Mustafa Özel

Mahur Beste’nin ikinci yarısı, unutulan Behçet Bey’in yerine, “garip ihtilalci” Sabri Hoca ile başlıyor. Biraz parasızlık, biraz da siyaset aşkı yüzünden tahsili yarıda kalan bu saçı sakalı karışık, cübbesi yırtık adam, gene de paşa konaklarına girebilmiş, “muayyen bir sınıfın adamı” olabilmişti. Medrese hâlâ güçlüydü ve yenilik taraftarı paşalar bu kuvveti başka ellere kaptırmama gayreti içindeydiler. Tuhaf devrimcimiz hiçbir yerde olmadığından, her yerdeydi. Behçet Bey unutulan adam idiyse, Sabri Hoca kendini unutturabilen adamdı. Bu sayede başı birçok beladan kurtulmuştu. Sessizliği yüzünden Dilsiz Hoca, mason dostlarının teşvikiyle Fransızca öğrenmeye başladığı için de Dinsiz Hoca lakaplarına hak kazanan garip ihtilalci “devrinin bütün hür düşünceli adamlarıyla dost olmanın yolunu” da bulmuştu.

Sabri Hoca işini ciddiye alan adamdır; öyle “kendilerini hareketin ifritine bıraktıkları zaman mesut olan insanlar” gibi, devrimciliği meczuplukla karıştırmaz. Ali Suavi vak’asına sadece mertliği yüzünden katılır. Olay müddetince de arkadaşlarını caydırmaya çalışır. “Gelin vazgeçin bu sevdadan. Düşman payitaht kapısında iken yapılacak iş mi bu…” Diğerleri bu öğütlere güler ve günümüz Fetöcülerini andıran bir tutumla, liderin becerikliliğinden, devlet adamlarından çoğunun kendi saflarında olduğundan ve en önemlisi “İngiliz müzaheretinden” uzun uzadıya söz ederler. Sabri Hoca, Ali Suavi’nin belki “Bahçekapı’daki gözlükçüden” söz almış olabileceğini, diğer lafların külliyen palavra olduğunu söyler. “Makam hırsınız yüzünden memleketteki birliği bozuyorsunuz. Bu İngiliz müzahereti doğruysa, üstelik işte yabancı bir memleket politikasına alet olmak da var?” Sözkonusu olayların üzerinden 140, romanın yazılışının üzerinden 70 yıldan fazla zaman geçti; makam hırsı yüzünden yabancı memleketlerin politikalarına alet olma gerçeği değişmedi!..

Sabri Hoca’nın Avrupa seyahati çok öğretici olmuş, yaşadığı âlemin nasıl bir ahenksizliğin kurbanı olduğunu anlamıştı. “Onu yeniden kurmak için çok derinden değişmek, her şeyi olduğu gibi bırakıp yeniden işe başlamak lazımdı.” Fakat asi Osmanlıların yeterli fikrî hazırlıkları yoktu. Garip ihtilalci, ağızlarına sakız olan kelimelerin ruhuna nüfuz edememiş o kadar çok sayıda ihtilalciyle karşılaşmıştı ki, sonuçta bir “ümitsizlik formülü” geliştirmişti. 1317 yılında Paris’te Ahmet Rıza Bey ile buluştuğunda, “Jön Türklerin lideri, hak, adalet, hürriyet, istibdat gibi bir yığın büyük, şümullü kelimeleri gelin başına çil akçe serper gibi önüne fırlatmış”, o ise kendi şivesiyle mırıldanmıştı: “Yazık, yazık, ne ümitsizlikler içindeyuz…” Ona göre Jön Türkler asıl hedefi göremiyordular: Mesele hürriyet aşkının, istibdat düşmanlığının “asıl düşünülmesi lazım geleni unutturmuş görünmesinde” idi. “Hepimiz Abdülhamit ile meşgulüz. Onun fenalıklarını saya saya cezbeye geliyoruz. Memlekette iki ses var: Padişahım çok yaşa! Kahrolsun Abdülhamit! Halbuki fenalık daha derin, daha köklü.”

