Mustafa Özel

İktisadî konuların romanlarda enine boyuna ele alınması zor elbette. Fakat modern çağ bir iktisat çağı, roman da bu çağın en sadık aynası. Romancı “zamanın ruhunu” kavramışsa, en çetrefil iktisadî meselelere değinmeden edemez. Defoe’dan Dickens’a, Balzac’tan Zola’ya, Gogol’dan Tolstoy’a, Goethe’den Thomas Mann’a, Melville’den Mark Twain’e kadar İngiliz, Fransız, Rus, Alman ve Amerikan romanının zirveleri neredeyse Adam Smith kadar iktisadî gerçekliğe vakıftılar. Bizde de A. Midhat Efendi’den Halit Ziya’ya, Yakup Kadri’den Kemal Tahir’e, Tanpınar’dan Adalet Ağaoğlu’na ve Orhan Pamuk’a kadar birçok romancımız, iktisadî konuları eserlerinde ustaca işlediler. Roman, ekonomi ve politiğin eleştirildiği, yer yer savunulduğu ve bu iki karşıt duruşun toplum vicdanına etkidiği bir “bilgi alanı” olageldi. Bunun en az farkında olanlar, iktisatçılardır!

Günümüzde, başta dev kamu bankaları olmak üzere, çeşitli devlet kuruluşlarının Varlık Fonu’na devredilmesiyle Türkiye’de yeni bir tartışma başladı. Kimileri bu girişimi “paralel bir hazine” diye nitelerken, kimileri de “bize özgü, yeni ve olumlu bir devletçilik” olduğunu söylüyor. Olumlu olup olmadığını elbette zaman gösterecek. Fakat yeni olmadığı kesin. “Cumhuriyet” saatini 90 yıl geriye aldık. Çözümü zor bir bilmece.

1923-38 dönemini Kemalist bir asr-ı saadet sayan Yakup Kadri de, Panorama başlıklı romanında, o dönemin devletçiliğinin “çözülmez bir bilmece” olduğunu söylüyordu. “Bunu kimimiz tekelcilik, kimimiz devlet kapitalizmi, kimimiz de bir nevi sosyalizmle karıştırıyoruz. Oysa ki, bu ne o, ne öbürüdür. Türk devletçiliği, yalnız Türk milletinin ekonomik bünyesinden doğma ve yalnız onun ekonomik zaruretlerine cevap veren bir sistemin adıdır. Bunun tarifini Batı dünyasının ve Batı ilminin hiçbir kitabında bulamayız.” 

Tolstoy’un uyumsuz karakteri Levin de Batı iktisat biliminin kitaplarında aradığını bulamıyordu. Liberal veya sosyalist ekonomik-politik kitapların hepsini okuyor fakat Rusya’nın problemini çözecek hiçbir şey göremiyordu. Liberallerin yazdıklarında “yalnızca Avrupa ekonomisinden çıkarılmış yasalar” vardı; sosyalist eserlerde ise “hoş ama gerçekleşemeyecek hayaller.” Ama ne biri ne de öbürü “Rus köylüsünün ve toprak sahiplerinin, milyonlarca hektar toprağı ne yapmaları gerektiğinden” söz etmiyordu. (Anna Karenina)

Yakup Kadri, Panorama’da önce (pek iç açıcı olmayan) bir durum tespiti yapıyor: “Türk milleti, siyasi istiklalini kazandığı gün, Kurtuluş Savaşı’ndan daha çetin bir davayla karşılaştı: Ekonomik kalkınma davası… Bu, silahla, yiğitlikle hâlledilir bir dava değildi. Bunun için muayyen bir bilgiye, bir tekniğe, bir sermayeye (yani birikmiş bir millî zenginliğe) ihtiyaç vardı. Bu memleketin halkı ise bunların hepsinden mahrumdu; daha doğrusu bunların hepsi şu memleketle hiçbir manevî bağlantısı olmayan bir sürü yabancı unsurların elindeydi. Para, yabancı bankalardaydı. Fabrikalar yabancılarındı. Tüccar, bezirgân, hatta esnaf sınıfını teşkil edenler yabancılardı. Şu İzmir şehri, diğer birçok deniz kenarı şehirlerimiz gibi, bir kozmopolit limandı. Burada oturan bir Mösyö A, bir Mister Z, Türkiye’nin malî ve iktisadî mukadderatı üzerinde Bab-ı Âli’nin herhangi bir vezirinden, herhangi bir nazırından daha çok nüfuz sahibiydi. Buğday, arpa, pamuk, tiftik, incir, üzüm, vesaire, vesaire fiyatlarını bunlar indirip bunlar çıkarır, bütün pazarlarımızda bunların arzu, irade ve menfaatleri hüküm sürerdi. Bunlar köylülerimizi birer köle gibi çalıştırır ve çiftlik ağalarımızı birer kâhya gibi kullanırdı… İşte Kemalist rejim, Osmanlı İmparatorluğu’ndan böyle bir Türkiye’yi devraldı. Ne belli başlı bir tüccar sınıfı, ne zengin diyebileceğimiz bir zümre, ne toprağına ve emeğine hakkıyla sahip bir müstahsil tabakası… Bütün bu boşlukları devletin doldurması lazım geliyordu. Ekonomi sahasında henüz emeklemeye bile başlamamış olan bu çocuğa devletten başka vasilik edecek kimse yoktu.”

