A. Yavuz Altun

Polisiye romanların “iyi edebiyat” kapsamına alınmamak gibi bir durumu var, malum. Ancak polisiye yazarları, intikamlarını “iyi edebiyat” kitaplarından çok daha fazla satarak alıyorlar. Agatha Christie mesela, iki milyar kitap satmış toplamda. 2010 yılında “Ejderha Dövmeli Kız” serisinin yazarı Stieg Larsson sadece e-kitap formatında bile bir milyonun üzerine çıktı. Bir başka çağdaş polisiye yazarı Ian Rankin bu durumu, polisiye türünün, hayli kalabalık olan “orta ve alt sınıfa” hitap etmesiyle açıklıyor. İnsanların trafikte ya da bir iş için beklerken vakit geçirmek için bu türü tercih ettiğini, bir profesörün de bir işçinin de polisiye okumayı sevebileceğini savunuyor. James Bond romanlarının yapısal tekrarını ortaya koyan ve kendisi de dedektiflik numaralarını romanlarında kullanan Umberto Eco’ya göreyse polisiye roman, “iyi edebiyat” için bir çeşit yan sanayi.

Son yıllarda polisiye romanlar yeniden raflarda arzı endam ediyor. Bazı eleştirmenlere göre İskandinavya kökenli olan polisiye türü (Shakespeare’in Danimarka’da geçen Hamlet’i de, genç Hamlet’in babasının katilini arayışı yönünden bir “polisiye”dir mesela) 2000’li yıllarda yine anayurdunda popüler. Dan Brown’un her yazdığı kitap kısa süre içerisinde dünyayı dolaşıyor. Sherlock Holmes’un modern dünyaya uyarlanmış hâli olan BBC dizisi Sherlock her yıl 3 bölüm yayınlanmasına rağmen geniş bir hayran kitlesine sahip oldu. Türkiye’de durum biraz daha farklı. Yıllardır polisiye TV dizileri çekiliyor ancak henüz adamakıllı bir örneğine rastlamış sayılmayız. Matbuat hâlleri biraz daha iyi görünen Behzat Ç. serisi TV’de “anti-kahraman” vurgusunun suyunu çıkarıp polisiyeyi neredeyse bütünüyle es geçmeye yeltenmişti. Genç kuşakta polisiyeye merak saran pek yazar yok. Ahmet Ümit, Ayşe Erbulak, Celil Oker gibi isimler belirli bir kitle edindiler ancak sayılarını çoğaltacak bir “pazar” oluşturabilmiş değiller. Yazdıkları ise genelde “polisiye soslu hikâyeler” olarak adlandırılabilir.

Üniversite yıllarımda insanlar benden kitap tavsiyesi istediklerinde “kitap okumayı sevenler için” ve “kitap okumayı sevmeyenler için” şeklinde iki kategori oluşturmuştum. Kitap okumayı sevenler, tecrübeli okurlar oluyordu ve zor metinleri, “sıkıcı” görünen “iyi edebiyat” türlerini severek takip ediyorlardı. Kitap okumayı sevmeyenleri ise bir şekilde “ağa düşürmek” gerekliydi. Onlara genellikle Amin Maalouf önerirdim. Maalouf, muhteşem bir yazar değil ancak yazdıkları hayli sürükleyici. Güzel hikâyeler buluyor. Dili hafif, okutuyor. Didaktik ama aşırı değil. Paulo Coelho’nun da benzer sebeplerle dünya çapında okunduğunu düşünürüm. Anlatımı genelde tek katmanda ilerler ve okuyucuyu bilmece çözmeye çağırmaz; ancak dayandığı, güvendiği şey hikâyesidir.

Bu sebeple okuyucunun ilgisini çekmeye hevesli polisiye romancılar “iyi hikâye” peşinde koştururlar. Bir cinayeti kimin işlediğini çözmek türün tek konusu değildir. Bilhassa türü belirleyen baskın tema, “bilinmeyeni” açıklığa kavuşturmaya dayanır ki, bu da birçok farklı alttürü içerir. Daha rafine zevkleri olan polisiye yazarlar, “insanın içindeki kötülüğü” araştırırlar. Patricia Highsmith sözgelimi. Klasik cinayet romanlarında kitabın hemen başlarında karşımıza çıkan “cansız beden” ve “kim yaptı?” sorusu Patricia Highsmith’in en sevmediği şeydir. Onun “polisiye” romanlarında karşımıza bir cesedin ne zaman çıkacağını asla bilemeyiz. Ancak gündelik hayatta yaşanan küçük olaylar etrafında tüten kötülüğün insanın içine işleyişine adım adım şahit oluruz. Highsmith’in bir ev kadını becerikliliğiyle (bunu yazdığımı duysa beni öldürürdü muhtemelen) aktardığı detaylar o kadar canlıdır ki, bunun kötülükle ilgili bir “deney” olduğunu ve okuyucunun da o “deney”de yer aldığını düşünürüz. “Polisiye” araçsallaşır. Aslolan yine insanın doğasını araştırmaktır. Tıpkı G. G. Marquez’in Kırmızı Pazartesi’de (1981) bütün köyün işleneceğini bildiği bir cinayeti adım adım takip etmesine benzer bir “deney ortamı”dır artık kurgu.

