Ekrem Sakar

Eleştiri/tenkit kavramını, ele alınan bir şeyi yahut bir kimseyi inceleyerek onun doğru ve yanlış taraflarını ortaya koyma eylemi olarak tanımlarız ve açıkçası bu genel tarif onu “değerlendirme”, “inceleme”, “analiz” mefhumlarından tam manasıyla ayırmamız için yeterli olmamaktadır. Teoride durum buyken pratikte ise eleştiri kavramı bir şeyin ya da bir kişinin menfi yönlerini ve noksanlıklarını meydana çıkarmak anlamında kullanılmaktadır ki esas önemli olan da bir kavramın toplum tarafından nasıl anlaşıldığıdır. Şayet söz konusu olan şey bir eser, çalışma veya metinse, tenkit ameliyesinden mümkün mertebe nesnellik özelliği taşıması beklenir. Öznelliğe kaçılırsa bile, eleştiri bir plan dâhilinde ve kemâl-i ciddiyetle yapıldığı takdirde eksiklikler ve kusurlar esaslı bir şekilde masaya yatırılabilir. Ancak ne yazık ki ülkemizde yayımlanan edebî ve ilmî eleştirilerin çoğunun, amaç bağcıyı dövmek olduğu için, epeyce sübjektif ve kifayetsiz olduğunu itiraf etmeliyiz. Adamakıllı bir şeyler karalamaya niyetlenenler çıkıyor elbet ama onlar da eserine yapılan tenkidi, şahsına yapılmış bir saldırı olarak algılayanlar yüzünden bu işten vazgeçmekteler. Haliyle yazıya geçirilmesi gereken eleştiriler dost meclislerinde şifâhî düzeyde kalmakta. Bunun yanı sıra tenkidin nasıl yapılacağının pek iyi bilinmemesinden ötürü, piyasada eleştiri namı altında bol bol iktibaslardan müteşekkil kitap tanıtım yazılarının tedavülde olduğunu görüyoruz.

Çizdiğimiz olumsuz tabloya rağmen dişe dokunur çalışmalar yok diyemeyiz. Orhan Şaik Gökyay’ın Destursuz Bağa Girenler’i, Y.Hakan Erdem’in Tarih-Lenk’i ve Ali Birinci’nin Tarihin Kara Kitabı adlı çalışması bunlardan ilk akla gelenler. Birkaç ay önce bu halkaya eklenen yeni bir kitap daha oldu. Teknik Okumalar Bağa Destursuz Girenler şeklinde iki ismi olan kitabın yazarı N. Ahmet Özalp. Uzun zamandır yayın dünyasında olan Özalp’i, ben aynı yayınevinden çıkardığı çalışmalarından yola çıkarak velûd ve titiz bir araştırmacı olarak tanıdım. Son kitabını da ilgiyle baştan sona inceleyerek kamuoyunun dikkatine sunmaya değer buldum. Bu yazıda, mezkûr çalışmanın olumlu ve olumsuz bulduğum yönlerini size aktarmaya çabalarken bir nevi kitapları eleştiren kitabın eleştirisini yapmış olacağım.


Teknik Okumalar: Bağa Destursuz Girenler
N. Ahmet Özalp
Büyüyen Ay Yayınları

Muhtelif mecralarda neşrettiği yazıları toplayarak oluşturduğu kitabının sunuş kısmında Özalp, eleştirinin az da olsa öznellik taşıdığını ve kendi çalışmasında yer verdiği yazıların eleştiri yazılarından çok daha nesnel olduklarını ifade ettikten sonra bu nedenle kitabına teknik okumalar ismini yakıştırdığını kısaca izah etmiş. Hakikaten de Özalp’in birkaç yazısı dışında yazdıklarının çoğu, ele aldığı metindeki dil kullanımını inceleyip bu açıdan saptanan sorunları sergilediği için teknik okuma kabilinden sayılmasında bir beis yok. Bununla beraber yazarın tabiriyle “herhangi bir eleştiri yazısından beklenmeyecek denli nesnel bir nitelik taşıyan” bu yazıları yanlışları konu edinmesinden dolayı biz eleştiri olarak değerlendirdik. Kanaatimce “eleştiri”nin insanlara, bir kimsenin kaleminden çıkan şahsî ve öznel yorumlarını çağrıştırması yüzünden yeni tabirler icat etmek zorunda kalmamız, bu kavramın tashihe muhtaç olmasından kaynaklanıyor.

