler kuruncaya kadar ad-hoc diplomasiyi benimsemiş olmalarını Rönesansla birlikte şekillenen diplomasi anlayışının dışında kalmaları olarak yorumluyor. Oysa bu çalışmada nerdeyse tartışılmaksızın kabul gören bu tez bütünüyle revize edilmekte. Konuyla ilgili olarak yazar şu yaklaşımı sergilemekte:

“Osmanlı doğusunda İtalyanların yaşadığı deneyimler İtalya’nın siyasal mikro-kozmozunda yeni bir diplomasinin oluşumuna katkı sağladı. Venedik ordu ve donanmasına darbeler indiren Osmanlıların şiddetli baskıları onların kendi konumlarını çarpıcı biçimde yeni duruma uyarlamalarına neden oldu. İstanbul’da ve diğer yerlerde yaşayan elçiler sayesinde yüzlerce yıllık düşmanlık ve savaş sonrasında oluşmuş efsanelerin gerçek yüzü ortaya çıktıkça Osmanlı siyaset ve toplumu hakkında somut, gerçekçi ayrıntılar gitgide bunların yerini aldı. Her ne kadar diğer Avrupa başkentlerinde diplomatik misyonlar kurmakla ilgilenmemişlerse de İtalyan devletlerinin Osmanlı sistemini ve bu toplumun Hıristiyan yerleşimlerini ve elçilerini kendi topraklarında barındırmayı nasıl başardığını anlama ihtiyacı, yeni diplomasinin temelinde Osmanlı İmparatorluğu’nun yer almasını sağladı. Unutmamak gerekir ki modern dünyanın diplomatik sisteminin en temel özellikleri (daimi elçilikler, dokunulmazlık, mütekabiliyet ve istihbarat toplama) formüle edilirken, Osmanlı egemenlik alanındaki Floransa, Ceneviz ve Venedik yöneticilerinin tecrübelerinden faydalanılmıştı.” (s. 75)

Avrupalıların muhteşem sıfatıyla andığı, Ferdinand, Maximilan, II. Karl, Fransuva, Luther gibi Avrupa sahnesinin etkin aktörleri arasında en önde yer alan Kanuni Sultan Süleyman’ın diplomasisi üçüncü bölümün konusunu oluşturuyor. Modern Avrupa’nın şekillenmesinde Osmanlı gücünün etkisi ünlü tarihçi Halil İnalcık’ın tezlerini destekleyecek biçimde sonuçlarla burada ortaya konuyor. Turan’ın çalışması diplomasi ve ekonomi arasındaki ilişkiye de dikkat çekmesi açısından katkı sağlayıcı.

Kitabın dördüncü bölümü 17. yüzyılda siyasi krizin diplomasiye ne şekilde yansıdığını inceliyor. Askeri yenilgiler, siyasi bunalım, diplomaside Karlofça eşiği bu bölümün konuları arasında. Turan’ın Karlofça’ya yaklaşımı ders kitaplarında anlatılandan bir hayli farklı. Resmi söylemde Osmanlı duraklamasının başlangıcı olarak gösterilen 1699 Karlofça Antlaşması burada Avrupa’da şekillenen yeni diplomasi anlayışına entegrasyon süreci olarak değerlendiriliyor. Yazar, süreci şu şekilde özetliyor:

“Toprak kayıplarının Habsburglar ve müttefikleri karşısında Osmanlıların üstünlük iddiasına darbe indirdiği doğrudur, bununla birlikte İmparatorluk artık hassas bir denge siyaseti izleyerek eldekini korumaya çalışacaktır. Karlofça Antlaşması Avrupa karşısındaki psikolojik üstünlüğe son vermiş, ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük bir güç olarak varlığını sürdürmesini engelleyememiştir. Bundan böyle Osmanlıların aşamalı olarak ve oldukça uzun bir zaman diliminde Avrupa’dan çekiliş süreci başlayacaktır. Oysa zamanın Osmanlı bürokratları Karlofça müzakerelerine diplomatik yenilik yaratan bir olay olarak bakmamışlardır. Barışın uti possidetis ilkesine göre yapıldığı, dolayısıyla da Macaristan’ın ve Erdel süzerenliğinin yitirilmesini beraberinde getirdiği itiraf edilmekteydi. Ancak Osmanlı resmi jargonunda Sultanın şerefi olarak görülen şeyin korunmasına özen gösterildiğinden, Osmanlı diplomatları hep, sınıra yakın kalelerin boşaltılmasını veya yıkılmasını, ancak hükümdarı korumak için ve asla onun menfaatlerine zarar getirilmeden kullanılabilecek bir araç olarak kabul etmiş ve “icbari” barış görüntüsü verecek her türlü şeyden titizlikle kaçınmışlardır. Ayrıca toprak kayıplarını kabul edilebilir hale getirmek için İslam hukukuna göre her türlü barışçıl antlaşmanın kesinlikle geçici olduğunu dolayısıyla bugün aleyte gözüken bir antlaşmanın yakın gelecekte değişebileceğine dair varsayımı tekrarlayıp durmuşlardır.” (s. 251)

17. ve 18. yüzyıllar Osmanlı siyasetinde yeni bir dönemin başlangıcıdır. Genellikle bu dönem yenilgiler ve toprak kayıplarıyla anlatılır. Oysa 18. yüzyıl bazı alanlarda yüksek bir seviyeye erişildiği bir dönemdir. Örneğin Osmanlı şiirinde Şeyh Galib gibi bir abide bu yüzyılda yaşamıştır. Osmanlı musikisi tıpkı şiirde olduğu gibi zevk ve üslupta en yüksek noktaya erişmiştir. Nayi Ali Mustafa Kevseri Efendi, Kemani Hızır Ağa, Hamparsum Limonciyan ve Sultan III. Selim’in isteği üzerine Tedkik ü Tahkik isimli eseri yazan Abdülbaki Nasır Dede 18. yüzyılın kültür yaşamının zirve isimleri arasındadır. Elbette bunların çok önemli bir koruyucusu vardır. Sultan III. Selim önemli bir besteci olmanın yanında aynı zamanda neyzen ve Mevlevi kültürüne gönül vermiş bir hükümdardır. Sultan III. Selim dönemi Osmanlı modernleşmesi içinde Osmanlı 18. yüzyılının sonlarında siyasi ve kültürel değişimin en belirgin kırılmasıdır. İmparatorluk ve Diplomasi kitabı Osmanlı 18. yüzyılının diplomasideki yansımalarını bu değişim yüzyılının karakterine uygun olarak inceliyor. III. Selim’in diplomasideki yenilikleri, Mühimme Odası’nın kuruluşu, Avrupa’da daimi elçiliklerin açılması, Napolyon’un Mısır’ı işgali üzerine Rusya ve İngiltere ile ittifak ve bunun sonuçları burada ayrıntılarıyla konu ediliyor.

Osmanlı modernleşme hareketinin siyaset ve toplumsal yaşamın dışında diplomasideki yansımaları Modernleşme ve Diplomasi başlığı altında inceleniyor. Milliyetçilik yüzyılında çokuluslu bir imparatorluğu Balkanlar başta olmak üzere bir arada tutma girişimlerinin bir aracı olarak diplomasinin evrimi bu bölümde geniş biçimde tartışılıyor. II. Mahmut’un reformları, Hariciye Nezareti’nin kurulması ve krizler karşısında diplomasi yapımı üzerinde durulan önemli başlıklar arasında. II. Mahmut, Tanzimat’ın hemen öncesinde kurumsal ve kültürel olarak büyük dönüşümlerin önünü açan reformlara imza atmış bir hükümdardır. Yeniçeri Ocağının kaldırılması ve yeni bir ordunun kuruluşu, modern eğitim kurumları, nezaretler (bakanlıklar) sistemine geçiş, Türkiye’de çoksesli müzik eğitimi ve öğretimi veren ilk konservatuarı sayılabilecek Mızıka-i Hümayun gibi kültür yaşamında önemli izler bırakan kurumsal oluşumlar hep bu dönemde, Namık Sinan Turan tarafından ‘meşruiyet krizini aşmak amacıyla gerçekleştirilen düzenlemeler’ olarak yorumlanıyor. Turan, Osmanlılarla benzer krizlerle karşı karşıya olan Çin ve Japonya gibi devletlerin diplomasisindeki dönüşümlerin de yine benzer biçimde olduğuna dikkat çekiyor. Aslında bu süreçte Osmanlıların daha erken davrandıklarına işaret ediyor.

