Emine  Uçak Erdoğan

“O tarihte herkesin sadece tek bir isteği vardı: Yola çıkabilmek. Herkesin tek bir korkusu vardı: Geride kalmak, gidememek.”

Anna Seghers

Anna Seghers’in Transit romanında yer alan bu cümleler ikinci dünya savaşının yerinden yurdundan ettiği binlerce insanın hissiyatını anlatıyordu. Tarih boyunca sadece ticaret yapanlar için değil sürgüne gidenler, gelenler için de liman olan Marsilya’dır romanın mekânı. Marsilya’nın o günlerdeki hâli ise şöyle tasvir edilir romanda: “Çocuklarını kaybetmiş analar ve analarını kaybetmiş çocuklar, kovalanmış ordulardan arta kalanlar, kaçmış esirler, gevezelik edenler. Her ülkeden kovulmuş yığınla insan, yeni memleketlere götürecek gemileri beklemek üzere denize koşan insanlar. O yeni ülkelerden de yine kapı dışarı edilecek olanlar. Ölümden hep ölüme koşan herkes. Burada, tam da burada, her zaman gemiler demirli olurdu. Zira burada Avrupa bitiyor ve deniz başlıyordu. Burada her zaman bir barınak bulunurdu, yolculuk denizde sürdürülecekti.”


Transit
Anna Seghers
Çevirmen: Ahmet Arpad
Everest Yayınları

Seghers’in mülteciler söz konusu olduğunda sıkça kullanılan ‘araf’ durumunu deneyimlemiş olması yazdığı romanın etkileyiciliğini arttırmış. Ancak roman tam anlamıyla otobiyografik bir eser değil. Yazar, kahramanların yaşadığı belirsizlik ve şahit oldukları acı tanıklıklarla içine girdikleri ruh dünyasını, içlerinde oluşan gel-gitleri şehrin sokaklarına, limanına, meydanlarına sinen yalın bir anlatımla tasvir ediyor. Paris’i ele geçiren Nazilerin ilerleyişinin verdiği korkuyu içlerinde duyarak, Marsilya’yı okyanus ötesine gitmek için durak edenlerin öyküsünü konu edinen Transit, göçmen edebiyatında çok farklı bir yerde duruyor. Mülteciliğin azim ve mücadele gücüne, birbiriyle olan dayanışmaya da işaret ettiği için. Şehirden önce mistraliyle tanıştığımız. Çadırda uyku tulumlarının içinde bile üşüdüğümüz bir ağustos gecesinin sabahında Marsilya’nın kadim limanına giriş yaptık. Yıllar önce okuduğum Transit’i tam da o soğuktan üşüdüğüm anların etkisiyle hatırladım. Oluşturduğu doğal ışıkla ünlü ressamlar için Marsilya’yı doğal fon yapan mistral, o günlerde sokaklarında transit vize bekleyenler için zorluğu katmerlendiren bir etkiye sahipti. Kahramanlar roman boyunca bir yandan da mistrale karşı yol almaya çalışıyorlardı. “Bir pencere köşesinde, her yandan saldıran Mistral rüzgârından korunarak oturdum… Hava buz gibiydi. Güneyin soğukları günün belirli saatleriyle bağlı değildir. Zira Mistral rüzgârları öğle güneşini bile buz gibi yapardı bazı bazı…“Rüzgârlar, en zayıf yerimi bulmak istercesine, her yanımdan saldırıyordu. “Mistral demişken Atilla İlhan’ı hatırlamamak olmaz: “Marsilya’da bir akşam soğuktan tir tir titredim.” Hayatının bir bölümünü Fransa’da geçiren şair ilk dönem şiirleri kadar romanlarında da bu yıllara özellikle de Marsilya’daki tanıklıklarına sıklıkla yer vermiş. Sokaktaki Adam ve Zenciler Birbirine Benzemez bunlardan ikisi.

Liman dedik göç dedik Marsilya için. Kuruluş hikâyesi bu ikisine de uygun. Marsilya’yı MÖ 6.yy’da İzmir Foça’dan giden İonyalı denizciler Vieux Port (Eski Limanı) etrafında kurmuşlar. Liman girişindeki tabelada “Gezdiğiniz bu şehir, M.Ö. 600 yılında Foça’dan gelen denizciler tarafından kurulmuştur.” ibaresi yer alıyor. Çocukların isteği üzerine bindiğimiz dönme dolap, liman bölgesiyle birlikte şehrin büyük bir kısmını görmemizi sağlıyor. Transit’in anlatımıyla “Öyle sert rüzgâr esiyordu ki, sıkı tutunmam gerekti. Dağları, Notre – Dame de la Garde kilisesi, mavi bir dörtgeni andıran eski limanı ve demir aktarma köprüsüyle bütün şehri görüyordum. Az sonra sis azalınca açık deniz ve adalar da göründü.” Çocuklar için bu gezinti hem zahmetsiz hem eğlenceli. Artık sıra bizim seçtiğimiz gezinti yolunda. Limanın çevresinden eski şehre doğru yürümeye başlarken Transit’ten sahneleri canlandırıyorum bir yandan zihnimde. İlginç olan sokak ve cadde isimlerinin hiç değişmeyişi. Ellerinde bavullarla kahvelerde bekleyen yılgın insanlar yok artık tabi Avrupa’nın bu en eski şehrinin sokaklarında. Yeni göçmenler, mülteciler, yerleşik sürgünler, şehrin yeni sakinleri ve tabi ki dünyanın birçok yerinden gelen ziyaretçiler.

