Barış Saydam

Fransız yönetmen Michel Hazanavicius’un sessiz sinema dönemine saygı duruşunda bulunduğu incelikli dramı, hatırlanacağı üzere 2012 yılında Martin Scorsese’nin sessiz sinemanın üstadlarından Georges Melies’e sevgisini sunduğu Hugo filmiyle büyük bir rekabete girmişti. BAFTA, Altın Küre ve Oscar törenlerinde iki film karşı karşıya gelmiş; En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülleri de dahil olmak üzere beş dalda birden Oscar’a uzanan Artist, senenin sonunda ipin ucunu göğüsleyen taraf olmuştu.

Hazanavicius filminde, 1920’lerin sonunda sesli filmlere geçilmesiyle ünlü oyuncu George Valentin’in kariyerinin adım adım dibe vurmasını, bununla birlikte tesadüfen tanıştığı ve destek olduğu Peppy Miller’ın ise yükselişe geçip bir yıldıza dönüşmesini konu alıyor. Özellikle klasik Hollywood sinemasının sık kullandığı bir tema etrafında, sessiz sinemadan sesli sinemaya geçişle birlikte kaybolan incelikleri beyazperdeye taşıyor. Bu açıdan bakıldığında, geçtiği dönemin arka planını çok daha canlı ve gerçekçi bir şekilde betimleyen yapım, Scorsese’nin Hugo’da yarattığı masalsı atmosferin bir adım ilerisine geçmeyi başarıyor. İki filmin de kendine has bir atmosferi olsa da, Hazanavicius’un yönettiği eserin Scorsese’ninkine kıyasla ayaklarını yere daha sağlam bastığını ifade etmekte fayda var.

3D filmlerin artış gösterdiği, 35mm kopyaların yerini dijital gösterimlere bıraktığı bir dönemde, iki yönetmenin de sinemanın ilk dönemlerine dönerek bir nostalji yapması boşuna değil tabii ki. Tıpkı Theo Angelopoulos’un 1995 tarihinde yönettiği Ulis’in Bakışı’nda (To vlemma tou Odyssea, 1995), kayıp film bobinlerinin peşinde bütün Balkanları dolaşıp aslında kaybettiğimiz masumiyet anını arayan A karakteri gibi, bu iki film de bizleri bir anlamda sinemanın masum kalabildiği dönemlere götürüyor.

Artist’e daha yakından bakarsak, arka planda çok zengin bir dönem panoraması sunduğunu görebiliriz. Ekonomik Buhran, işsizlik, sinemanın bir endüstriye dönüşmesi, samimiyet, sıcaklık ve zariflik gibi şeylerin yavaş yavaş yitirilmesi arka planda Valentin’in hüzünlü hikayesinde tamamlayıcı öğeler olarak yer alır. Hazanavicius kayıp bir döneme nostaljik bir bakış atarken, öte yandan o nostaljinin derinlerine inip kaybolan masumiyeti de ortaya koyar. Bu konuda sessiz sinemanın büyük ustası Charles Chaplin’in ayak izlerini takip eder. Sesli sinemaya geçişi; sinema bir anda çok soğuk ve ciddi bir endüstriye dönüştü diyerek yorumlayan Chaplin’in ifadelerini Artist filmini izlerken fark ederiz. Filmdeki Valentin karakteri, Chaplin filmlerinde işini kaybeden ama onuruyla ayakta kalmaya çalışan, centilmenliğinden ve dünyaya bakışındaki naiflikten hiçbir şey kaybetmeyen ama içinde bulunduğu zamana da bir türlü ayak uyduramayan hüzünlü karakterleri hatırlatır. Chaplin filmlerindeki karakterlerin hüzünleri, o anlatıya dışarıdan bakan biri olarak, o karaktere o dünyada yer olmadığını fark etmemizden ileri gelir. Amiyane tabirle onlar başka dünyaların insanlarıdır. Yaşadıkları dünya sürekli ileriye giderken, sanayileşme, kârlılık, seri üretim ve pazar ekonomisi gibi kavramlar toplumsal yaşamda baskın hale gelirken, onlar bu tip terimlere yabancı kalırlar. Bu terimlere yabancı kalmaları gibi yaşadıkları döneme ve insan ilişkilerine de yabancıdırlar. Bu yüzden de, biz filmi izlerken, karakterin başına gelenlere daha büyük bir tepki veririz. Çünkü perdede gördüğümüz şey aslında kaybettiğimiz masumiyetimizdir. Artist filminde de buna benzer şekilde, sinemanın endüstri haline gelmesiyle birlikte, incelik, zarafet ve naiflik duygusu yerini yapaylığa, istenilen role girmeye ve mesleğine yabancılaşmaya bırakır. Filmde, esas hüzün veren nokta Valentin’in bu geçişin farkında olmayışıdır. Valentin karakteri Chaplin filmlerindeki çerçeveye sıkışmış, çoktan tedavülden kalkan karakterler gibidir.

Artist filminin en büyük başarısı, kanımca karakterlerin varoluşunu tanımlayan nitelikleri, yaşadıkları dönemle birlikte derinlikli bir şekilde aktarmasıdır. Filmde, sessiz sinema dönemi ne güzeldi nostaljisinin yanında, sessiz sinema döneminin özgün yanlarını da görürüz. Beden dili, jest ve mimikler üzerinden giden bir oyunculuk performansının arkasında, o beden diline yön veren duygu dünyasına da ortak oluruz. Bu bakımdan, Hazanavicius’un da Angelopoulos gibi kendi masumiyet yolculuğuna çıktığını söylemek mümkündür.

Yönetmen, senarist: Michel Hazanavicius
Yapım yılı: 2011, Fransa