A.Ali Ural

Güneşli bir günde paltodan söz etmeye kalkmışsam ya Nikolay Gogol’un ya Bahaeddin Özkişi’nin paltosundan çıkmaya hazırlanıyorum demektir; güneş kozasını delip, belki de aynı anda ikisinden. Tanpınar, “Sen on tane Sait Faik edersin,” demiş Özkişi için, yaşasaydı sorardık; “Kaç tane Gogol eder?” Yazarların kendilerinden sonraki yazarlar için attığı zarlar hileli olabilir. Eğer eminsen seyrinden kalemin, kelimelerini seyir defterinde zıplatmaz, doğrudan söylersin Tanpınar gibi. Fakat kıyas tehlikelidir bir tarafıyla. Parlattığı gibi karartabilir hakikati. Elma üzümün rakibi değil.

Gogol’un Paltosu kaybetmenin, Özkişi’nin Palto’su elde etmenin can yakıcı öyküleri. Akakiy Akakiyeviç’in Palto’sunu çaldırdığında attığı ölümcül çığlıkla, Özkişi’nin adsız kahramanının paltosunu seyrederken büründüğü ölümcül sessizlik, bir kefesi yükseldikçe diğerinin alçaldığı bir varoluş terazisi dengede ürperen. Bütün sahipliklerin geçici olduğu bir dünyanın çocukları çıplaklıklarından da kat kat giysilerinden de elem duyuyor.

Akakiy Akakiyeviç, Petersburg’un kuzey ayazıyla baş edebilmek için palto düşleri kurdu aylarca aç kalarak. “İçinde kıpır kıpır bayram sevinçleri, uçarcasına yürüyordu. Her saniye üzerinde yeni paltosu olduğunu düşünerek…” Yeni düşler tehlikelidir oysa. İnsan hayatı boyunca aynı düşü görmek için yaratılmıştır belki de. Terzi Petroviç eski paltosu için, “İflah olmaz bu palto!” demeseydi, o delik deşik olmuş çuhasıyla bir ömür geçirmeye razıydı Akakiyeviç. “‘Nasıl yani iflah olmaz, Petroviç?’ dedi bir çocuk gibi yalvaran bir sesle. ‘Bir tek omuzları biraz eprimiş… Sende bir sürü parça vardır yamayacak.’”

İnsanın lime lime olsa da yıllarını paylaştığı bir giysiden kopması kolay mı! Yamayarak eskiyi var etmek, yepyeni bir gelecekten daha güvenli. Necip Fazıl’ın “Eski Elbiselerin Hafızası” hikâyesini hatırlayalım burada: “Düşün, bir elbiseyle bir vücut arasındaki esrarlı rabıtayı düşün! O elbise ki, terzinin elinden vücudunun basit hendesesine göre yapılmış manasız bir kalıp halinde çıkar ve sonra bir vücuda yapışıp onun bütün hareketleriyle yaşamaya başlayınca ne hale gelir, düşün! Başlangıçta dümdüz bir alın gibi hiçbir şey ifade etmeyen elbiseler, atılacağı güne kadar vücudun her hareketini saniyesi saniyesine kaydeden korkunç bir hafızadır…”

Özkişi’nin kahramanı bu yüzden çalınmasını istiyor olamazdı yeni paltosunun. Hafızası tabula rasa tazeliğindeydi henüz. “Siz ömrünüzde bir defa olsun paltonuzun çalınmasını istediniz mi?” diye sorarken geçmişten çok gelecekle ilgili kaygıları vardı. “‘Vitrinde ilk gördüğümde’ dedi ‘Beni büyüledi adeta. Bunu satın alabilmek için iki ay aralıksız çalıştım. Sanmıştım ki, ah, buna sahip olunca zannediyordum ki…’” Hayır, soğuktan ve mesai arkadaşlarının alaylarından korunacağını zannetmiyordu Akakiy Akakiyeviç gibi. O paltoyla beraber ruhunun da yenileneceğini düşünüyordu belki. Belki de terk ettiği lacivert pardösüsünün ruhu bırakmıyordu yakasını.

“Beni yorgun günün akşamlarında, bir dost, bir arkadaş gibi sarardı. Benim yakınım, ama nasıl yakınımdı bilseniz. En mutlu anlarımın arkadaşıydı. Yatmadan, pijamalarımı giyer ve onu sırtıma alırdım. Odam soğuk olur da. Bazen kitap okurdum. Okuduğum ve düşündüğüm anların, en anlayışlı arkadaşıydı. Bir sokak satıcısına, bir eskiciye sattım.”

Akakiy Akakiyeviç’in paltosu bir eskiciye satılamayacak kadar eprimişti. Yine de çöpe atmadı onu, sakladı evinin bir köşesinde, ta ki yeni paltosu çalınana kadar. “Ertesi gün, üzerinde iyice perişan olmuş eski paltosuyla işe giderken yüzünde renk diye bir şey yoktu.” Ömür boyu arkadaşlık etmeyi düşünürken, giydiği ilk günün gecesi üzerinden zorla sıyırılıp alındığında hayatının zaten soluk olan renkleri tamamen kaybolmuş, “palto biçimine bürünmüş kutlu bir konuk” gibi gelmişti ölüm.

