Erdi İnci

Hayatta, bizi olduğumuz yere çakılı tutan sebepler vardır: Okumalıyızdır, büyümeliyizdir, ailemize ve ülkemize faydalı bireyler olmalıyızdır, hayallerimizin peşinden koşmalıyızdır, dır da dır… Janne Teller, AĞAÇTAKİ’nde şu huzur kaçırıcı soruyu sordurur Pierre Anthon’a: “Ya bunları istemiyor ama yine de istiyormuş gibi davranıyorsak? Ya bunların bizim için gerçekten bir anlamı yoksa?”

Tam olarak hatırlamadığım, ama sevdiğim bir hikâye vardır: Bir öğrenci, masada bulduğu boş yere oturmak isteyince, zaten oturmaka olan şahıs tarafından, “Sen ne hakla bir öğretim görevlisinin yanına oturursun?” diye azarlanır. Öğrenci sorar, “Peki öğretim görevlisinden sonra neye yükseliyorsunuz?” ve aldığı her cevapta, bu soruyu tekrarlar. Öğretim görevlisi de sıralar ünvanları: Yardımcı doçent, doçent, profesör… ve en sonunda, ordinaryüs profesör olabileceğini söyler. Öğrenci soruyu bir kez daha sorar, hoca düşünür ve “Hiiç,” der. Bunu duyan öğrenci de, “Ben şimdiden bir hiçim, o yüzden oturuyorum,” diye yapıştırır cevabı ve masaya yerleşir.

Yıllar önce duyduğum bu hikâye, ON8’den yeni çıkan “Ağaçtaki” romanıyla bir kez daha hatırlattı kendini. Kitap, 7. sınıfta okuyan Pierre Anthon’un, daha ders yılının ilk günü, her şeyin anlamsız olduğunu ve bu anlamsızlıkta okumanın, herhangi bir şey yapmanın da bir faydası olmayacağını öne sürüp sınıfı terk etmesiyle başlar. Ona göre her şey, yaşamın kendisi de dahil, koskoca bir hiçtir. Hiç! O zaman bu çaba da neyin nesidir?

Pierre Anthon’un sınıf arkadaşları tepkisiz kalmazlar. Anlamın ne olduğunu bulmak ve varlığını Pierre Anthon’a kanıtlamak isterler. Önce, kasabadaki insanlar için anlamlı olan nesneleri toplamaya başlarlar. Ancak, toplanan bu “şey”ler tatmin etmez onları. O zaman dönerler kendilerine ve anlamlı olduğuna gerçekten inandıkları kendi eşyalarından bir koleksiyon yapmaya başlarlar. Sevilen ayakkabılar, oltalar, teleskoplar derken, toplanan her eşyanın “maliyeti” git gide artmaya başlar. Maliyet arttıkça vahşileşirler; vahşileştikçe de, anlam arayışı, önünü alamadıkları bir savaşa döner.

Danimarkalı yazar Janne Teller’ın dünyada çok ses getiren, hatta kendi ülkesinde bir dönem yasaklanıp da ilk başarısına Almanya’da imza atan romanı “Ağaçtaki”, özellikle Avrupa sinemasında sıkça karşılaştığımız bir kurguya sahip. Dogville, Funny Games, Köpek Dişi gibi filmlerde de gördüğümüz “normal” bir önermeyle başlayan hikâye, karakterleri zorladıkça “anormal” bir hâl alır. Bu anormalliğin varlığıdır aslında hikâyeyi çekici kılan. Olay aktıkça, “Nereden çıktı şimdi bu?”, “Neler oluyor yahu?” sorularını fazlasıyla sordurur size. Anormal hâle bürünen gidişatın önü alınamaz, yükselen gerilimin patladığı bir noktaya erişilir ve herkes koltuklarına mıhlanır kalır. “Ağaçtaki” de, benzer bir kurguyla hem karakterlerini hem de biz okurları zorluyor. Zorladıkça, rahatımızı kaçırıyor. Çekici olan da bu zaten.

Romanda, huzursuzluğa eşlik eden bir taşlama ve ironi de yok değil. Örneğin, kendi kendime çok eğlendiğim bir konu da yer bulmuş kendine: Modern sanatın göreceliliği ve “eleştirmen”lerin kaypaklığı. 2011 bienalinde gördüğüm “ters çevrilmiş kese kâğıdı” bende tokat etkisi yaratmıştı. “Göreceli” olduğunu söylemiştim ya modern sanatın ve eserlerinin, işte o eseri gördüğüm zaman da bağırasım gelmişti, “Kral çıplak!” diye. Yapamamıştım tabii. Bu romanda, Janne Teller da benim gibi bağıramasa bile, çıplak kralları sermiş gözlerimizin önüne. Yoksa, dün “kötü”, “saçma”, “alelade” olan bir şey, bugün nasıl “şaheser”e dönüşebilir ki? Görememiş miyiz ilk seferde? Işık mı yetersizdi acaba? “Ne oldu? Ha, ne oldu?” diye sormak istersiniz sanat notlayıcılarına. Ben, elbette, ne kese kâğıdını sergileyen über-yaratıcı insana, ne de bu bienali kaleme alan eleştirmenlere soramamıştım bu soruyu. Ama “Ağaçtaki” sorduruyor.

Bir korkuyu ve haksız bir tepkiyi de dile getirir “Ağaçtaki”. Bizi cezbeden, ama “olmamamız gerektiğini düşündüğümüz” konuma yerleşen kişiye karşı geliştirdiğimiz tepki. Pierre Anthon, sınıfındaki bütün çocukların istediğini yapmış ve sınıftan çıkıp gitmiştir. Hayatın anlamsızlığını da vurmuştur yüzlerine. Herkes de farkındadır bu durumun ya, farkında olmak istemedikleri şey gün yüzüne çıkarıldığı için tepkilidirler yalnızca. Pierre Anthon sırf “gün yüzüne çıkaran” kişi olduğu için bile yeterince tehlikelidir ve derhal susturulmalıdır.

Tehlikelidir, çünkü niçin onun konumunda olamadığımızı da hatırlatır bize Pierre Anthon. Bizi olduğumuz yerde çakılı tutan başka sebepler vardır; okumalıyızdır, büyümeliyizdir, ailemize ve ülkemize faydalı bireyler olmalıyızdır, hayallerimizin peşinden koşmalıyızdır, dır da dır… Şu huzur kaçırıcı soruyu sordurur Pierre Anthon: Ya bunları istemiyor ama yine de istiyormuş gibi davranıyorsak? Ya bunların bizim için gerçekten bir anlamı yoksa? Pierre Anthon ve benzerleri bunun bilincine varmış ve uyanmış da, bizi de uyandıracak diye korkuyorsak? İşte o zaman tehlikeli görünür Pierre Anthon, bizi “baştan çıkarmaya” çalıştığı için. Günahkârdır ve susturamazsak, günahını bize de bulaştıracaktır. Eğer bizi sürdürdüğümüz hayata sabitleyen sebeplere bilerek ve isteyerek bağlı kalıyorsak, o zaman da bizim değerlerimize saygı duymadığı için tehlike teşkil eder Pierre Anthon.

Kısacası, her türlü katli vacip olanlar listesinin başında gelir Pierre Anthon bu dünya için. Zira, onun yaptığını mahallenin delisi yapsa, bir anlığına bozulur, ama “deli” der geçerirz. Ya Pierre Anthon yaptığında? Yakınımızdan, her günümüzden biri? Ona da deli mi deriz? Ya değilse, ne deriz? İşte onu da merak eder dururuz…

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Ağaçtaki – Janne Teller
On8 Kitap