Abdullah Yavuz Altun

Yazmak için oturduğumda, gerçekten mutlu oluyorum.”
Umberto Eco, The Paris Review röportajı

Umberto Eco, 40’lı yaşlarının ikinci yarısında Gülün Adı’nı (1980) yazmaya koyulduğunda, zihninde roman yazmakla ilgili hemen her şey yerli yerindedir. İyi bir tarihçi, sıkı bir göstergebilimci, kalın kitapları olan bir akademisyendir. Edebiyat eleştirmenliği yapmış, James Joyce ve James Bond romanları üzerine eserler vermiştir. Bir yayıncı arkadaşı, “amatörlere polisiye hikâye yazdırmaktan” bahseder bir gün. Eco, bir Ortaçağ uzmanı olarak o dönemde geçen bir polisiye hikâyenin nasıl olacağını düşler hemen. Uydurma rahip isimleri dolaşmaya başlar zihninde. Bir manastırda kitap okuyan ve zehirlenen bir rahip belirir sonra. Ursula K. Le Guin’in dediği gibi, aslında her roman bir karakterin ufukta görünmesiyle yazılır. Umberto Eco da, Ortaçağ’da bir manastırda geçen bir Sherlock Holmes parodisini, yani Baskerville’li William’ı görür. Önce ona bir dünya inşa eder. Dağ başında bir manastırı (çünkü Kasım ayı olmasına rağmen karla kaplı olmalıdır!), manastırın içindeki Borges-vari bir labirent şeklindeki kütüphaneyi (çünkü labirent hem sonsuzluğu simgelemeli hem de sıkışmışlığı!) ve Aristo’nun “komedi” üzerine kayıp kitabını (çünkü aslında anlatmak istediği komedidir!) yerleştirir. Peki, hikâyeyi kim anlatacaktı? Bir Ortaçağ rahibinin, yani Melkli Adso’nun henüz genç bir çırakken yaşadığı bir maceraya dönüştürür bunu. Yıllardır üzerinde çalıştığı Ortaçağ kroniklerini karıştırır. Bir tempo (Eco romanlarının kendine has bir temposu vardır her zaman), bir üslup, bir kozmos kurgulamıştır artık. Tarihî kroniklerin birer replikasına benzeyen, belirli kurgusal katkılarla örgülediği bu yeni kozmosta romanın kelimeleri, Eco’ya göre, kendiliğinden gelir. Sonraki kitaplarında da göreceğimiz üzere, “gerçek dünya”yla yakın simbiyotik bir ilişki içindeki bu yeni “paralel evren”de roman kendini göstermiştir: Dogmanın hüküm sürdüğü bir Ortaçağ manastırında, septik bir Fransisken rahip bir cinayeti aydınlatırken, Hıristiyanlığın temellerindeki ilahiyat tartışmalarına, kitaplarla insanlar arasındaki ilişkilere ve aşk, adalet, bilgi, sembol gibi temel kavramlara dair uzun felsefî konuşmalar yapar.

Gülün Adı’nın yazarı, romanın beklenmedik başarısının ardından İtalya’da yayınlanan bir dergi için Sonrası (Alfabeta, 49-1993) başlıklı bir makale yazmıştı. Çalışma şeklini, kendince bir romanın ne olduğunu, tarihî romanın ne demeye geldiğini, modern romanla postmodern roman arasındaki benzerlik ve farklılıkları, neden romanı bir Ortaçağ kroniği gibi yazdığını, okurlarından gelen yorumlarda katıldığı ve katılmadığı noktaları, romanın adının neden öyle konulduğunu, polisiye roman yazma dürtüsünü, okuru eğlendirmek istemesini ve şu satırları oradan okuruz: “Kıssadan hisse: Saplantısal düşünceler vardır, bunlar hiçbir zaman kişisel değildir, kitaplar kendi aralarında konuşurlar; tam anlamıyla yapılmış bir polis soruşturması suçlunun biz olduğumuzu kanıtlamalıdır.” Aynı zamanda bir edebiyat eleştirmeni olan Eco’nun daha ilk denemesinde, roman sanatına, üretici gözüyle de bu kadar hâkim olması göz kamaştırıcıdır.

