Okan Okumuş

Dünyaca ünlü bir yapıyla karşılaştığım ilk anı bir süre sonra unutabilirim. Zorlu yürüyüşlerin ardından ulaştığım zirvelerden gördüğüm manzaralarsa öyle kolayca hafızamdan silinmez. Etiyopya’da Simen Dağları’na, Malavi’de Mulanje’ye tırmanışımı, Yeni Zelanda’nın Güney Adası’nda, Myanmar’ın Shan Bölgesi’nde ya da Patagonya’da günler süren yürüyüşlerimi gezginlik hayatımın parlak nişaneleri sayarım.

Patikalar, yollar sıkça beni kendilerine çağırır ve ben de onları takip ederim. İtiraf etmeliyim ki bu yürüyüşleri gerçekleştirirken o patikaların etraflarındaki doğadan nasıl ayrıldıklarını şimdiye kadar hiç düşünmedim. Sahi, onları yaratan kimdi ve en başta neden bu patikalara ihtiyaç duyulmuştu? Patikalar Üzerine adlı kitabında bu sorunun cevabını vermek üzere yola çıkıyor Robert Moor, “Eski alışkanlıkların bir serapmış gibi kaybolduğu bu sersemletici zamanlarda, gözlerimizi yeryüzüne çevirmek ve genellikle gözden kaçırılan, ayaklarımızın altındaki bilgeliği incelemekte fayda var,” diyor gazeteci yazar.

İşinden istifa edip sahip olduğu çoğu eşyadan kurtulan Moor, ABD’deki Apalaş Patikası’nda 3500 kilometrelik zorlu rotayı sadece beş ayda yürüyor ve Avrupalıların Amerika’yı ilk defa sömürgeleştirdiği zamanlara uzanan bu uzun mesafeli yürüyüşü Afrika, hatta Grönland’a uzatma çalışmalarında görev alıyor. “Benim derme çatma patika dinimin amacı, sorunsuzca hareket etmek, basit yaşamak, yabandan bilgelik edinmek ve olguların sürekli akışını sakince gözlemlemekti,” diyor ve patikanın sınırlayıcı yapısının en temel erdeminin, uzun uzadıya düşünülecek uğraşlar için zihinde yer açması olduğunu belirtiyor. Gerçekten de konu üzerine yapılan araştırmalar, doğa yürüyüşlerinin yaratıcı düşünmeye yardımcı olduğunu söyler. Virginia Woolf, Rebecca Solnit ve Arthur Rimbaud gibi yazar ve şairlerin ilham perileridir yollar, varoluşçu felsefenin öncüsü Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’un düşünceleri düzenli olarak yaptığı yürüyüşlerde olgunlaşır.

Moor da işte bu yürüyüşlerinde patikaların yol gösterici bir güç olarak nasıl bir işlevi olduğuna kafa yoruyor. “Patikalar bedenlerimizi biçimlendirdi, topraklarımıza şekil verdi ve kültürlerimizi dönüştürdü. Modern dünyanın labirentinde patikaların bilgeliği her zamanki gibi hayati önemde ve gittikçe daha da labirenti andıran teknolojik ağların gelişmesiyle birlikte daha da hayati hale gelecek. Bu dünyada maharetle yön bulmak için patikaları nasıl yarattığımızı ve patikaların bizleri nasıl yarattığını anlamamız gerekecek,” diyor. Başlıyor ardından yoğun bir şekilde araştırmaya. Böcek kolonilerinin kolektif zekâlarını azami düzeye çıkarmak için nasıl patika ağları yarattıklarını inceliyor önce. İnsanların kendi haline bırakıldıklarında, şaşırtıcı bir biçimde şehirlerini farkında olmadan tıpatıp karıncaların yapacağı gibi dizayn ettiklerinin farkına varıyor. Fillerin beyinlerinin patika oluşturmak için ideal bir biçimde tasarlandığını görüyor.

Afrika’da karşılaştığım, işlerinde en uzman safari rehberlerinden duyamadığım kimi bilgileri öğreniyorum bu kitaptan. Yüzlerce kilometrelik fil patika ağlarının, yiyecek kaynaklarıyla tuz kaynaklarını birbirine bağladığını söylüyor Moor. Filler, güçlü koku alma ve işitme yetileriyle, geçişlerine mani olabilecek, dağlar ve sık ormanlar gibi her türlü engelden kaçınıyorlar. Sonuç malum, fillerin yolu bir kez tesis edildiğinde, başka pek çok hayvan topluluğu da bu duyarlı ayakların geçişinin ortaya koyduğu bilgelikten istifade ediyor.