Yazarın vaktizamanında yayımlattığı çeşitli yerlerden toplanıp kitaba dâhil edilen yazıların çoğu, Osmanlıca* olarak kaleme alınmış eserler üzerine yapılmış Latinize ve dil içi çeviri çalışmalarının niteliklerini gün yüzüne çıkartan okuma notları. İlmî bir neşrin nasıl yapılması/yapılmaması hakkında birtakım prensipleri olan Özalp, Osmanlıca bilgisi de iyi olduğundan satır satır örnekler vererek yazılarına konu ettiği kitapların ne denli yanlışlar ihtiva ettiklerini, ne derece eksiklikleri bulunduğunu ve nasıl baştan savma hazırlandıklarını gözler önüne sermiş. Ucundan kenarından bu işlerle meşgul olan herkes Arap harfleriyle yazılmış Türkçe bir eserin Latin harflerine aktarılması sırasında ya da eserin dilinin günümüz Türkçesine çevrilmesi esnasında mutlaka gözden kaçan veya yanlış anlaşılan yerlerin çıkacağını bilir. Fakat Özalp’in misal verdiği mevzubahis kitapların küçük bölümlerindeki fahiş hataların büyüklükleri karşısında bir okur olarak dehşete düşüyoruz. “Öğüp de”nin “o köyde” olarak okunduğu, “secde-i şükür”ün “şükür namazı” olarak çevrildiği, Akif Paşa’nın meşhur kasidesindeki “adem”lerin (yokluk) “âdem”e dönüştürüldüğü bu metinlerin, orijinal eseri tahrif etmekten başka hiçbir işe yaramayan kâğıt israfından başka bir şey olmadığını anlıyoruz. Okuma hatalarının yanı sıra okunan metnin anlaşılmamasından kaynaklanan, “Leyla’lı Mecnun”un “Leyla’lı Deli”ye çevrilmesi gibi yalnız sözlük kullanılarak düşülen dil içi çeviri hatalarına da en az okuma yanlışları kadar sık düşülüyor. Aynı kelimelerin “sebep-sebeb” veya “alışdım-alıştım” gibi farklı imlalarla yazılması ve bir yerde “kemâl” derken başka yerde “şair” demek suretiyle düzeltme işaretinin keyfî kullanımı türünden tutarsızlıklar ise Osmanlıca eserler üzerine hazırlanan çalışmaların ne denli ciddiyetten yoksun olarak hazırlandıklarını gösteren başka karineler. Kitapta Osmanlıca eserler üzerine yapılan çalışmaların yanında çok fazla bilgi yanlışları içeren yazılara, dilbigisi yönünden adeta fecaate dönmüş olan romanlara, anlatım bozukluklarıyla dolu olan çevirilere ve başka bir dilden yapılan anlamsız tercümelere de yer verilmiş. Hatta birtakım kurgusal metinlerin ihtiva ettikleri mantık hatalarının da mevzubahis edilmesiyle kitabın eleştiri alanının oldukça geniş olduğunu söylememiz mümkün. Söz konusu çalışmaları satır satır inceleyerek tatmin edecek miktarda somut malzeme toplayan Özalp’in dilinin ve üslubunun cazibesi sayesinde eleştirilerde detaylara girildiği hâlde sıkılmadan okuyabiliyoruz. Hedef aldığı kitabın ayıp ve kusurlarını ortaya döken yazarın yer yer çalışmanın sahibine de saygı çerçevesini aşmadan ve kıvrak bir dil kullanmak suretiyle ince göndermeler yapması, belki de olayın dedikodu boyutuna girdiğinden, yüzümüzde bir tebessüm bırakıyor. Yazarın, okuma yanlışlarının yanı sıra çoğu kimsenin fark edemeyeceği mantık hatalarını da tespit etmesi, her şeyden önce dikkatli bir okur olduğunun ve eleştiriye yatkınlığının göstergesi. Şunu da eklemek gerekir ki yazılarını kitaba toplarken – kendisinin de belirttiği üzere – her ne kadar bir kez daha elden geçirip değiştirmişse de, yazıların ilk olarak nerede ve ne zaman yayımlandığına dair bilgi vermesi hoş olurdu.

