A. Ali Ural

Bir büyütecin altına dünyanın sığdığı zamanlardı. Biraz büyüttüğünde her şeyin görülebildiği zamanlar.  Toplum adına bir dedektifin eline büyüteç vermek yetiyordu kanıtların ortaya çıkması için. Katil ne kadar saklanırsa saklansın sonunda yakayı ele veriyor, sosyal düzenin oynayan taşları bir bir yerlerine konuyordu. Todorov’a göre iki hikâye barındırıyordu muamma romanları: Suçun hikâyesi ve soruşturmanın hikâyesi. Fakat dengesi bozuk bir teraziydi bu. Zira dedektifin en küçük riski yoktu hikâyede. Bir tehlikeye maruz kalmaz, yanılmaz ve sorgulanmazdı. Bu ise hikâyeyi kurgusal açıdan riske sokuyor, dedektifi olmasa da inandırıcılığı yaralıyordu. Polisiye roman yazarlarından George Burton’ın ironik ifadesiyle, bütün polisiye romanlar iki cinayet üzerine kuruluydu: İlk cinayet katil tarafından işlenir, bu da ikinci bir cinayete zemin hazırlardı. Burton’a göre artık katil, kaçılması imkânsız bir otoritenin kurbanı olacaktı.

Hayatı yeterince konforlu ve berrak olan insan, önce suyu bulandırıp sonra durultarak sıkıcı günlerine heyecan katabilir, korkuyu steril bir hâle getirerek ondan haz almanın yolunu bulabilirdi pekâlâ. “Düzen içinde boğulanlar” için önce nefeslerini tutup sonra yeniden su yüzüne çıkacakları bir suni teneffüs kanalına ihtiyaç vardı. “Ana Britannica”ya göre sadece İngiltere ve Amerika’da 1841’den (Morgue Sokağı Cinayeti’nin ilk yayını) yaklaşık 1920’ye kadar 1300 polisiye romanı yazıldı. Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes’un eline verdi büyüteci, Agatha Christie Hercule Poirot ve Miss Marple’ın. Suç delillerini ne kadar gizlerse gizlesin, suçlular bu büyüteçlerin altında bir süre kıvrandırıldıktan sonra adalete teslim ediliyor, okur derin bir nefes aldıktan sonra yeni bir cinayet romanına başlıyordu. Doğrusu her taşın altında bir katil vardı.

Ve her taşın altında bir hazine, Tutankamon’un mezarını keşfeden (1921-1922) Howard Carter’a soracak olursak. Onun ve Arabistanlı Lawrence’in maceraları pek çok Batılı entelektüel gibi Agatha’yı da etkilemişti. O günlerde zengin Avrupalılar, evlerini ve kişisel müzelerini Eski Mısır’ın esrarengiz eserleriyle donatmak için yanıp tutuşuyorlardı. Mısır’a hücum başlamıştı. Kahire çevresindeki kazı alanları, içlerinde Lord Carnarvon’un da bulunduğu sarışın adamlar ve kadınların istilasına uğradı. El fenerleri keşiflerinin sembolü olarak medeniyet müzesinde sergilenebilirdi pekâlâ. Hayır çalmıyorlardı, “gizli sahibiydiler” insanlığın temsilcisi olarak ülkelerine taşıdıkları hazinelerin. Nil’de Ölüm (Death on the Nile) kitabını yazmadan önce Nil’de hayatı denemeliydi o halde Agatha.

1922’de “İmparatorluğu Keşif Yolculuğu”yla dünyaya açıldı Agatha Christie. Irak’tan Suriye’ye, Güney Afrika’dan Yeni Zelenda’ya, Mısır’dan Hindistan’a Balkanlardan Avustralya’ya uçsuz bucaksız bir koloniyal alan bekliyordu onu.

