Murat Acar

İnsanlığın doğrusal bir biçimde geçmişten günümüze ilerlediğini varsayan çizgisel tarih anlayışı; bilimden sanata, kültürden hayatın diğer tüm alanlarına dikotominin yani ikilikçi bakış açısının yerleşmesine neden olmuştur. Bu düşünceye bağlı olarak zamanlar, mekânlar, insanlar ve en önemlisi de toplumlar bölünmüş ve ikiliğin birbirine karışmayı engelleyici katılığına teslim olmuştur. Böylece ben ve öteki algısı giderek artan oranda düşünceye hâkim olarak hayatın her alanında tahribatı yüksek parçalanmalara sebep olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlamak üzere, Asya’nın ve Afrika’nın uzak bölgelerine kadar çok geniş bir coğrafyayı, ben merkezli bir bakış açısıyla “Doğu” olarak adlandıran ve onun için “öteki”yi oluşturan kültürel birikimi çözmeye çalışırken kendisini de “Batı” olarak tanımlayan Avrupa’nın bu çizgisel tarihçi tutumu; bilimden kültüre, sanattan gündelik yaşama kadar kadim kültür havzalarının birbirleri ile oluşacak etkileşimlerine set çekerek onları asırlar boyunca sürecek bir ikiliğe mahkûm etmiştir. Yeni ve güzel olan her şeyin Batı’ya, eski ve kötü olan her şeyin ise neredeyse Doğu’ya tevil edildiği bir anlayışı barındıran ve oryantalizm adı ile anılan bu çaba, basit şekilde doğuyu anlama gayreti olarak ifade edilse de, bu eylemin ikiyüzlü bir tutumu barındırdığı aşikârdır. Edward Said’in geniş bir perspektifle ele alarak değerlendirdiği ve buna göre tanımladığı şekli ile oryantalizmi “Doğu’ya hâkim olmak ve onu yeniden kurmak için Batı’nın bulduğu bir yol” olarak nitelendirmek mümkündür.

Avrupa’nın yakın tarihine bakıldığında, oryantalizmi biçimlendirmeye yardımcı olan unsurların başında gizemli olarak tanımlanan “Doğu”ya gerçekleştirilen gezilerin geldiği görülür. Kendi topraklarından yola çıkan çeşitli gezgin ve seyyahların gözünden yansıtılan Doğu’nun bu efsunlu hikâyesini dinlemek, “Batı” için hem farklı olanı tanımak hem de onu kendi iç dünyasında yeniden kurmak adına çok işe yarar bir araç olmuştur.

Bu hikâyelerden birisini de, Fransız yazar ve seyyah Théophile Gautier’in 1856 yılında, yetmiş gün boyunca kaldığı ve gözlemlerde bulunduğu İstanbul seyahati oluşturur. Seyyahın Marsilya Limanı’ndan başlayan ve on bir gün süren yolculuğunun ardından ulaştığı şehirde edindiği izlenimleri geniş bir şekilde değerlendirdiği bu eser, Nuriye Yiğitler’in çevirisi ve Alev Aksoy Croutier’in önsözü ile Profil Kitap tarafından basılmış. Osmanlı İmparatorluğu’nun payitahtını oryantalist bir bakış açısıyla kaleme alan yazarın bu tutumunu, kitap içerisinde zaman zaman dozu yükselen bir biçimde gözlemlemek mümkün olsa da; şehrin aklını başından alan güzelliği karşısında cümlelerini övgülerle süsleyen yazar, yine de İstanbul’un, dünyanın hiçbir şehri ile mukayese edilemeyecek kadar güzel olduğunu dile getirmekten kendisini alamamış.


İstanbul Dünyanın En Güzel Şehri
Theophile Gautier
Çevirmen: Halil Gökhan Yiğitler
Profil Kitap

Yaz mevsimine denk gelen bir ramazan ayında İstanbul’a yolu düşen Gautier’in bu gezisi, 1850’li yılların Osmanlı şehrine ve toplumuna ilişkin çarpıcı gözlemlerin elde edilmesine imkân tanımış. Şehre gelen birçok yabancı gibi, bugün Beyoğlu olarak adlandırılan Pera’dan kendisine bir yer tutan ve buradan hem şehrin manzarasına hem de sosyal hayatına dahil olan seyyah; uzun süre kalmış olması nedeni ile diğer gezginlerin aksine kent hayatına dair detaylı tasvirler ortaya koymuş. Evlerden sokaklara, dükkânlardan çarşılara, mahallelerden mezarlıklara kadar şehir hayatının neredeyse bütün kılcal damarlarına nüfuz eden yazar, bununla da yetinmeyip İstanbul’un sakinlerine yönelik önemli gözlemler gerçekleştirmiş.