Bu yönüyle polisiye romanlar, bilimkurgu romanlara hayli benzer. Philip K. Dick’in “Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?” (1968) isimli bilimkurgu hikâyesinden yola çıkarak beyazperde için hazırlanan Blade Runner (1982) filmi her iki tür için de önemli bir eser. Burada bir dedektif, uzaydaki kolonilerden kaçan yapay zekâya sahip robotları bulmakla görevlendirilir. Bu robotlar (androidler) insanlara çok benzemektedir ancak onlara yapılan bir testle (Turing testi) ayrıştırılabilmektedirler. Dedektif film boyunca çeşitli yöntemlerle iz sürer ve nihayet “suçlular” hak ettiğini bulur. Final sahnesinde bir robot, dedektife şu soruyu sorar: “Testi kendine de uyguladın mı?”

Slavoj Zizek, bu film üzerinden yaptığı ideoloji kritiğinde “gözün kendisi hariç her şeyi görebilmesini” ele alır ve ideolojilerin dışarıyı “alabildiğine açık bir biçimde” görebilmelerine rağmen “kendilerine kör” oluşlarından dem vurur. Aslında dedektif hikâyelerinde bu tema çoğunlukla işlenir. Süper kahramanlar dünyasının “dedektif”i olan Batman de, suçun ve kötülüğün üstüne giderken 19. yüzyıldan (özellikle ikinci yarısı için polisiye romanın “altın çağı” denir) bu yana bilinen polisiye metotları kullanır. Tıpkı Sherlock Holmes gibi “yenilmez” bir süper-dedektiftir Batman. Ancak hikâyeyi derinleştirmek için bu dedektife bir “ayna” tutmak yeterli olmuştur. Bunu ilk keşfeden ve beyazperdeye Batman serisi üzerinden taşıyan Christopher Nolan oldu. Ardından süperkahraman hikâyeleri bu mantıkla yeniden üretilmeye başlandı. Burada “kahraman”, kötülüğün kaynağı hâline gelebilir. Dedektif, suçluya dönüşebilir. Gerçekte olmasa bile algıda bu oyunu sıklıkla yaşamak mümkündür. 19. yüzyılda sahte mistisizmi (görünmezliği) alt edip rasyonaliteyi ikâme etmeye meyyal dedektifler, 21. yüzyılda kötülüğün psikolojik etkileri (görünmezlik) tarafından kuşatılmışlardır.

Polisiye romanların, sadece “sürükleyici hikâyeler” barındırmanın ötesinde, toplumsallığı en iyi işleyebilen tür olduğu da tartışılan konulardan. Bir cinayetin nasıl ve neden işlendiğine dair soru, aynı zamanda toplumsal ve/ya kültürel bir sorudur nitekim. Amerikan TV kanalı HBO’nun True Detective serisi, cinayetlerin toplumsallığını, hatta “kötülüğün bir kült hâline gelişini” sorgulaması bakımından öne çıkan bir yapım. Hemen her yerde “delil fetişi” (CSI serisi sözgelimi) üzerinden ilerleyen polisiyeye yeniden “ruh” kattığı söylenebilir. Ancak yine de polisiye romanlar bu türlü “yeniliklere” hâlâ uzak duruyor. Zira okuyucuyu psikolojik tahlillerle yormak yerine, hikâyenin labirentleşmesiyle oyalamayı tercih ediyorlar. Bu da kendi çıtasını belirleyen bir endüstrileşmeye mahal veriyor. Kötü bir durum değil elbette; bilakis haddini bilen bir yaklaşım. Böyle bir “ortalama okur”a sahip olmamak belki de genel edebiyat piyasası için daha kötüdür, kim bilir.

Son olarak “iyi edebiyat” okuyucusunun sürekli burun kıvırdığı polisiye türünün, üniversiteye hazırlık kurslarında çözdüğümüz testlere benzediğini iddia edeceğim. Bu hem okur hem de yazar açısından böyledir. Türk edebiyatının en büyük eksiği olan “olay” ve “karakter” açığını belki de polisiye romanla doldurmak mümkündür. Sonrasında bu basamağı geçip bol katmanlı ve zekice kurgulanmış “iyi edebiyat” yapma imkânına da kavuşabiliriz. Daha da iyisi, “çerez niyetine” kitap okuyan, kitap okurken heyecanlanan ve zamanla iştahını “iyi edebiyat”a da kabartan bir okur sınıfı oluşabilir böylece.

Arka Kapak dergisi 7. sayı