Binbaşı Belcher’in davetlisi olarak katılmıştı bu yolculuğa eşi Archie’yle. Böyle bir geziyi kişisel imkânlarıyla karşılamaları mümkün olmadığından Belcher’in kaprislerine katlanmakta zorlanmadılar. O yıllarda Christie, Binbaşı Belcher’dan esinlenerek Kahverengi Elbiseli Adam’daki (The Man in the Brown Suit) Sir Eustace Pedlar karakterini yarattı.  Fakat bir hikâyesinde Belcher’i kurban olarak göstermek istediğinde ret cevabı aldı ondan. Belcher -belki de kurban olmayı realiteyle bağdaştıramadığından- katil olarak yer almayı tercih etmişti öyküde.

“Suriye’de bir kış sabahıydı. Saat beşe gelmişti. Toros Ekspresi Halep İstasyonu’nda peronda bekliyordu… Burası Halep olmalı. Ama görülecek bir şey yok. Sadece uzun, iyi aydınlatılmış bir peron, diye düşündü. Penceresinin hemen aşağısında iki adam Fransızca konuşuyorlardı… Yok, mösyö. Sadece iki yolcum daha var. İkisi de İngiliz. Biri Hindistan’dan bir albay, diğeri ise Bağdat’tan genç bir İngiliz leydisi… O gece on bir buçukta tren Konya’ya ulaştı. İki İngiliz yolcu trenden inerek karlı peronda bir aşağı bir yukarı dolaştı… Haydarpaşa’ya sadece beş dakika geç vardı. Deniz dalgalıydı… Şark Ekspresi kaçta kalkıyor? Saat dokuzda mösyö… Peki efendim nereye kadar gideceksiniz? Londra’ya…”

İlk seferini 4 Ekim 1883’te yapmıştı Şark Ekspresi. Paris’ten kalkan ve yolcuları arasında Tolstoy ve Hemingway gibi yazarlar, Lawrence ve Mata Hari gibi casuslar olan efsanevi tren, Bükreş’e, oradan aktarmayla Bulgaristan’a, oradan da gemiyle İstanbul’a ulaşıyordu. Aktarmasız seferler ancak 1889’da yapılabilmiş, hayal şehir İstanbul, nihayet son durağı olmuştu trenin. Pera Palas’ın ağırladığı zengin yolcular arasında gün gelecek cinayet romanlarının kraliçesi de yerini alacaktı. Şark Ekspresi’ndeki yolculuğu yalnız çıktığı ilk yurt dışı gezisiydi Agatha Christie’nin. Arkeolog Sir Max Mallowan’la bu yolculukta tanışarak ikinci evliliğini yapmış, “Bir kadın, arkeolog bir kocadan iyisine sahip olamaz. Ne kadar yaşlanırsan o kadar kıymetli olursun,” sözleriyle gülümsetmişti yakın çevresini. Doğrusu kendisinden on dört yaş küçük olan Mallowan’a iltifatının perde gerisinde, kendisini aldatan ilk eşinin kötü hatırası vardı.

Agatha Christie, Ortadoğu uzmanı Mallowan’a uzun yıllar asistanlık yapmış, usta bir fotoğrafçı olarak tarihi eserleri eczalı kâğıtlara ve kataloglara geçirmişti. Ancak bu iş onu kurgu dünyasından alıkoymadığı gibi gezdiği bölgeler ve katıldığı kazılardan aldığı ilhamla romanlarını yazmış, Irak Nimrud’da arkeolojik kazı yapan kocasına yardım ederken, kitaplarını yazdığı eve Arapça’da “Agatha’nın Evi” anlamına gelen “Beit/Beyt Agatha” adını vermişti. Briç Masasında Cinayet’te (Cards on the Table) kurbanının adını “Shaitana/Şeytan” koymuş, Cinayet İlanı (A Murder is Announced) romanında papazın kedisine Tiglath Pileser adını takmıştı. Bu Nimrud’daki kazıda eşi tarafından ortaya çıkarılan Suriyeli savaşçı kralın adıydı. Aslanı kedi yaparak genlerine sadık kaldığını gösteriyordu Christie.

