Röportaj: Adalet Çavdar

Miguel de Cervantes Saavedra’nın yazdığı, ilk bölümü 1605 yılında yayımlanan La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote ve Sancho Panza’nın serüvenleri yüzyıllardır en çok okunan ve en çok yorumlanan eserlerden biri olma özelliğini koruyor. Norveç Nobel Enstitüsü tarafından “dünyaca ünlü 100 yazar tarafından, dünyada tüm zamanların en iyi kurgu eseri” seçilen yapıt, Tükçede ilk kez 1993 yılında yayımlanmıştır. Birçok ünlü yazarın eserini gölgede bıraktığı gibi hâlâ pek çok eserde ondan esinlenildiği görülür. Bir efsaneye göre İncil’den sonra en çok satılan kitap Don Quijote olmuştur.

Ellili yaşlarında eski bir toprak ağası olan Don Kişot La Mancha’da yaşar. Şövalyeleri anlatan kitapları sever, onları kurgu değil gerçek olduğuna inanır. Yazılan her şeyin kelimesi kelimesine yaşandığını düşünür. Senelerce kütüphanesine kapanıp onları okumuştur. Don Kişot, silahtarı Sancho Panza ve atı Rosinante ile şövalyelik hayalleri kurarken, etrafındaki diğer insanlar onun aklını kaybettiğini düşünmeye başlar. Don Kişot’un hayallerinde bir de sevgilisi Dulcinea del Toboso vardır. Don Kişot mazlumun yanındadır, kötülerle uğraşır, ama her zaman yıkılır.

Don Kişot Yorum, Bağlam ve Kuram ve Don Kişot’tan Bugüne Roman kitaplarını kaleme alan ve halen Bilgi Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmakta olan Jale Parla ile Don Kişot üzerine sohbet ettik.

Jale Parla, YKY tarafından Roza Hakmen çevirisiyle yayımlanan Don Quijote için yazdığı sunuş yazısında Cervantes’in, Shakespeare’le birlikte belki de ilk kez, “modern” okuru düşlediğinden ve düşlediği bu okurun neredeyse düşlediği “yaratıcı” şövalye Don Quijote kadar, romanın içinde olduğundan bahsediyor.

Sanırım Don Kişot’la 1971-72 yıllarında asistan olduğunuz dönemde tanışmışsınız. Bir kitabı 46 yıl boyunca okumak, ona sahip çıkmak, anlatmak nasıl bir duygu? Her seferinde yeni bir şey öğreniyorum diyebiliyor musunuz?

En çok aklımda kalan, Don Kişot’un ne olursa olsun vazgeçmediği ideali: Elbette. Bu yalnızca Cervantes’in değil, bütün büyük yazarların başyapıtları için doğru bir gözlemdir. Benim durumumda farklı olan şu: Bir romanı ne kadar çok okutmuş olursam olayım, derse girmeden, mutlaka ama mutlaka tekrar okurum. Çok sevdiğim romanları da okuma listelerine koyma gibi vazgeçemediğim bir huyum var. Düşünün o zaman, elli yıla yaklaşan hocalık dönemimde bir romanı kaç kere okumuş olabileceğimi… Bronté, Uğultulu Tepeler, Stendhal, Kırmızı ve Siyah, Dostoyevski, Budala gibi romanları bu yüzden neredeyse ezberledim. Ama gene de tekrar okur, tekrar etkilenir ve düşünürüm. La Mancha’lı Asilzade Don Quijote de bunların arasındadır. Bir de galiba bu hayalperest komik adama, bütün kusurlarına ve hatta sakarlıklarına rağmen, kişisel bir sempatim var. Bir de Sanço’ya. Cervantes’e hayranlığım da bu ikiliyi birlikte düşündüğümde çoğalır. Bir yazar nasıl böyle iki zıt kahramanı, aynı ölçüde öne çıkararak, aynı ölçüde ilginç kılarak kişileştirir, kendini neredeyse ikiye böler (çünkü Cervantes hem Don Kişot hem de Sanço’dur), her okuduğumda buna yeniden şaşarım.

Sizce Don Kişot neden bir başyapıt?

