Hasan  Öztürk

Edebiyatın kurmaca metinlerini eleştirel bir gözle okurken Jules Renard’ın, “Bir kitabı çözümlemek mi? Peki ya evdeki bir konuk olgun bir şeftaliyi yerken, görmek için parçalarını ağzından çıkarsaydı, ona ne derdiniz?” sorusunun muhatabı olmamak mümkün mü? Bir an, ikram edilen şeftaliyi yiyen konuğun yerindeki “okur” gördüm kendimi. Hazırlığını yapmış yazarın ikramıdır önüm(üz)deki metin; Haşim’in bilindik karşılaştırmasıyla “elli dirhemlik et” için “güzel sesli bülbül” öldürülür mü?

Barış Bıçakçı benim için Sinek Isırıklarının Müellifi yazarıdır; kitabı ikinci baskısında okumuştum ve yazarından okuduğum ilk romandı. Ben okuyuncaya dek bir elin parmaklarını geçmişti yazarın kitapları; bu da benim eksikliğim. Tahsin Yücel’in, okumaktan -hakkında yazarak borcumu ödemekten- zevk aldığım Sonuncu romanından sonra okumuştum Sinek Isırıklarının Müellifi kitabını; bu, roman için bir dezavantaj sayılabilirdi ama ben sevdim Barış Bıçakçı’yı. Öncesi var mı bilemiyorum; Nabizade Nazım’ın Seyyie-i Tesamuh öyküsündeki, edebiyatın kendine bakma çizgisine bir eklemeydi benim için Barış Bıçakçı’nın yaptığı.

Seyrek Yağmur, önceki romanın “Bilgisayarın karşısına geçen herkes yazar oluyor.” yergisiyle Cemil’i paylayan yayınevi müdürünü doğrulayan bir görüntü verebilir ilk okuyuşta. Köşe yazarlarının, “paragraf” yerine “cümle” dizmelerini andırıyor Seyrek Yağmur’un az yazılı sayfaları; ancak unutmayalım, Rıfat’ın, “test kitabı ya da ders kitabı sormak için gelenler” dışında müşterisinin olmadığı ülkede yazılıyor romanlar da. Öncekilerinden geriye düşmüş izlenimi, yeni bir roman için kayıp elbette; lakin bu, Seyrek Yağmur’un sorunu değil yalnızca. Yayınevinin kapağıyla, Barış Bıçakçı’nın da romanın kurgusuyla okurdan geçer not alabileceğini sanmıyorum; ancak romanı okuyanların, bir öncekine oranla “edebilik kaygısı” zayıf romanın “ayna tutma” görevini ihmal etmediğini göreceklerdir. Novalis’in deyişiyle “dış, için tercümesi” ise, Seyrek Yağmur tornistan edilmiş Türkiye’dir bence.


Seyrek Yağmur
Barış Bıçakçı
İletişim Yayınları

Seyrek Yağmur, sıradanlığa ve aymazlığa bir tepkidir öncelikle. “Bir değişikliğin olmadığı, çok mutlu bir yaşamları” olanların, içlerinden biri öldüğünde “aklına ilk gelen düşünce, bu olayın kendilerinin ya da tanıdıklarının görev yerlerinde, terfilerinde ne gibi değişikliklere yol açabileceğini” düşünmelerine tahammülü kalmayan İvan İlyiç’in ölümünü anımsadım romanı okurken. “Çağımızın çıplak güneşi her şeyi yok etmişti, enginliği, bulutları ve kuşları… Maviyi bile yok etmişti, sonra da sırasıyla bütün renkleri, bazı sesleri, kelimeleri ve anlamları.” Böylesine anlamsızlaştırılan “bu yoklukta bir şey söyleyemez, olsa olsa kendini tekrar eder” ise insan, sormaz mı kendisine “Boşuna mı yaşıyorum?” diye. William L. Randall’a göndermeyle söylersem; “bizi biz yapan hikâyeler” modernitenin ve egemen güçlerin dayatması ile yok olmuş ise “insan bir hikâyenin içinde olduğunu nasıl anlar” acaba? İri yarı Rıfat, romana uygun düşen bir roman kişisi olarak durmuyor, bu doğru; ancak onun şehrin merkezindeki kitapçısının “lokantalar, pastaneler, kafeler, bistrolar, meyhaneler, tekel bayileri, telefoncular, bilgisayarcılar, giyim mağazaları, banka şubeleri, hediyelik eşya dükkânları ve hiçbir yere gitmeyen kanatlı at heykelleri ile çevrili” olması, tam da olduğu gibidir bu ülkede. Ne yazık ki “kitabı ve kitapçıyı yok eden bir toz duman” sarmıştır afakı bu ülkede. Kitap Yakmanın Tarihi yazarının, “Dünya çapında örgütlenen bir önemsizlik modası var; herkes her sabah derinliksiz, inceliksiz, bilgisiz görünmeye çalışarak kendi küçük katkısını yapmaktan memnun.” mesajını almış olmalı kitapçı Rıfat ki; “dünyanın vasatlık üreten düzeneklerine karşı tek başına savaşan bir şövalye gibi hisseder” kendini.

