Röportaj: Adil İzci

Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanan ve Koleksiyon editörlüğünü Semih Gümüş’ün yaptığı 2010 Memet Fuat Yayıncılık Ödülü’yle taçlanan Köprü Kitaplar dizisinin 20. kitabı, edebiyatımızın her yaştan okura seslenebilen şair ve yazarlarından Çiğdem Sezer’in Hayat Pastanesi oldu. Gençlerin meslek seçme kaygısını ve ilk yürek kıpırtılarını geçmişin sırlarıyla harmanlayan yazar, pasta kokularına bulanmış bir hikâye anlatıyor. Kendisiyle Hayat Pastanesi kitabını, çocukluğumuzu ve mahallede yitirdiklerimizi konuştuk.

Romanda, mekân olarak neden bir mahalleyi yeğlediniz?

Teknoloji bize olanaklar sunduğu gibi, yaşam biçimimizde de önemli değişiklikler yapıyor. Elbette ki değişim kaçınılmazdır. Binlerce yıldır neler neler değişmedi ki insanın dünyada olma hâli konusunda! Gelecek kuşaklar belki mahalle kültürünü hiç deneyimleyemeyecek. Yaşantıları, hiç değilse yazı yoluyla aktarabilmek… Bunları siz sorunca düşündüm aslında. Ben, anlatmak istediğim bir hikâyeyi, içimden geldiği gibi anlattım. Romanın kahramanı Ozan’ın yerine geçtim yazma sürecinde. Onunla yaşadım ve ortaya böyle bir “mahalle” çıktı.

Neden Ozan ve ailesi, İlkay ve babası Rasim Usta ile yetinmediniz? Dedelerin, özellikle Barut Dede’nin, mahalleden kimi insanların, ta Direksiyon Kemal’e kadar, romanda gözle görülür birer yer bulmasının nedenlerini kısaca söyleyebilir misiniz?

İnsan, başka insanlarla, şeylerle ilişkisi içinde kendi olmaz mı? Mahalleyi mahalle yapan, bu karmaşık ilişkiler yumağı değil mi biraz da? Roman içinde, Ozan’ın ağzından, mahallenin olumsuzluklarına da değinilir yer yer. İnsanların birbirlerinin hayatlarına müdahaleleri vb. sıkıntılı durumlar da söz konusu olur. Hep olduğu gibi iyi ve kötü iç içedir burada da. Dedeler, hayatın ve zamanın göründüğü kadar olmadığını, derinlik boyutunu anımsatmak için varlar; ki günümüzde belki de eksikliğini en çok duyumsadığımız şeydir bu. Çoğunluk, çizgisel boyutta algılıyoruz zamanı. Bu da beraberinde doyumsuzluğu ve tüketim çılgınlığını getiriyor. Oysa kısacık bir an derinleşebilmek, o “satın alma” güdüsünün ne kadar da temelsiz olduğunu hissettirebiliyor bize. Yaralı bir ağaç, şiir okuyan bir meczup, eski eşyayı onaran bir dede… Rastlantısal bir meslek seçimi değildi bu; bir gencin yaşam telaşını, okul ve gelecek tercihini, ilk aşkını aktarırken hatıraların, yaşanmışlıkların bize kattıklarını anımsatmak istedim bir yandan da.

Ozan, Tuna’yı ayrı tutarsak, dedesi ve özellikle Barut Dede ile neden bu kadar iyi anlaşıyor? Hele Barut Dede’nin deneyim birikiminin bu anlaşmada, hatta yakın dostlukta bir payı var mı?

Gençlerin aile içi çatışmalarda içine düştükleri durumu aktarabilmek için bir yol bulmalıydım. Hem o çatışmayı verecek hem de okuma zevkini bileyecek… Bu durumda iyi bir dede-torun ilişkisinden daha güzel bir yol olamazdı. Kahramanımız erkek olmasaydı ne olurdu? O zaman başka bir anlatım biçimi girerdi devreye kuşkusuz. Ama başta dediğim gibi, bütün bunları teknik anlamda planlamadım; içimden geldiği gibi yazdım.

Cenaze töreninden dönüşte, Barut Dede, Ozan’a şöyle der: “Sen dedeni kaybettin, ben hayatımın kalanını.” Öz dedenin ölümüdür belki onları bu kadar yakınlaştıran. Çok sevdiğimiz birini yitirdiğimizde, yaşarken onun dostu olan insanların kalbimizdeki yeri genişler. Barut Dede de Ozan için böyledir. Yaşam deneyiminin çokluğu önemli elbette ama daha da önemlisi, o deneyimlerin öz dede ile olan ortaklığı.

Hayatın güzelliği (büyüsü, tadı da diyebiliriz elbet), biraz da gizlerle mi artıyor? Nitekim biz okurlar da epeyce bir sırrın çözümüne tanık ola ola romanın sonuna geliyoruz. Ne dersiniz?