Hayatın Mistik Safhası

Sabri Hoca’ya göre herkes aynı karanlık içindeydi. Binaenaleyh daha derine inmek lazımdı. Karanlığa inmeden çare bulamazdık. Sorular zor ve yakıcıydı: Niçin bu kadar biçareyiz? Neden her tuttuğumuz dal elimizde kalıyor? Bütün hesaplarımız bozuk mu? Hiçbir faziletimiz kalmadı mı? Bu soruların cevapsız kalışı, ona göre, bir medeniyetin iflası demekti. İnsan bozulmuştu, insan. “Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.” İmparatorluğun dayandığı iktisat sistemi değişmeliydi ihtilalciye göre. Bu değişmenin getireceği halk aydınlanması, halktaki hak fikrini değiştirir ve mücadele başlardı.

İlerleyen bölümlerde adım adım gerilere doğru seyrediyor, tipik bir Osmanlı gibi geriye doğru yaşıyoruz. Önce uzun uzadıya, “adalet hastalığına” yakalanmış Halit Bey’i, ardından babası Nuri Bey’i tanıyoruz. Nuri Bey, Agop ve Soloski’nin danışmanlığı sayesinde zengin olmayı başarsa da, “ten hazlarını insan ruhuna lâyık bulmadığından” kapitalist olamamıştır. Yaşadığı bir yangın hadisesinden sonra iyice mistikleşerek Kadirî dergâhına girer. Dünya işlerinden soğur ve sık sık Hacc’a gitmekten bahseder.

Agop bu durumu bir nevi hastalık sayıp, Nuri Bey’i evlilik yoluyla kurtarmaya çalışır. Soloski ise aksi kanaattedir. Ona göre, dostları hayatının mistik safhasına girmiştir. “Bu, Allah’tan gelen bir işaret, bir nevi hidayetti: Onu reddetmek, zavallı Nuri Bey’i kendi gerçekleriyle mücadele haline sokmaktı. Bu da onu perişan ederdi.” Yeterince parası olan Nuri Bey bir köşeye çekilip, ibadet ve hayır işleriyle uğraşmalıydı. Mistik hayata, sonsuz zevklerin dünyasına yönelmesi iyi, fakat seçtiği tarikat uygun değildi. Hiç değilse Mevlevî olsaydı. “Mevleviliği ona bütün tarikatlardan üstün gösteren şey, musikiye verdiği yer ile semaın hususiyeti idi.”

Soloski’ye göre, keman “Allah’a giden yolların en kısası” idi. Yedi yaşından beri delice sevdiği Bach, her türlü kutsallık ve ermişliğin tek anahtarıydı. Hidayet başka şeydir, diyordu. “Hidayet sanat ve musikidir.” Agop, Nuri Bey’in bu yaştan sonra keman çalamayacağını söyleyince de, şu cevabı veriyordu: “Kemanı o çalacak değil ki… ‘esprit divin’ (ilahî ruh) çalacak, anlıyor musun?” Kapitalist ruha hakkelyakîn aşina olan Agop ise, Soloski’den bu ilahî ruha başka bir vasıta bulmasını istiyordu. “Nuri Bey’in parmakları altın, esham gibi şeyleri saymak içindi.”

Kendi Zamanıyla Gelen Kahraman

Behçet Bey, yazar tarafından çizilmiş ve yarım bırakılmış portresinden şikâyetçidir. Yazar ise kahramanına, sizi “olmak istediğiniz gibi” resmedemezdim, diyor. Portrenizi kendiniz yapsaydınız, birkaç masum rötuş ile herşeyi altüst ederdiniz. “Çünkü siz bir terkipsiniz. Her terkip gibi, bir nispetten bir nispet bir kere değişti mi, ortada siz kalmazsınız, bir başkası yerinizi alır.”