Bu sorunun yanıtı o kadar uzun ki. Önce başyapıt nedir, onu konuşmalıyız. Sonra bu tanıma uyacak yapıtlar üzerinde anlaşmalıyız. Tehlikeli bir genelleme yapabilirsem (çünkü bütün genellemeler tehlikelidir), başyapıtlar hem her edebiyat meraklısının, hem de iyi edebiyat eğitimi almış uzman okurun üzerinde anlaştığı, severek okuduğu, düşündüğü, tartıştığı, hayatının önemli geçişlerinde birdenbire hatırlayıverdiği şiirler, romanlar, öyküler, diyebilir miyim?

 Don Kişot’tan aklınızda ne kalıyor, en çok hangi durumlarda neler hatırlıyorsunuz bu eserden?

Dediğim gibi, o kadar çok okudum ki bu kitabı, her durumda hatırladığım bir şey çıkar. Ama Don Kişot’u hep kendisine biçtiği rolle hatırlarım —yeryüzündeki bütün hataları düzeltmeye ahdetmiş, ama ne hatadır, ne değildir, bunun muhasebesini de enine boyuna yapmamış, dur durak bilmez, yüreği doğru yerde olmasa kim bilir yaptıklarından da öte ne sakarlıklar yapabilecek, sevimli bir kahraman olarak.

Yazıldığı dönemde nasıl bir karşılık buldu okurlarında? Aynı karşılığı bugün de gördüğünü söyleyebilir miyiz?

Don Quijote yazıldığı dönemden bugüne dek popülerliğinden hiçbir şey kaybetmedi. Her yazarın, şairin esin kaynağı oldu; kahramanı edebi bir arketip haline geldi. “Donkişotluk” tematoloji seminerlerinin ana konularından birini oluşturdu. Roman kuramıyla uğraşan bütün kuramcıların, Lukacs’dan, Auerbach’tan, Bakhtin’den, Borges’e “örnek” metnini oluşturdu.

Zaman içinde öykü sizin için nereden nereye geldi? Don Kişot’u ilk okuduğunuzda metinde gördüklerinizle, 46 yıl sonra bugün size düşündürdükleri arasında fark var mı?

Evet, var. Başta bana Don Kişot’un ödünsüzlüğü, romantikliği, hayalciliği hitap etmişti. Sanırım böyleydi; kırk altı yıl sonra insanın tepkilerini o gün olduğu gibi hatırlaması zor. Giderek bu romanın nasıl olup da bütün romanların temel öğelerinden biri olabildiğini araştırmak üzere bu “naive” sempatiden vazgeçme sürecine girdim; yani akademik bir uğraşa dönüştürmeye çalıştım bu ilgiyi. Şimdilerde beni en çok düşündüren Cervantes’in bu romanıyla “söz”ün egemenliği hakkında yaptığı çeşitlemeler. İlk okumalarımda Sanço’yla sohbetleri geveze bulur ve sıkılırken, şimdi bambaşka bir anlayışla okuyorum.

Sancho Panza nasıl biri, bu anlatıya Don Kişot’un arkadaşı olarak sızmasını neye borçluyuz, bize ne demeye çalışıyor Sancho?

Sanço ve Don Kişot ikilisi, edebiyatın en temel efendi-uşak arketiplerinden biri olarak, öyküye dinamizm katar. Eğer Don Kişot serüvenlerine tek başına devam etseydi, yanında onu her an gözleyen, ona kimi zaman hayranlık duyan, kimi zaman şaşıran, ama her zaman (daha doğrusu hemen hemen her zaman) onu gerçek dünyaya davet eden bir yoldaşı, yani Sanço Panza’sı olmasaydı, bu anlatı yaşamın ironilerini, çelişkilerini, uyuşmazlıklarını, iletişimin güç, hatta bazen olanaksız olduğu durumları yansıtamazdı. Ayrıca yaşamın temel diyalektiğini de sergileyemezdi: Don Kişot eskiyi, idealizmi, mutlak bilgiyi sorgulamadan kabul etmeyi temsil ederken, Sanço yeniyi, pragmatizmi, deneyimin üstünlüğünü temsil eder. Bu karşıtlıktan kitabı oluşturan eğlenceli öyküler doğar, doğru, ama bir yandan da hâlâ yanıtını aradığımız felsefi, varoluşsal sorular çıkar.

Cervantes’in düşman olarak “değirmen” figürünü seçmiş olması ne anlama geliyor? Neden birini, bir kralı, bir canavarı, devi ya da Tanrı’yı değil de değirmeni seçmiştir Cervantes Don Kişot’un karşısına çıkarmak için? Don Kişot’un belli ki kendini aldatan bir gözü var, peki bu aldanışa neden ihtiyacı var?