Tekil misalleri bırakıp hepsinden çıkarabileceğimiz ortak hisse ve yanılmıyorsam Özalp’in vermek istediği mesaj şu: Harf devrimi sonucunda bugün çoğu kişiye Çince gibi anlaşılmaz harfler yığını olarak görünen Osmanlıca eserlerin biran evvel Latinize edilmesi ve dilde tasfiye çalışmaları neticesinde kısa bir zaman dilimi öncesinde yazılan eserleri bile anlamakta zorlanan halkımız için bu eserlerin sadeleştirilmesi türünden kültür hamleleri alelacele ve gelişigüzel yapılmamalı; bu iş, bir plan ve program altında titizlikle çalışan ehil kimselere tevdi edilmeli. Çünkü liyakat sahibi olmayan kişiler tarafından özensiz bir biçimde hazırlanan bu çalışmalar ortaya öyle gudubet kitaplar çıkartıyor ki insan “aman medeniyetimiz varsın kütüphanede çürümeye devam etsin, ben ne kadar zahmetli olsa da gider orijinalinden okurum” diyecek hale geliyor.

Özalp hataları aşikâr etme sorumluluğunu üstlenince üslubu hiç de doğal ve doğru olmayan tepkilerle karşılaştığını söylüyor. Buna binaen “Birisinin mutsuzluğuna yol açmak, bizi de hiç mutlu etmeyecektir ama okurun kötü çalışma ve ürünlerle karşı karşıya bırakılması, onun zaman ve emeğinin boşa harcanması da kimse için mutluluk kaynağı olmamalıdır” diyerek niyetini açık bir şekilde ifade etmiş. Yapılan işi etik bulmayarak “Yezid’e küfretmektense Hüseyin’e rahmet okumalı” sözü mucibince iyi, kaliteli ve faydalı kitapları incelemek yerine neden kötü kitapları eleştirmekle vakit öldürelim diye düşünenler Mecelle’nin 30. maddesini unutmamalılar: “Def-i mefâsid celb-i menâfiden evlâdır”; yani kötülüklerin giderilmesi, menfaatlerin elde edilmesinden daha önce gelir. Kültür birikimimizden istifade etmek istiyorsak sağlam ve düzgün çalışmalar üretmek zorundayız ve hatır gönül kırılmasın diye kalitesizliğe asla göz yumamayız. Zikrettiğimiz kitap hassaten bu vurgusuyla eleştiri literatürümüz adına iyi bir kazanım olmuş. 

____

*Yeri gelmişken Osmanlıca sözcüğüne şiddetle karşı çıkıp onun aslında “Osmanlı Türkçesi” olduğunu iddia ederek her zamanki gibi mefhumlarla düşünmek yerine lafızlara fazlaca takıldığımıza değinmesem olmaz. Osmanlı Devleti zamanında bizzat Osmanlı tebaasına mensup ve devlete cân-ı gönülden bağlı olan münevverlerin bazılarının bile bu dili “Osmanlıca” ve “lisân-ı Osmânî” olarak adlandırmakta bir beis görmedikleri artık öğrenmeliyiz. Osmanlıcanın Türkçeden ayrı müstakil bir dil olmayıp Türkçenin tarihî bir lehçesi olduğunu çoğumuz biliyoruz, bilmeyenler de öğrenmeli; binaenaleyh Osmanlıca gibi neşv ü nemâ bulmuş tabirlere karşı çıkmakla vakit kaybetmemeliyiz.

Arka Kapak dergisi 25. sayı