İkinci romanı Foucault Sarkacı (1988) için bir röportajında şunları söylüyor Eco: “Gerçek şu ki, göstergebilim üzerine sayısız makale yazdım ancak sanırım düşüncelerimi Foucault Sarkacı’nda makalelerimden daha iyi açıklayabildim. Sahip olduğunuz bir fikir orijinal olmayabilir – Aristo her zaman sizden önce düşünmüştür. Fakat o fikirden bir roman yaratarak onu orijinal kılabilirsiniz.” Buradan biraz da neden roman yazmaya kalkıştığını ve roman sanatında ne bulduğunu anlayabiliyoruz. Eco’nun sadece içerik değil teknik olarak da nereye gitmek istediği bu romanda belirginleşir: Önce çözmek istediği bir gizemi (bir cinayet, bir öğreti, bir icat, bir tarihî doküman…) merkeze alır, onun etrafındaki efsanelere girişir (mesela bu ikinci romanda Kabala öğretisi), gizem ve efsaneler arasındaki ilişkiden oluşan kozmosu, karakterlerinin dünyası kılar (“evrendeki her şeyin birbiriyle bağlı olduğu bir dünya”) ve ciddi manada kuşkucu bir karakterin takip ettiği izlek okuyucunun rotası hâline gelir. Şüphe, onun romanının enerji kaynağıdır. Bu arada yoluna çıkan bir resimden, heykelden yahut kitaptan, fikirden bahsedebilir. Ama illa ki sizi eğlendirecektir! Tapınak Şövalyeleri’ni, Aydınlanma’nın kökenlerini, bilimi ve hurafeyi, bilgisayarları ve Tevrat’ın içinde saklanmış Tanrı’nın gizli isimlerini aynı hikâyede birleştirmiştir zira; ironilerle dolu olması kaçınılmazdır. “Plan” adı verilen büyük komploya iman eden ve “kendi elleriyle” inşa ettikleri bu komployu kaderleri hâline getiren karakterleri seyretmek, keyifli olduğu kadar kederlidir de aslında.

Umberto Eco’nun üçüncü romanı, okurlarının en az bildiği eseri olabilir: Önceki Günün Adası (1994). Bu roman, eleştirmenlerin Eco’ya karşı baltalarını sivriltmesine sebep olur. İlk iki romanla benzer bir yapısı vardır kuşkusuz: İçi şüphe ve tekinsizlikle dolu bir anlatıcı, metinlerarasılık, bolca ve (bazı eleştirmenlere göre) kibirlice boca edilmiş tarihî bilgiler, teknolojiye dair merak, semboller… “Ansiklopedik roman” kavramının hakkını veren bir eser daha! Yazarın bu kadar çok şeyi bir araya getirme ve oradan tekil bir kurgu elde etmeye çalışması, yine çokları için, çoğunlukla kaybedilen bir kumar. Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı’da “romanın merkezi” diye nitelediği özellikten yoksunluğu çağrıştırıyor bu yorumlar. Ancak Eco, ne yaptığının farkında şu satırları yazarken: “Birçok hikâyeyi tek seferde anlatmaya koyulmak, bir noktadan sonra, ipin ucunu kaçırmaya yol açar.”

Gülün Adı
Umberto Eco Çev: Şadan Karadeniz
Can Yayınları

Ve dördüncü roman, Baudolino (2000). On üçüncü yüzyılda yaşamış bir “fırlama”, çocukluğundan başlayıp ölümüne dek süren maceralarını (Eco, bildungsroman yazmayı sevdiğini söylemişti) Bizanslı tarihçi Niketas Choniates’e anlatıyor. Sorun şu ki, Baudolino kendi ağzıyla itiraf ettiği üzere bir yalancı. Yine güvenilmez bir anlatıcı yani. Kutsal Roma İmparatoru Frederick Barbarossa’nın evlatlık edindiği Baudolino, Dördüncü Haçlı Seferi ile İstanbul’a geliyor. Efsaneleri, hurafeleri, devrin tarih ve kültürünü onun eğlendirici hikâyelerinden okuyoruz. Din tartışmaları, uzun uzun ve ballandıra ballandıra anlatılan yalanlar, fantastik hikâyeler (hayali canavarlar, devler ve cüceler, gözleri göğüslerinde yaratıklar…) gırla gidiyor. Tarih algımızı kökünden sarsan, papirüste dahi yazsa tarihî belgelere şüpheyle yaklaşmamızı salık veren bir kitap bu aynı zamanda. Umberto Eco, kahramanına tarih hakkında yalanlar söyletirken tarihte gerçekten varolmuş olayları da kurguymuş gibi anlatıyor kitaplarında. Galileo’nun mektuplarında geçen ama hiç icat edilmemiş bir aleti, sanki icat edilmiş gibi karakterinin eline veriyor sözgelimi. Onun edebî maharetinin keskinleştiğini görebiliyoruz: 13. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar uzanan çağlarda geçen romanları, içinde varoldukları “gerçek dünyayı” tersyüz ederek ilerliyorlar. Oyunlarıyla başa çıkmanın imkânsız hâle geldiği bir dünya…

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 6.sayısında yayınlanmıştır.