Yel değirmenleri Don Kişot’un savaştığı yalnızca bir düşman. Don Kişot düşman krallarla, haydutlarla, düşman ordusu diye nitelediği koyun sürüleriyle, haksızlık yaptığına inandığı egemenlerle de savaşır. Yel değirmenleriyle savaşı sanırım kitabın ilk öyküsü olduğu için en bilineni olmuştur. Zaten birçok kişi Cervantes’in yapıtının maalesef kısaltılmış versiyonlarını okur; antolojilerde ise en çok alıntılanan bu yel değirmenleriyle savaştır. Oysa aynı savaş, öğeleri ve kişileri değişerek, kitap boyunca tekrarlanır.

Don Kişot gördüğü gerçeklere inanmak yerine, bu gerçekleri yok sayarak bir kaçış dünyası yaratmayı amaçlayan kötü edebiyatın, yani şövalye romanlarının kurbanıdır. Öykü ilerledikçe bu tek boyutlu kişiliği çevresini saran söylemlerle çeşitlenir, gelişir. Başlangıçta basit bir hiciv olarak düşünüldüğünü anladığımız bu kitap da, neredeyse mucizevi bir şekilde, farklı bir derinliğe evrilir. Don Kişot karakteri de bu sayede edebiyatta en çok diriltilen edebi arketiplerin başında gelir.

Bu 46 yılı Don Kişot’la geçirmek sizin hayatınıza ne kattı?

Bu süreçte bu roman elbette diğer sevdiğim romanlar gibi hayatıma renk ve düşünce kattı ama bir saplantı haline geldiğini söyleyemem. Kırk altı yıl çabucak geçen ama uzun bir zaman. Bu zaman içinde yaşamıma katkısı olanlar gene de, kitaplardan çok, insanlar oldu.

Bir metin olarak Don Kişot’a hangi soruları sordunuz bugüne kadar? Bu sorulara ne tür cevaplar aldınız?

“‘Donkişotluk’ nedir, iyi bir şey midir, kötü bir şey midir” sorusunu sordum; yanıtını bulamadım. Bunun ötesinde elbette kuramsal alanda yazan pek çok edebiyat kuramcısıyla akademik soruları paylaştım. Kimisinin fikirlerini benimsedim; kimisininkini hiç benimsemedim. Nabokov’un okumasını örneğin hiç benimsemedim. Onun Cervantes’i kıskandığını düşündüm.

Cervantes’in Don Kişot gibi (her işte başarısız olan, hayalleri asla gerçekleşmeyen) bir karakter yaratma amacı neydi? Kahramanlardan elini attıkları her şeyin üstesinden gelmelerini bekleriz. Don Kişot böyle değil. Buna rağmen hâlâ bir kahraman mı? Eğer öyleyse neden?

Evet, hâlâ bir kahraman; çünkü anti-kahramanlar hayat hakkında bize kahramanlardan çok daha fazla şey öğretirler.

O zaman Don Kişot’tan ne öğreniyoruz? Başımızdan büyük işlere kalkışmamayı mı, yoksa aksini mi, işler başımızdan büyük olsa bile kalkışmak gerektiğini mi? Karşımıza çıkan işlerle gücümüz kuvvetimiz arasındaki orantıyı nasıl hesaplamamız gerektiğini mi yoksa? Ya da belki ne kendi gücümüzü ne de işlerin büyüklüğünü abartmamak gerektiğini mi?

Amerikalıların pek beğendiği bir dua vardır: Kabaca, “Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirme cesaretini, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenme sükûnetini ve ikisinin arasındaki farkı ayır edebilme bilgeliğini ver,” diye çevirebileceğim bir dua. Don Kişot karakterinde, kitap boyunca bu bilgelik yoktur. Ama onu ilginç kılan da zaten bu bilgeliğin olmamasıdır. Kitabın sonunda bu bilgeliğe kavuşur ve bu birçok okurunu mutsuz eder; çünkü donkişotluk büyüsü bozulur. Büyülere, büyücülere inanan bu adam, sonunda, bizi büyülemiştir çünkü. Bu kitaptan çıkarılacak bir ders olduğunu sanmıyorum. Kendimizi, sevabıyla, günahıyla donkişotluğun büyüsüne bırakmamızın keyfine inanıyorum.