Barış Bıçakçı, ayrımsız hepimiz için, birilerinin “ışık diye lütfettikleri kirli, soğuk bir dikdörtgenin içinde yaşıyoruz” derken ne çok yere gönderme yapar. Girit adasındaki tutsaklar, kurtulmayı düşleyen Deadalus ve oğul İkaros’tur aklımıza ilk gelen; ardından Joyce’un, “kirli dikdörtgen” mahpusu Stephen Dedalus düşer belleğimize. Sıradan aşkların yergisidir bu “soğuk bir dikdörtgenin içinde” kadınlar için söylenen beylik sözler. Bu ortamda “hiçbir şey söylemeye çalışmamaktan” şiir doğar ve burada kitapçı Rıfat’ın “okuyucularını duygulandırmak dışında edebi bir amacı olmayan ve ikide bir veciz sözler yumurtlayan günümüz müelliflerini uyarması gerekir.” Kendisini terk eden sevgilisinden beklediği mektup bir türlü gelmeyince beklemekten usanan Rıfat’ın, oturup mektubu kendisinin yazması, Oğuz Atay’ın “Ubor Metenga” tarikatını çağrıştırmaz mı şöyle bir. Yasakların, yaratıcılığı artıracağı tezinden yola çıkan Rıfat, “şairlerin pervazsızca kendilerinden söz etmelerini, birinci tekil şahıs kullanarak dizeler yazmalarını hemen yasaklıyor” ise bu, amaçsız bir çaba sayılamaz. Baba-oğul arasındaki pingpong maçında ara sıra “top kaybolduğu zamanlar oğlumsun” diyen babanın aymazlığını kurmaca metin sayıp geçmeli miyiz hapsedildiğimiz sıradanlık dikdörtgeninde? İyi yandığı için kitap yakmak isteyen “deli”ye Fahrenheit 451 kitabını tesadüfen vermiş olamaz Rıfat. “İnsanların ölümlü, silahların neşeli olduğu günler” bitsin istemez miyiz her birimiz? Ne var ki Seyrek Yağmur bent gibi çeker önümüze Tanpınar’ın can yakıcı cümlesini: “Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.”

Seyrek Yağmur’da, romana nereden gelip eklendiği anlaşılamayan -Orwell’ın “big brother” tipini anımsatan- “beyefendi” önemli bir simgedir. Romandaki “beyefendi” bütün zamanların otorite temsilcisidir; ancak onun Rıfat’ın dükkânını bastığı anda, heykeltıraş Neizvestny’nin sergisini adamlarıyla basıp da “Köpek boku! Pislik! Rezalet!” tehditleri savuran Kruşçev’i hatırladım açıkçası. Başkan Kruşçev ile romanın “beyefendi” tipi arasındaki anlayış farkı açık, ya da kitapçı Rıfat, heykeltıraşın üslubuyla anlatamadı yaptığını; beyefendiye suikast (!) düzenlediği için yüzü gözü şiş(iril)en Rıfat’ın durumu olayın somut göstergesi. Seyrek Yağmur, toplumsal yaşamda “beyefendi” ya da onun türevlerinin safında yer tutanlardan olumlu puan alamayacak derim.

Okuduklarımda öne çıkardıklarımın altını çiziyorum, ancak bu altını çizme eylemi çoklukla didaktik metinlerde oluyor. Kurmaca metinler, şairin “hangisin alam” karasızlığıyla bir bütünlükle yer ediyor bende. Seyrek Yağmur romanını okuduğumda altını çizdiğim yerlerin çokluğuna bakıp; ‘Barış Bıçakçı, deneme yazmış olsaydı acaba nasıl olurdu?’ sorusunu sordum kendime. Deneme kitabını kim basar, kaç kişi satın alır ve kitap hakkında bunca yazıyı kim yazar, diye cevapladım kendimi sonra. Seyrek Yağmur, parçaların bütünü.

Arka Kapak dergisi 8. sayı