Behçet Bey öfkelidir; yazar, romanına feda etmiştir onu. Yazar ise hem bu ithamı, hem de roman yazmış olmayı reddeder. “Ben sizin hayatınızı yazıyorum. Roman ayrı bir şey. Benim yaptığım, sizden dinlediğim gibi hikâyenizdir.” Ne vardı o hikâyede? Evvela, zaman farkı. Behçet Bey kendi zamanıyla gelmişti. “… bugünden uzak, asıldığı yerde unutulmuş bir takvim gibi sadece geçmiş bir zamandınız. Adeta kurulmamış bir saate benziyordunuz.” Diğer insanlar gibi eve kapıdan girdiği, herkes gibi maddesiyle gezinen bir insan olduğu hâlde “bir rüyaya benziyor” Behçet Bey. “İnsanlara kendinize mahsus bir zamanı aşılıyorsunuz. Bölünmezlerin bölünmezi, çekirdek hâlinde bir zaman. En basit şeklinde bir düşüncenin, bir ihsasın, bir hatıranın zamanı.”

Yazara inanacak olursak, kahramanı kendisine “her şeyi” anlatmıştır. Böylece o çekirdek zaman genişlemiş, dal budak salmıştır. O zaman anlamıştır ki, Behçet Bey düşündüğü gibi “tek bir zaman parçası” değildir. Onun da zamanı aynı, fakat ona hükmetme biçimi farklı. Onun için hâl, hatırlama anından ibaret; gerisi için tam bir kayıtsızlık içinde. Evi yanmış, o dışarıda kalmış, bildiğimiz zamanın dışına fırlamıştır. Evinin dışında böyle korunmasız görününce, yazar için “bir ferdî vak’a olmaktan çıkıyor, bir sembol oluyor.” Bu sembol yazara “cemiyetimizin yüz yıldan beri geçirdiği değişiklikleri” hatırlatıyor.

Behçet Bey, “Mahur Beste”den kaçan adamdı; bestekâr Talât Bey’in kötü kaderini yaşamak istemiyordu. Yazar, ikisini karşılaştırıyor: “Yaradılış sizi sadece bir istek, bir susuzluk olarak yaratmış. Talât Bey öyle değil. O, yaşayan adamdı. O, kırılmış adamdır. Siz mağlûpsunuz.” Behçet Bey, romanın ikinci kısmında kendisinin unutulup, diğer kahramanlara uzun uzun yer verildiğinden şikâyetçidir. Yazarın cevabı, romanın mahiyetini ve geleneksel anlatı biçimlerinden temel farkını çok iyi yansıtıyor: “Ben uzatmıyorum, onlar uzatıyorlar. Ben onları içimde serbestçe yaşamağa bıraktım. Başlangıçta sade siz vardınız. Şimdi onlar da var. Onları bir hakikat gibi alıyorum. Onları da dinlemeğe mecburum.”

Yazar, mektubunun başlarında roman yazmadığını, romanın güç bir iş olduğunu söylemişti. Son paragraftaki sözleriyle aslında yazılanın roman olduğunu ima ediyor. Hayat kimsenin etrafında dönmez, diyor, şikâyetçi Behçet Bey’e; hayat herkesle beraber yürür. “O hâlde bu benim hikâyem değil artık, diyeceksiniz. Evet, öyle, artık sizin hikâyeniz değil. Hepinizin hikâyesi, yaşadığınız, yaşadığımız devirlerin hikâyesi.” Bu yüzden, korkmayın sevgili kahraman, yarım kalmayacaksınız. Yazar, hiçbirinizi unutmuş değil! “Etrafıma çok insan yığıldı. Hepsi birden konuşuyorlar… Ben onların sesini orkestralamaya mecburum.”

Romancı, hepimizin katıldığı koronun orkestra şefidir. Roman, herkesin hikâyesidir. 

Arka Kapak dergisi 23. sayı