Cinayet romanlarının kraliçesi evine yalnız kitaplarıyla dönmedi elbette. Keşif tamamlandığında pek çok tarihi eser ve hazine de İngiltere’ye aktarılmış oluyordu. Marmelatlı puding ve hamam böceklerinden nefret eden yazar için bu durumun tiksinecek bir yanı yoktu elbette. Nimrud’da ortaya çıkarılan eserlerin bir bölümünün bizzat Christie tarafından onarılarak Londra’daki İngiltere Müzesi’nde yerini alması her türlü övgüye layıktı ne de olsa. “Agatha Christie ve Arkeoloji” 2001 yılında İngiltere Müzesi’nde düzenlenen özel bir sergiyle halka açıldı. Max Mallowan ile yaptığı gezilerde çektiği çok sayıda fotoğraf ve amatör filmin de yer aldığı sergi başka ülkelere de taşındı sonra. Christie’nin kızı Rosalind annesi gibi Max Mallowan’a arkeolojik kazılarda eşlik etmiş, Suriye’de Max’in bulduğu eserlerin eskizlerini çizmişti.

Şark’ın neresine gitse Corona marka daktilosunu da taşıdı oraya Christie. Şark Ekspresi Cinayeti’nin unutulmaz yazarı için Şark bitmez tükenmez bir kaynaktı bütün eserlerine gölgesini düşüren. 1908’de yazdığı ve hiçbir zaman basılmayan ilk romanı Çöldeki Kar’dan (Snow upon the Desert) 1951 yılında yazdığı ve Amerika’da satış rekorları kıran Bağdat’a Geldiler’e (They Came to Baghdad) kadar onlarca romanının asıl kahramanı “Şark”tı. Kurbanını dedektiflerine hiçbir zaman açıklattırmayacağı Şark…

Onun Şark Ekspresi’nde yolculuk yapan dedektifi Hercule Poirot ise başka şeylerin peşindeydi. “Üzerinde H. markası olan mendil kimindi? Pipo temizleyicisini Albay Arbuthnot mu düşürmüştü? Yoksa bir başkası mı? Kırmızı kimonoyu kim giymişti? Kondüktör kılığına giren kadın ya da erkek kimdi? Saat neden 1.15’i gösteriyordu? Cinayet o sırada mı işlenmişti? Yoksa daha önce mi işlenmişti? Ya da daha mı geç işlenmişti? Ratchett’i birden fazla kişinin bıçakladığından emin olabilir miydik?” Agatha Christie’nin efsanevi eserinde on iki zanlı çıkarılıyordu okurun karşısına. Kitap on iki bölümden oluşuyor, on iki ayrı soruşturma yer alıyordu içeriğinde. İngiliz hukukundaki on iki jüriye atıf yapıyordu belli ki Christie. Kâh on iki masum havariden oluşuyordu bu esrarengiz topluluk kâh on iki olağan şüpheliden.

Şark Ekspresi’ndeki katili öldüren katili arıyordu Hercule Poirot. Bulduğunda ödüllendirecekmiş gibi bir hâli vardı suçluyu. Bulmuş da okurlardan gizler gibi bir hâli vardı neredeyse. Belki de zihinleri başka yönlere sevk ediyordu bilerek. Tıpkı Roger Ackroyd Cinayeti (The Murder of Roger Ackroyd) romanındaki gibi.  Eleştirmenler kendilerini yanlış tarafa yönlendiren Hercule Poirot’ın yaratıcısı Christie’yi adil olmadığı gerekçesiyle suçlamış, edebiyat tarihi yanlış algı oluşturduğu gerekçesiyle ilk defa bir kurguyu sanık sandalyesine oturtmuşlardı.

Kimi işaret etse Christie, “Katil!” diye çığlık atmaya hazırdık. Fakat dedektif parmağını kime uzatsa şüpheli parçalara ayrılıyor, her parçasından yeni bir şüpheli doğuyordu.  On iki yolcu, arkasında on iki şüpheli gölgeyi sürüklerken anladık ki bu saygın karakterlerden hiçbiri elini kana bulayamaz. Halbuki bütün katiller aynı trende yolculuk yapıyorlardı. Katiller treniydi Şark Ekspresi ve biz hâlâ kırmızı kimonoyu giyen yolcuyu arıyorduk. 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 23.sayısında yayınlanmıştır.