Raskolnikov’u, Oblomov’u, Samsa’yı herkes tanımaz ama Don Kişot’u neredeyse bütün insanlar bilir, yel değirmeni dediğiniz anda çoğu insanda Don Kişot çağrışımı yapar. Cervantes bunu nasıl başardı?

Edebi bir arketip yaratarak başardı. Don Juan gibi. Hamlet gibi.

Edebi olarak da kuram olarak da Don Kişot’tan daha iyisini yazmak zor değil mi?

Herhalde değil. Bu konuyu, bir yapıt başka bir yapıtı geçebilir, ya da geçemez diye formüle etmemek gerek. Onunla yarışabilecek düzeyi tutturabiliyor mu, tutturamıyor mu, diye düşünmek gerek. Bu düzey bir kez tutturulduktan sonra başyapıtların yarışı (insanlar okudukça), bitmeden sürer diye düşünenlerdenim.

Sizce Don Kişot’un şu içinden geçtiğimiz döneme mirası nedir?

Don Kişot karakterinin, bu kitaba ne kadar hayranlık duyarsak duyalım, göz ardı edemeyeceğimiz olumsuz bir yönü var. Bu da zaman zaman (yalnız HER zaman değil) gerçeklikten TÜMÜYLE koparak, sözcüklerden yapılı bir dünya kurması, bu dünyanın kendisine düşman büyücülerle dolu olduğuna inanması, her yenilgisini, yel değirmenleri dahil, bu büyücülerin kendisine düşmanlığıyla açıklaması ve –eğer yanında gerçekleri anımsatan bir Sanço Panza olmasa– Don Kişot’un, gerçekdışı belagatiyle, çevresini de bu anlamda “donkişotlaştırma” kapasitesine sahip olması. Tarihsel okumalara ağırlık veren Cervantes uzmanları, Don Kişot’un bu şizofrenik yönünü, Cervantes’in II. Philip’in Kutsal Roma İmparatorluğu’nu canlandırma hayallerine yönelttiği bir eleştiri olarak okur. Daha önce de söylediğim gibi, sözün egemenliğinin, gerçeklikten kopma derecesi arttıkça, çok tehlikeli boyutlara varabileceği, Cervantes’in ölümsüz karakterini yaratırken okuruna iletmek istediği bir uyarıdır.

Onu bugünün gençlerine, öğrencilerinize anlatırken hangi sözcüklerle tarif ediyorsunuz?

Tarif etmiyorum. Kitabın yakın okumasını yaparken, her aşamada, sınıfça Don Kişot’u tarif eden sıfatlara, ve donkişotluğu tarif eden durumlara eklemeler yapıyoruz. Roman bitince elimizde oldukça ayrıntılı bir betimleme oluşuyor.

Don Kişot’un en sevdiğiniz özelliğini ve en çok aklınızda kalan cümlesini söyler misiniz?

Don Kişot’un en sevdiğim özelliği, saflıkla bilgeliği eğlenceli bir biçimde kendinde barındırması. Aklımda kalan o kadar çok cümlesi var ki. Bunlar hayatımın değişik dönemlerinde öne çıkarlar. Bu dönemde onun Arkadya’yı, yani insanlığın Altın Çağı’nı anlatırken kurduğu şu cümleyi hatırlıyorum sık sık: “[Altın Çağ’da] Adalet kendi amaçlarını güder, şimdi olduğu gibi çıkar ve iltimas amacıyla bulandırılmaya, lekelenmeye, hırpalanmaya cesaret edilemezdi.”*

Jale Parla kimdir:

1945’te İstanbul’da doğdu. 1964’te Arnavutköy Amerikan Koleji’ni, 1968’de Robert Kolej’in Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nü bitirdi. 1978’de Harvard Üniversitesi’nden anadalı İngiliz Edebiyatı, yandalları Fransız ve Alman Edebiyatları olmak üzere Karşılaştırmalı Edebiyat doktorası aldı. 1976-2000 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. Halen Bilgi Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmakta olan Parla’nın Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik (1985), Babalar ve Oğullar – Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri (1990), Don Kişot’tan Bugüne Roman (2000), Kadınlar Dile Düşünce (Sibel Irzık ile beraber, 2004), Balkan Literatures in the Era of Nationalism (Murat Belge ile beraber, 2008), Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım (2011) adlı kitapları yayımlanmıştır.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 34.sayısında yayınlanmıştır.