İstanbul’un kadim zamanlarından bu yana merkezini oluşturan Fatih, Eyüp, Beyoğlu ve Üsküdar gibi yerlerin yanı sıra; Kadıköy ve Prens Adaları gibi şehrin bugün de en güzel mekânlarından olan semtlerini gezen Gautier, gittiği her beldenin kendine has özelliklerini dile getirerek okuyucunun zihninde eski İstanbul’a dair bir resim oluşturabilmesine olanak sağlamış. Gündüzlerin oruçla geçtiği, akşamların ise adeta bir şölen halinde yaşandığı ramazan akşamlarına kentin birçok farklı mekânında eşlik ederek hem İstanbul’u hem de İstanbulluyu gözlemleyen yazar, tarihin bir kesitine gerçekleştirdiği tanıklığı okuyucuyla buluşturmuş. Buharlı gemilerin yeni yeni şehrin limanlarını doldurmaya başladığı, Osmanlı İstanbul’una has kayıkların ve kadırgaların adeta birbirleri ile yarışırcasına Boğaziçi’nin tatlı sularında rengarenk ışıkları ile yol aldığı bir manzarayı resmederken Gautier, İstanbul’u pitoresk güzelliklerin başkenti ilan etmiş.

Bugün İstanbul’un metropol yaşantısına karışmış ve neredeyse hepsi yoğun nüfusa sahip yerleşim alanlarına dönüşmüş olan birçok mekânın, seyyahın notlarında mesire alanı ya da her biri farklı türlere sahip meyve ağaçları ile dolu bostanlar olarak yer aldığını okumak, bu şehirde yaşayanlar için ilgi çekici bir diğer tabloyu ortaya koymuş. Şehrin geçmişte en büyük problemlerinden biri olan yangınlara da İstanbul’da kaldığı süre içerisinde birkaç kez rastgelen Gautier; gördüklerini bir felaket olarak anlatmasının yanı sıra şehirlilerin bu durumlarla karşılaştığında göstermiş oldukları soğukkanlılığa yönelik hayretini de ifade etmekten kendisini alamamış. Bu rahatlığı Osmanlı toplumunun kaderciliğine bağlasa da, evlerin ahşap gibi kolay yanabilen bir malzemeden yapılmış olması nedeniyle kentlilerin bu durumla karşılaşma ihtimallerini baştan bilmelerinin de bu güçlü tutumlarına sebep olduğunu dile getirmiş.

Gautier’in İstanbul’da hayran olduğu bir diğer unsur da şehrin her yerinde rastladığı mezarlıklar. Doğu toplumlarına has olarak nitelediği “ölümün yaşamla kurmuş olduğu doğal birlikteliği” ele alan yazar; her ne kadar başlangıçta bu alanları şehrin içerisinde rastlanan ürkütücü mekânlar olarak karşılasa da, mezarlıkların hem yaşamla kurduğu canlı ilişkiyi hem de kentsel peyzaja katmış olduğu güzellikleri gözlemledikçe bu fikrinden vazgeçmiş. Kâh bir satıcının yorgunluğunu atmak için üzerinde dinlendiği, kâh bir annenin çocuğu ile oyunlar oynadığı mezarlıkların kentlilerle oluşturduğu bu yaşam dolu manzarayı gören seyyah, böylelikle bu mekânları ölümün soğukluğundan uzak birer kentsel unsur olarak resmetmiş. Süregelen yangınlar nedeni ile mahallelerin bile yok olduğu şehirde, aynı ibadet mekânları gibi mezarlıkların da kalıcı malzemelerle inşa edildiğini ve böylece kentin toplumsal belleğini devam ettiren önemli alanlar arasında yer aldığını vurgulayan Gautier, İstanbul’un mezarlıklarını okuyucuya geniş bir anlatımla aktarmış.

Şehrin o dönemde uzak olarak adlandırılabilecek semtlerine de geziler gerçekleştiren Gautier, zaman zaman açlık, korku, hayranlık ve hüzün gibi duygularla dolu maceralar yaşamış. Samatya’dan Balat’a, Edirnekapı’dan Büyükdere’ye kadar şehrin birçok “uzak” mahallesine giden gezgin, hem buradaki yaşantılara misafir olmuş hem de kendi ifadesiyle şehrin pek bilinmeyen bu alanlarını görme fırsatı yakalamış. Bu gezilerinde gözlemlediği zenginliği de yoksulluğu da kendi penceresinden ele alan Gautier, İstanbul’un kentsel mekânındaki değişimi merak edenlere bir katkıyı da bu değerlendirmeleri ile sunmuş.

Tüm zamanların en güzel şehri olan İstanbul’u 19.yüzyılda resmetmeye çalışmış olan Gautier’in bu eseri, şehri oryantalist bir Batılı gezginin gözünden görmek ve kentsel mekândaki değişimleri gözlemlemek isteyen meraklılarını bekliyor. 

Arka Kapak dergisi 31. sayı