Avrupa ve Akdeniz Medeniyetler Müzesi ve Marsilya Katedrali’nin ardından La Panier’in dar sokaklarını keşfe çıkıyoruz. Fas yolundaki bizler için bir ön sunum gibi eski şehrin sokakları. Dar ve ıssız sokaklara renk cümbüşü katan evler arasına gerilmiş çamaşırlar. Bir pencereden sarkan Afrika şalı. Şalın asıldığı apartmandan çıkıp sokaklarda bir gölge gibi süzülen Afrikalı çift. Sokak aralarında ansızın çıkan küçük meydanlar, şirin kafeler, duvarları süsleyen grafitiler… Şehrin bu bölgesi geçtiğimiz yıllarda itinalı bir şekilde restore edilmiş. Alışveriş ve yemek için de ziyaretçilerinin ilgi alanlarına göre cazip seçenekler sunan bir şehir Marsilya. Dilerseniz şık caddelerde dünyaca ünlü butikleri, zincir mağazaları ziyaret etmeniz mümkün. Bizim seçimimiz şehirdeki Müslümanların alışveriş meydanı olan Marché de de Noailles oluyor. Bu Meydanın hemen arkasındaki sokakta İstanbul isimli lokantayı görmek çocukları sevindiriyor. Az ötedeki meydanda ise politik bir eylem için toplanmış Türkiyelileri görüyoruz.

Marsilya Katedrali’nin dışında şehri tepeden gören bir noktaya yapılan Notre Dame de la Garde Bazilikası ve eski limana yakın olan Saint Ferreol kiliseleri de şehrin en çok ziyaret edilen dini mekânlarından. Ziyaretçilerin yoğun ilgi gösterdiği başka bir yer ise edebiyatın gücünü ortaya koyan bir mekân: Alexandre Dumas’ın kült eseri Monte Kristo Kontu’nun meşhur hapishanesi: İf Şatosu. Bugün müze olarak kullanılan hapishanenin yer aldığı adanın karaya olan yakınlığını görünce şaşırmadım desem yalan olur. Bunu düşündüğüm anda romanın kahramanı Dantes’in hapisteki acılarını hafife alan müfettişe haykırışını hatırlıyorum: “Bilmiyorsunuz: on yedi yıl, on yedi yüzyıl; özellikle benim gibi mutluluğa çok yaklaşmış bir adam için, benim gibi sevdiği kadınla evlenmek üzere olan bir adam için, önünde onur verici bir meslek yaşamının açıldığını gören ve her şeyi bir anda elinden alınan bir adam için; en güzel günün ortasından en derin karanlığa düşen, meslek yaşamının yerle bir olduğunu gören, yaşlı babası öldü mü yoksa yaşıyor mu bilmeyen bir adam için. Deniz havasına, denizcilerin bağımsızlığına, açıklığa, sonsuzluğa, sınırsızlığa alışmış bir adam için on yedi ay hapis! Mösyö, on yedi ay hapis, insan dilinin en iğrenç adlarla belirttiği tüm suçların hak ettiğinden daha fazlasıdır. Bana acıyın efendim ve benim için hoşgörü değil kesin çözüm isteyin; bağışlama değil yargılama isteyin; yargıçları mösyö, ben sadece yargıçları istiyorum; bir sanığın yargıç isteği geri çevrilemez.

Marsilya’nın bazı sokaklarında kendinizi Cezayir veya Fas’ta hissetmeniz mümkün. Şehir için Cezayir’in en büyük şehri betimlemeleri yapıldığını da ekleyeyim. Ne de olsa karşı kıyıda Cezayir yer alıyor, yüzleşilmeyen kolonyal geçmişle birlikte… Yüksek suç oranları, Avrupa denince lüks ve yalıtılmış mekânlar olarak anlayanlar için ‘uzak durulması’ gereken şehirler arasına koyuyor Marsilya’yı. Gezi yazılarında ille gidecekseniz Cannes, Nice, iki saat yakınlıkta, Aix-en-Provence daha iyi seçenek uyarılarıyla birlikte. Ancak Avrupa’nın bu kozmopolit kelimesini en çok hak edenlerden olan eski şehri; gündelik hayatın, üst politikaların ve medyanın biçtiği kılıfların dışında seyrettiğini görmek açısından, anlamlı bir deneyim sunmasıyla görülmeye değer… 

Arka Kapak dergisi 14. sayı