Buna göre; “II. Mahmut’un reformları Tanzimat döneminde diplomasi kurumlarının yönünü ve niteliğini belirledi. Avrupa ile kurulan ilişkilerin boyutu, iç sorunların bile uluslararası meselelere dönüşümü kurumsal anlamda yenileşmeyi gerektirdi. Söz konusu durum bölgesel olarak bakıldığında yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’na özgü değildir. Benzer şekilde krizler yaşayan geleneksel sistemlerin birçoğunda bu tür önlemler zorunluluk olarak kabul edilmiştir. Örneğin 1840 Afyon Savaşları ve Batının giderek artan müdahalesi karşısında Çin bürokratlarında klasik dış politika anlayışının yetersiz olduğu görüşü pekişmiş, bunun sonucunda 1861’de ilk Çin Hariciye Nezareti (Tsungli-yamen) teşekkül etmiştir. Mart 1854’de Amerikan donanmasını karasularında demirlemiş bularak batıyla tanışan ve sonraki on yıllarda Meiji Restorasyonunu yaşayan Japonya’da da durum farklı değildir. Her üç devlette de dış politikayla ilgili kurumlar dış müdahale ve iç kargaşa döneminde tesis edilmişlerdir. Osmanlı örneğinde Mehmed Ali Paşa olayı ve Hünkar İskelesi Antlaşması Tercüme Odası ve Hariciye’nin gelişmeleriyle iç içedir. Çin’de 1860’larda doğruğa varan Teiping ayaklanması ve İngilizlerin aynı yıl Pekin’e zorla elçi göndermeleri Tsungli-yamen ve Çin tercüme odası olan T’ung-wen Kuan’ın ortaya çıkışının nedenleridir. Her üç ülke benzer süreçlerde iç pazarlarını dışarıya açan eşitsiz antlaşmalar imzalamak durumunda kalmışlardır. Osmanlılar 1838 Baltalimanı, Çinliler 1842 Nanking, 1858 Tientsin, Japonlar ise 1854-58 Kanagawa antlaşmalarını imzalamışlardır.” (s. 357)

Kitabın son bölümünde Sultan II. Abdülhamit’in diplomasi anlayışına ve Jön Türk dönemi dış gelişmelerine ayrıntılı biçimde yer veriliyor. Abdülhamit’in İslamcılık politikasının diplomasideki yankıları, Almanya ile olan askeri ve siyasi ilişkilerin gelişimi Avrupa’daki devletler sistemindeki dönüşümlere bağlı olarak işleniyor. Jön Türklerin diplomaside Almanya’ya karşı İngiltere ile uzlaşı arayışlarının başarısızlığı, imparatorluğun sonunu getirecek olan Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte Jön Türklerin Almanya ile olan ittifakının altyapısının nasıl inşa edildiği son bölümün konuları arasında öne çıkıyor.

Geniş bir kaynakçayla hazırlanan Osmanlı diplomasisi hakkındaki temel nitelikteki bu eser polemiklerin ötesinde bir üslupla kaleme alınarak, ideolojik önyargıları aşmış, akademik bakış açısını metnin bütününe hakim kılmıştır. Öyle görünüyor ki Namık Sinan Turan’ın çalışması Osmanlıların diplomasiyle çok ilgili olmadıklarını ileri süren genel yargıyı bütünüyle tartışmaya açacak. Bu tartışmalar da yeni kitapları müjdeleyecek.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

İmparatorluk ve Diplomasi: Osmanlı Diplomasisinin İzinde – Namık Sinan Turan
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014