Özkişi’nin kahramanına gelince, satarken hiç acımadığı lacivert pardösüsünü özledi çok geçmeden. Hafızasındaki kimi hatıraları harekete geçiren yakasındaki lekeyi, sıcaklık duygusu veren samimi inceliğini… “Sanırsınız ki kendimden bir parça sattım,” diyecek kadar pişmandı. Yeni paltosunu göstererek, “Bunun çekiciliğine kapıldım,” dedi, “Şimdi kimin elinde veya sırtında.” Ancak kendisine “Palto almasaydınız ne almak isterdiniz?” diye sorulduğunda, “Yine bu paltoyu alırdım,” diyerek şaha kaldırdı nefis atını, pişmanlıklarından pişman olan insan tavrıyla. “Büyüsü erimiş, çekiciliği erimiş, basbayağı olmuş bir palto” büyülü ve çekici bir paltoya dönmüştü bir anda.

Yaşarken yok sayılan varlığını ölümünden sonra hatırlatabilmek için bir hortlak olmaktan başka çaresi kalmamıştı Akakiy Akakiyeviç’in. “Geceleri memur kılıklı bir hortlak dolaşmaya başlamıştı. Adam, sözde çaldırdığı paltosunu arıyordu ve kimsenin unvanına, rütbesine bakmadan önüne gelen herkesin üstünden paltosunu çekip alıyordu.” Hikâyenin sonunda Gogol Paltosunu Robin Hood’un omuzlarına atmış, Sherwood ormanlarından bir rüzgâr estirmişti Petersburg sokaklarına. Varlığı hissedilmeyen sıradan ve paltosuz adamları birden “önemli” yapmıştı bu rüzgâr.

Özkişi’nin kahramanı “yaşlı bakışlı bir genç”ti, bir ismi olmayacak kadar “önem”siz. Gözlerini karşıda asılı duran paltodan ayıramıyordu, Gogol’un rüzgârı eriştiğinde ona. Göz kulak olmuyordu hayır, çıkarmıştı gözden paltosunu. Fakat yine de üzerine büyüteç tutulduğunda yanmaya başlıyor, “Bir haftadır bu dert beni öldürüyor… Şu paltoya sahip olma derdi. Bu yokken ne rahattım. Her şey tabii ve mutluluk vericiydi. Dün akşam oldu olan. İçimi dolduran ağırlık bir bulantı şekline döndü,” diyordu. Akakiy Akakiyeviç’in hortlağı gelse alevlerini söndürebilmek için büyük bir sevinçle gösterebilirdi paltosunun asıldığı yeri. Üzerine bir palto atılmadıkça soluk alacaktı yangın.

Shakespeare tanık olsaydı bu drama, unutulmaz tiradına bir kelime ekleyebilir, iki paltoyu yan yana asıp sahnede, “Sahip olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu!” diye çınlatabilirdi salonu. Ve kim ne derse desin, Hamlet’in avucundaki kurukafa ancak Akakiy Akakiyeviç’e ait olabilirdi. Ömrü boyunca amirlerinin yazılarını temize çekmekten başka bir varlık belirtisi göstermeyen yazıcıya. Var olmayan birinin bir varoluş sembolüne dönüşmesini niye yadırgayalım! Hamlet babasının hayaletinin intikam isteğini yerine getirmişti madem, Akakiy Akakiyeviç’in hayaletinin intikam arzusuna kayıtsız kalmayacaktı elbette.

Özkişi’nin kahramanı bu sahneyi nasıl karşılardı bilmiyoruz. Bildiğimiz onun sahip olunan her şeyde, sahip olamayanların bakışlarını sezdiğidir. “Bu paltoyu kim bilir kimler, gözleriyle kaç kere giydi! Kaç kalp bunu giymenin özentisiyle çarptı. Kim bilir ne hayallerin merkezi oldu bu palto.” diye çırpınıyorsa çalınmasını istediği paltonun dokusunda zehirli gözler vardır, cahiliye devrinin efsanevi şairi İmruülkays’a Bizans Kralı Iustinianos’un hediye ettiği elbise gibi can alan.

İki hikâyenin kesiştiği noktada kuruluyor edebiyat mahkemesi. Mübaşirler iki kahraman arasında mekik dokuyor. Akakiy Akakiyeviç’in hortlağı kendisini kar içinde çıplak bırakan “önemli kişiler”in peşine düşerken, Özkişi’nin kahramanı yeni bir paltoya sahip olmanın hakkı olmadığını düşünerek kendini suçlu ilan ediyor: “Bir adam öldürmüş gibi, bir insanın son kalan yiyeceğini çalmış gibi suçlu…”

Dostoyevski’nin, “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık,” sözünü sadece Rus edebiyatında açılan bir çığırın anahtarı olarak görmek eksik bir değerlendirme olacaktır kuşkusuz. Romanın büyücüsü, hiçbir insanın sıradan olmadığını haykırmaktadır bu cümlesiyle, Akakiy Akakiyeviç’in sıcak soluğunu buz tutmuş ruhların peşine takarak. Paltodan çıkmak, şapkadan çıkmak gibi bir illüzyon değildir zira.

Bahaeddin Özkişi, “Sevmeden bakan insanın gördüğü karanlıktır,” der Sokakta romanında. Sıradanlık ise sevmeyi engellemektedir. Karanlıktan başka bir şey görmenin tek yoludur belki de her insanı özel bir varlık alanında tanımak. Aksi takdirde her insan bir süre sonra kendi dışındaki insanları sıradan olarak görecek, özel olmayı yalnız kendine yakıştıracaktır. İnsana muhabbetle bakan Özkişi’nin mahir bir terzi gibi iki paltoyu birbirinin astarı yaptığını görmek heyecanlandırıyor insanı. Birini giyen diğerini de giymiş oluyor çünkü.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 24.sayısında yayınlanmıştır.