İnsan, ne kadar açık olursa olsun, bazen kendinden bile saklar bazı şeyleri… Derinlerde bir yerde bastırılmış, saklanmış bir şeyler… Aslında insanın içine içine bakınca hissedilir bu hikâyeler ama yazık ki bu çağda kimse kimsenin içine bakma zahmetine katlanmıyor. Hatta insan kendi içine bile bakmaktan aciz! Yatılı okullarda, hastanelerde, kapalı kapılar ardında, gecenin karanlığında o kadar çok öykü duydum, gördüm ki… Biliyorum, herkesin esaslı bir hikâyesi var. Ve o hikâyenin içinde saklananlar… İstedim ki genç arkadaşlar bunu azıcık düşünsün. O sırların peşi sıra romanın sonuna gelmişseniz, sıkılmadan, merakla okumuşsunuz demektir ki bu da bir yazar için sevindirici bir durum.


Hayat Pastanesi
Çiğdem Sezer
Günışığı Kitaplığı

Bugünkü hayatlar, geleceğin hayatları da böylesi ilginç kişilikler, böylesi sırlar vaat ediyor mu? Yoksa bitti mi artık bu tür şeyler?

Hiçbir şey bitmedi aslında. İnsan var oldukça da bitmeyecek. Ama örtme, saklama, saklanma “yeteneği” artıyor. Bu durumda da o ilginç kişilikler, sırlar kalın örtüler altında unutulmaya terk ediliyor. Teknolojinin olanaklarını “hastalık” hâline getiriyoruz ve bu hastalık kalbimizi kurum gibi kaplıyor. Her insanın bir hikâyesi varken nasıl bunların yok olmasından bahsedebiliriz ki! Hikâyeler orada; ama onları dinleyip anlatacak, anlayacak kalpler köreliyor giderek.

Ya andığınız onca güzel şarkı? Onlar da giderek zamanın derinliğine mi gömülecek?

Umarım öyle olmaz. Laboratuvarlarda her şey üretiliyor atık. Hayvanlar kopyalanıyor, organlar yapılıyor… Yapılamayan tek şey duygular. Satın alınamayan, teknoloji ile üretilemeyen… Yalnızca kalbimizle duyup bileceğimiz şeyler… Güzel duyu, estetik, edebiyat, kelimeler… Şarkı, şiir… Bizi bize has kılan duygularımız. Onlar güzel sanatlarla besleniyor. En çok da edebiyatla… Sunuş biçimleri doğal olarak değişiyor ama sanatın varlığı sürüyor, sürecek… Bu durumda da şarkı söyleyen birileri hep olacak demektir.

Roman, yer yer şiirsel bir anlatıma bürünüyor. Buna özellikle mi çalıştınız; yoksa “şair(e) tabiatınız”, kendiliğinden mi ortaya çıktı oralarda?

Kendiliğinden gelişti, diyelim. Yaşamınızda şiirin bunca büyük yeri varsa, bunun yazma biçiminize sinmemesi şaşırtıcı olurdu sanırım. “Şiirsel anlatım”, zaman zaman olumsuzlama anlamında kullanılır. Sizin kastınızın bu olmadığını biliyorum elbette ama yeri gelmişken değinmek isterim; okuru süslü laf kalabalığına boğmadan, yer yer imgesel anlatımı devreye soktum; ki konu bunu istiyordu zaten. Bir insanın bir radyoyla, bir hatırayla ilişkisini dümdüz anlatmak pek zevkli olmazdı. Kendim yazmaktan zevk almalıydım öncelikle. Öyle de oldu.

Okurlara (“genç okurlar”la sınırlamak istemedim; her yaştan insanın beğeniyle okuyacağı bir roman olduğunu düşünüyorum) romanı okuma sürecinde ön planda tutmalarını önereceğiniz neler olabilir?

Diledikleri gibi okusunlar isterim. İnancım odur ki hayatın bir yerinde mutlaka akıllarına, kalplerine düşecektir Ozan’ın ve Şehreküstü Mahallesi’nin hikâyesi. Hayat hatırlatır insana. Bazen damakta eriyen çikolata tadıyla, bazen portakallı kurabiye kokusuyla, bazen yüzüne düşen birkaç yağmur damlasıyla. Bazen de deli deyip geçtikleri bir meczubun varlığıyla. Ki kitap çıkalı çok az bir zaman olmasına karşın, birkaç yetişkin okurdan, bu konuda geri dönüşler aldım. İnsanlara, hatıralarını hatırlatmak bile yeterli aslında. Yaşadığımız hız çağında onları geçmişlerine döndürmek, o zamanlardan kalan, unutulmaya terk edilmiş anı parçacıklarını gün yüzüne çıkarmak… Az şey mi bu! Her yaştan okurun beğeniyle okuyabileceği bir roman olduğunu düşünmenize sevindim.

Sorunuzun yanıtını aslında okurun yaş grubu belirleyecek. Genç okurun ön planda tutacakları ile yetişkin okurların ön planda tutacakları farklı olacaktır kuşkusuz. Önemli olan zevkle okumaları. Gerisi kendiliğinden olacaktır zaten. 

Arka Kapak dergisi 18. sayı