Aradan geçen 90 küsur yılda bilgi, teknik, sermaye “bir sürü yabancı unsurların” elinden, Türklerin eline geçti. Tüccar, bezirgân, hatta esnaf sınıfını teşkil edenler artık yabancılar değil. Fakat özellikle finans ve teknolojide, ciddi açıkları olan bir ülke olmaktan kurtulamadık. “Üst Akıl” hâlâ ülkemizde finans manipülasyonları yapabiliyor. Bu sefer, bu manipülasyonların kurbanı olabilecek girişimcilerimize “Devletten başka vasilik edecek kimse yok,” diyor ve makarayı başa sarıyoruz!

Yakup Kadri, Panorama’yı İnönü devrinde kurguladı, Demokrat Parti iktidarında yayınladı. Asla ölmeyeceğine inandığı Mustafa Kemal’e adeta tapmakta; İnönü’den ise nefret etmekteydi. Onun dönemini şöyle anlatır: “İnkılap donmuş, taş kesilmiştir. O, daha buluğa ermeden, daha ilk adımında ihtiyarlamış; Arterio-Skleros illetine tutulmuş, daha doğrusu bir nevi çocuk felcine uğramıştır… Heyhat! Dünkü kahraman inkılap önderleri bile bugün ipekli robdöşambrlarına bürünmüş, fağfur banyolu kâşanelerinden dışarıya başlarını uzatmak istemez oldular.”

Devrim önderleri keyiflerine düşkün soytarılara dönmüşse, kim bilir halk ne hâldedir? “Halk ise, Tîh Sahrası’nda kıtlığa uğramış Ben-i İsrail gibi eli böğründe, gökten inecek kudret helvasını bekliyor ve ümitlerinin boşa çıktığını görünce Musa’dan yüz çevirip ve onun gösterdiği nice mucizeyi unutup homurdanmaya başlıyor. Musa şimdi çölde tek başına kalan bir adamdır.”

Yakup Kadri’yi en çok üzen gelişmelerden biri de, Anadolu Türklüğünün yükselişine bel bağlayan Balkan muhacirlerinin, tıpkı Türk Baharı’na bel bağlayan bugünkü Arap Baharı gençleri gibi, yaşadığı düş kırıklığıdır. Üsküplü genci şöyle konuşturur: “Biz daha çocukken işitirdik, Türkiye’de bir inkılap olmuş, ileri ve halkçı bir rejim kurulmuş, bunun adına Kemalizm derlerdi, hâlâ da böyle derler ve bunu, bütün geri kalmış ve köle milletleri irtica zincirinden ve emperyalizm boyunduruğundan kurtaracak bir hidayet yolu telakki ederler. Kemal Paşa’nın bir gün gelip bizi de yabancı cevrinden kurtaracağı kanaatindedirler. Ben gözlerimi böyle bir imanın ışığı içinde açmıştım. Oysaki… Oysaki, buraya geldikten sonra, hem bu ışığı hem de Kemal Paşa’nın izini kaybettim.” (Vurgu benim.)

İnönü devri bu kadar kötü müydü? Dönemin yarısının zaten savaşla geçmiş olması, Millî Şef’i biraz olsun mazur göstermez mi? Hayır! Yazar, Ebedî Şef’e öylesine bağlanmıştır ki ondan sonraki yılları kapkaranlık görmektedir. Çünkü ışığın kaynağı 1938’de kurumuştur. Yakup Kadri’nin Atatürk’ün Dolmabahçe’ye defnini tasvir eden satırları, efsane veya kutsal kitaplardaki tasvirleri aratmıyor:

“Burada artık ne Fuat, ne Turgut, ne Ali, ne Veli, ne Hayim, ne Istefan, ne Yorgi; ne de Ayşe, Fatma vardı. Bunların her biri kendi benliğini, kendi cinsiyetini, kendi vazifesini, kendi keyfini gecelik esvabıyla birlikte evinin bir dolabına asıp yepyeni, bambaşka bir insan olarak buraya gelmiş; birken bin, binken on bin, on binken elli bin, yüz bin olmuştu… Bütün bu insanlar, buraya, o bir tutam kemikle bir parça deriden, bir dev çıkarmak, bir dev yaratmak için toplanmışlardı… Bu yığınlar, şu anda, dünyaya yeni bir mit getirmenin doğum sancılarını çekiyordu. Ak sakallı bir adam, durmadan ağlayan bir genç kadına dönüp; ‘Ağlama kızım, ağlama,’ dedi. ‘Böyle bir ölüm ne cihangirlere, ne evliyalara nasip olmuştur. O, asıl mertebesine, şimdi erişiyor.’”

Atatürk, asıl mertebesine bu büyük halk ilgisi ile erişse de geride kalanlar ne yapacaktı? “O büyük adamın ölümü, Fuat’a bir şeyin sonu gibi değil, bir şeyin başlangıcı gibi göründü. Neyin başlangıcı? O adam, Fuat’ın kafasında yalnız bütün fikir sistemini, bütün dünya görüşünü kaplayan bir genişlik ve derinlik almaya başlamamış, onun gönlünü de bir acayip, bir mistik aşkla doldurmuştu.”

Görüyorsunuz, Yakup Kadri’nin roman’tik iktisatı önce gayet realist tespitlerle başlasa da romantik bir sonla noktalanıyor. Ne demişti Eliot: “What might have been and what has been / Point to one end, which is always present.” (Olabilecek ve olmuş olan / Daima var olan bir sona işarettir.) 

Arka Kapak dergisi 18. sayı