İdris Çakmak

Orhan Pamuk ile Tanpınar arası bir vagondan seslenen bir art ses gibi geliyor sahiplenilmiş (possessed/ecinniler) İstanbul’a bu ağıt. Cinlerini başından atamayışından her şey, yani requiem ile muzdarip; bir rüya için ve onun içinden, bozgundan çok sonra. Pamuk’un yayvan ve mekanik Türkçesinin üzerinden atlayıp Tanpınar’ın oluk oluk kalkışan çavlanına doğru ilerleyen ama ulaşamayan bir nehir güzergâhı (riverrun) izliyor Cinlerin İstanbul’u.


Cinlerin İstanbulu
Enis Batur
Remzi Kitabevi

Her Enis Batur kitabı gibi paramparça başlıyor ve bitiyor, bütünden yoksunluk kendine ait bir üslup kaygısına dönüşmüş, çatısı farklı zamanlarda çatılmış, modern sonrasının karmaşık çatkısını bünyesine sokan bir alaşım. Kapta duruyor ve bir bütüne varıyor mu; cevap evet değil. Tanpınar değil, Orhan Pamuk değil, belki biraz Koçu bozması. İstanbul’u konuşturmasıyla bir şairin sesi, ama Yahya Kemal’den çok ayrık, kuşağının kompozesine özenen kopuk kopukluk Berk gibi, Edgü gibi, Karasu gibi. Şehrin kendisini mesken tuttuğu bir cin ruhuna ev sahipliği yapan şişe gibi.

İstanbul ses aynı zamanda, arşivi çıkarılması lazım gelen “ses ve öfke”; çünkü bütün sesleri yutan bir dev anası şehir, ifritlerin kol gezdiği bu meydan patırtısız düşünülemez. Bir “ses ve öfke yumağı” oluşturmam, bunamama delalet etmez diyor İstanbul dile gelip. “Fantom ağrı”larıyla içinden tüm cerahati akmaya devam ediyor “şahken şahbaza dönen”, “belleği zehir” gibi taşan bu “çoksesli şehir”in.

Walter Benjamin Paris’i nasıl kurduysa Batur da içinde duran “amansız fotoğraf okuru”nu sularcasına, bir görsel arşive dönüşecek İstanbul okuması öneriyor fotoğraflar üzerinden. İstanbul fotoğrafçılarının doğuşunu ve hazinelerini yutan büyük yangını anımsamadan geçemiyoruz. Fotoğraf okuma faslında, eski fantezilerinden İstanbul’un pencerelerinin sayısını çıkarmayı günyüzüne salıyor yazar; çünkü bu şehrin sakinleri şehre pencerelerden bakarlar. Her bakış’ın kendine ait bir fotoğrafı ve okuması vardır, her bakış kadar İstanbul vardır.

İstanbul’un kendini salıvermeyi başardığı yer, haremlik-selamlık bir imparatorluğun ortasına “derin bir yırtmaç gibi giren” Beyoğlu biraz da Zaman’dır. Adalardan birini satın alan, ardından da Mısır hidivine satan İngiliz sefirini çam bitleriyle beraber görürüz Adalar faslında. Başlıkla en uyuşumlu bölüm olacakken başka bir çatının direği olduğundan Rum Yetimhanesi’nin hayaleti kitabın arasına sıkışıvermiş gibi iğreti duruyor cinlerin arasında.

Orhan Pamuk’la karşılaşmadım yıllarca diyor, yavuz bir dostluk aralarından akıp giden, birbirine kavuşamayan paralel ırmaklardan, birinden bal birinden süt, belki öbüründen de kan akan, yüksünmez bir anlatıyla Masumiyet Müzesi’ne dokunuş. Dünya edebiyatında belki de bir ilktir diyor Batur, romanla müzenin içiçeliğini vurgulama sadedinde. Masumiyet Müzesi roman olarak tercüme edilebilir ama müze olarak çevrilemez ona göre. Bu yüzden, Pamuk’u kıskanmıyor ama imreniyor ona. Bir şehrin sözcüsü olan eşyanın, aynı zamanda, tıpkı Auswitch’teki gibi, ölüm atmosferi de içerebileceğini vurgulamadan geçmiyor. Pamuk’un iş’ini kendi özel ansiklopedisi ve annesinin kıtlıkla birleşen sakınıcı toplayıcılığıyla birleştiriyor durup dururken.

İstanbul’a Yahya Kemal ve Tanpınar gibi bakmadığını söylerken, artık bir şehir değil birkaç şehre dönüşen bu garip yığını, “Bu İstanbul”u, onlar kadar şehri içerden ve derinden yazan, yani “kökünden tutan,” başkasının çıkmadığını da teslim ediyor cinlerin yazarı. Artık “Şu İstanbul” zamanındayızdır, o da yazarını gözlemektedir. 

Arka Kapak dergisi 8. sayı