Yazarın küçücük bir bilgiye ulaşmak için sarf ettiği emek inanılmaz ve hayranlık uyandırıcı, patikaların sırrını çözmek için Navajo Kızılderililerin yanında çobanlığa girişiyor örneğin. Moor daha sonra Kuzey Carolina’da Cherokee yollarının izlerini ararken, biz de bu sayede yerlilerin arkalarında bıraktıkları keçiyolları ağının bugün Amerika kıtasının modern otoyol ağını oluşturduğunu öğreniyoruz. Burası kitabın en vurucu bölümlerinden biri, yazar, bu yollar sisteminin dünyadaki en büyük gömülü kültürel eser olduğunu söylüyor: “Zira patikalar pek çok yerli halk için sadece bir seyahat aracı değildi, aynı zamanda kültürlerinin damarları ve atardamarlarıydı. Toprak, sözlü bir geleneğe yaslanan toplumlar için botanik, zoolojik, coğrafi, etimolojik, etik, kalıtımsal, ruhsal, kozmolojik ve ezoterik bilgiye dair bir kütüphane işlevi görürdü. Patikalar, insanlara bu harikulade arşivde rehberlik ederek zengin bir kültürel yaratı ve başlı başına bir bilgi kaynağı haline gelmiştir.”

Moor bu noktada Eduardo Galeanoluğa soyunuyor. Tespiti can acıtıcı: “Kızılderililer binlerce yıl boyunca, aynı patikaların daha sonra yabancı bir imparatorluk tarafından işgal için kullanılacağını bilmeksizin, güzel bir işleve sahip patikalar ağı oluşturmuştu. Onların açtığı patikalar üzerinde haritacılar, misyonerler, bunların yanı sıra teknoloji ve ideoloji de akın akın ilerledi. Azımsanmayacak oranda yabancı bir kitlenin Kızılderili ülkesine taşındığı vakit, Kızılderililer kendi topraklarından işte bu patikalar boyunca sürüklendiler.”

Eskiden dünyayı istikrarlı ve sakin bir yer olarak gördüğünü söylüyor Moor, gençliğinde insanların bu kırılgan dengeyi bir şekilde bozmayı başardığını düşünürmüş. Patikaların izini sürdükçe dünyayı trilyonlarca irili ufaklı heykeltıraşın beraber yarattığı bir sanat eseri olarak görmeye başlıyor. “Koyunlar, insanlar, filler, karıncalar; her birimiz geçişimizle dünyayı değiştiriyoruz. Kovanlar ya da yuvalar, çamurdan kulübeler ya da betondan kuleler inşa ettiğimizde gezegenin hatlarını yeniden biçimlendiriyoruz,“ diyor.

Kitabı okurken dünyayı milyonlarca insanın gözünden görüyor gibi hissediyorsunuz. Moor, büyük yürüyüşçülerin peşine takılarak onların rotalarına dahil oluyor. Sosyal sigortadan gelen çeklerle yaşayan optometri uzmanı M. J. Eberhart da bu efsanevi yürüyüşçülerden biri, çekler ay sonunda biterse aç kalıyor. Enfeksiyon kapıp yürüyüşünü yavaşlatmasınlar diye ayak tırnaklarını dahi çektirmiş. “Fakat kazandığı şey tam zamanlı yürüme özgürlüğüydü,” diyor Moor, ki bu ona özgürlüğün ta kendisi gibi geliyor. Tarihçi William Cronon’un da dediği gibi, “(V)ahşi doğa bize yaratmadığımız bir dünyayı hatırlatarak diğer insanlarla ve yeryüzünün kendisiyle yüzleşirken derin bir tevazu ve saygı duymayı öğretiyor.” Yazar, makinelerin günümüzde radikal bir biçimde hızlı hareket etmemize olanak tanıdığını, ancak bunu yaparken de ayak ile yeryüzü arasındaki o temel bağı kaybettiğimizi söylüyor. Oysa Eberhart’ın her adımıyla birlikte yükleri, bedeninden yavaşça ayaklarının altındaki iz yoluna akıp boşalıyor.

Patikalar Üzerine Bir Keşif
Robert Moor
Çev. Burcu Halaç
Kolektif Kitap

Senelerce süren bir araştırmanın ve kilometrelerce yürüyüşün bir sonucu olan bu ilgi çekici kitap soluksuz okunuyor. “Bilgi zor kazanılır ve o yüzden hem konuşulan dil hem de yazı bilgiyi sabit kılma ve aktarmanın yoludur. Her ne kadar sözlü ve yazılı kültürler arasında keskin ikiliğin olduğunu tahayyül etsek de, patika işaretlerinin açığa vurduğu üzere ikisi arasındaki çizgiyi belirsizleştiren anıtlar ve haritalar gibi çok geniş bir araçlar topluluğu vardır. Ancak belki de bütün bu işaret sistemlerinin en basit ve en az çözücü olanı, yazıdan ve hatta sözden önce gelmiş olan ilkel yazıt, patikanın kendisidir,” diyor Moor.

Patikalar; insanları, yerleri ve hikâyeleri birbirine bağlayan bu kültürel geçiş hatları için natüralist Ernest Ingersoll “(B)ir yere gittiğinize ve bir daire içinde amaçsızca dolaşmadığınıza dair endişeli kalbinize verilen mutlu vaatlerdir,” diyor. Moor’un kitabı okuduktan sonra, artık üzerinde yürüdüğünüz patikalara, kat ettiğiniz yollara eminim başka gözle bakacaksınız.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 35.sayısında yayınlanmıştır.