Barış Saydam

Uzayda geçen bilimkurgu filmlerinde genelde “uzayın fethi” klişesi hâkimdir. Bu tür filmlerde insanoğlunun ilerleyişi ve teknoloji tabanlı kurulan görkemli medeniyetin gücü tüm haşmetiyle sergilenir. Esas mesele insanoğlunun doğaya hükmettiği gibi uzaya da hükmetmesi, uzayın gizemlerini çözmesi ve orayı da bir egemenlik alanı haline dönüştürmesidir. Rasyonel aklın gücünün sınırsızlığı, gizem ve mistizme her zaman galip gelir. Oysa Alfonso Cuaron’un Yerçekimi (Gravity) filmi bilimkurgu türünün mevcut trüklerinden olabildiğince uzak durmaya gayret ediyor.

Sıradan bir uzay görevi sırasında işleri ters giden iki ana karakterin çaresizliğini merkezine alan yönetmen, bizleri uzayın derinliklerinde uzun ve gerilimli bir yolculuğa çıkarıyor. Ryan Stone ve Matt Kowalski’nin rutin görevlerinde bir sorun çıkınca, birdenbire uzay gemisinin ve mürettebatın hayatı da geri dönüşü olmayan bir döngünün içine giriyor. Uzayda gerçekleşen ufacık bir kıvılcım insanoğlunun yüzyıllar süren ilerlemesinin bir sonucu olan teknolojisinin yok olup gitmesine neden oluyor.

Yönetmen, uzayda gerçekleşen dönüşümü anlatırken 1970’lerin sonunda NASA’da çalışan Donald J. Kessler’den ismini alan Kessler sendromunu kullanıyor. Teoriye göre, uzayda birbiriyle çarpıştığında bir tür zincirleme reaksiyon yaratmaya yetecek kadar çok obje bulunuyor ve reaksiyon bir kez başladıktan sonra önüne geçilemiyor. Filmde gördüğümüz gibi ilk çarpışmanın etkisiyle ortaya yeni parçalar çıkıyor ve bu parçalar yeni çarpışmalara neden oluyor. Onlar da yeni çarpışmalara… Bu şekilde bir kıvılcımla başlayan olaylar zinciri aslında önlemez bir döngüyü başlatıyor. Böylesi bir döngü içine sıkışan iki karakterin içine düştüğü durumdan çıkmak için gösterdikleri çabayı konu alan yapım, teknik üstünlüğünün yanı sıra karakter derinliği ile de öne çıkıyor.

Özellikle doktor Stone’un film boyunca yaşadığı dönüşüm ana akım bir sinema filminde görmeye alışık olmadığımız derecede başarılı aktarılıyor. Her şeyden uzakta, uçsuz bucaksız uzayın derinliklerinde görev yapan Stone, kızını kaybetmenin acısıyla yüzleşemediği için bu görevi kabul ediyor. Bir anlamda uzayda her şeyden ve herkesten kendisini tecrit edebildiği için oraya gidiyor. Ancak tam da bu kimsesizlik hali Stone’un dönüşümünde belirleyici unsur haline geliyor. Uzayın karanlık ve izole ortamında birbirlerinden başka kimsesi olmayan Stone ve Kowalski, birbirlerine tutunurken aynı zamanda kendi derinliklerinde yüzleşemedikleri korkularıyla da yüzleşmek zorunda kalıyor. Stone’un kızının kaybıyla yüzleşme ve yeniden hayata tutunma çabasını, Cuaron bir çeşit “yeniden doğum” şeklinde betimliyor. Ana rahmine benzer küçük ve dar bir kapsülün içinde cenin pozisyonunda seyahat eden Stone, filmin sonlarına doğru dönüşümünü tamamlayarak yeniden dünyaya geliyor.

Cuaron film boyunca metaforik bir anlatımla karakterlerin değişim/dönüşümlerini sinemasal olarak da kodlamayı ihmal etmiyor. Yeryüzünde karakterlerin karşılaştıkları zorluklar uzayda üzerlerine doğru gelen parçalar olarak karşılık buluyor. Yeryüzünde sorunlarından kaçan astronotlar uzayda bunlardan kaçamıyor ve bunlarla yüzleşmek zorunda kalıyor. Uzun planlarla uzayın derinliğini, karanlık ve korkutucu tarafını gösteren yönetmen, uzayı bir fetih alanından çıkararak, her türlü rasyonel etkinin karşısında çözüldüğü büyük bir kara delik olarak resmediyor.

Uzayı fon olarak kullanan fantastik aksiyon filmlerini sevenler için Yerçekimi kuşkusuz çok fazla bir şey vaat etmiyor. Basit hikâyesi ve gerekli olmadıkça aksiyona izin vermeyen ölçülü rejisiyle neredeyse Discovery Channel belgeseli izliyormuş hissiyatı uyandırıyor. Bu açıdan klasik ve klişe bir tür filmi olmaktansa, kılı kırk yaran bir titizlikle gerçek hayattan bir kesit tadı veriyor.

babilcomdanalabilirsiniz
Yönetmen: Alfonso Cuarón
Senaryo: Alfonso Cuarón, Jonás Cuarón
Yapım yılı: 2013, ABD, Birleşik Krallık