İnci Aksu

Tarihteki ilk süper-kahraman kimdir?” sorusu elbette, süper-kahraman tanımına göre değişir. Eğer ‘insanüstü güçler’ mevzu bahis edilecekse, Gılgamış Destanı bir çeşit süper-kahraman hikâyesi olarak okunabilir. Yahut Yunan veya Mısır Mitolojisi, bu ihtiyacı hayli hayli karşılar. Dinî hikâyelerdeki insanüstü temalar da bir anlamda süper-kahraman janrı içinde sayılabilir mi?

Bilhassa 20. yüzyılda üretilmiş süper-kahraman hikâyelerinin dinî meselelerle alışverişini düşününce, neden olmasın, diyebilirsiniz. Nitekim 1930’larda ‘süper-kahraman’ kelimesini popüler kültüre kazandıran Süpermen, Yunan Mitolojisindeki Herkül karakterinin bir yansımasıyken, 2000’lerden sonra tanrısal güçle sıradan insanın imkânları arasındaki kontrastı ve/ya tamamlayıcılığı simgelemeye başladı.

İlk süper-kahraman hikâyeleri arasında gezinirken, ilklerden biri olarak The Scarlet Pimpernel’a rastlayabilirsiniz. 1905’te yayınlanan bu roman, Fransız İhtilali esnasında İngiliz beyefendi Sir Percy Blakeney’in maskeli çetesiyle birlikte, aristokratları devrimcilerin giyotininden kurtarışını anlatır. İki yönüyle modern süper-kahraman hikâyelerinin öncüsü sayılabilir:

1.Sir Percy Blakeney, kimliğini gizleyerek, ikili bir hayat sürmektedir ve maskesini taktığında bir kahramana dönüşür.

2.Süper-kahramanların ‘law and order’ (yasa ve düzen) taraftarı olduklarını, suçluları nihayetinde ‘yerleşik adalete’ teslim ettiklerini hatırlatır.

Nitekim belki de bu sebeple Robin Hood için süper-kahraman hikâyelerinin öncülü diyenler azınlıktadır. Bu yönüyle Alan Moore’un yarattığı V for Vendetta çizgi romanı farklı bir yerde durur çünkü zaten karakteri de bir nevi anti süper-kahramandır ancak onun da öncelikli amacı ‘yozlaşmayla’ mücadeledir.

Amerika’da günlük gazete okuyucusunu yakalayan ilk çizgi romanların kriz dönemlerine denk gelmesi, bazılarına göre tesadüf değildir. 1930’lardaki Büyük Buhran yılları, aynı zamanda bize SüpermenBatman ve Kaptan Amerika gibi hikâyeleri kazandırır. Yasalar yerli yerindedir fakat yasaları uygulayan güçler yetersiz kalmıştır. İlk ‘kötü adamlar’ hırsızlar ve dolandırıcılardır.

İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte süper-kahramanların en önemli misyonu Hitler (ve benzerlerini) mağlup etmektir (Bu arada Hitler, Amerikan çizgi romanlarının Almanya’ya girişini yasaklamıştır, Mickey Mouse hariç.) Kötülüğün ‘derinleştiğini’ görürüz. 1940’ta, çizer Jerry Robinson, Batman serisi için ilk ‘The Joker’ çizimlerini gerçekleştirir. Mizahî bir yanı olan süper-kötü.

Haliyle süper-kahramanlar vazgeçilmez entitelere dönüşürler. Uzaylıların saldırıları da dâhil olmak üzere, Dünya isimli gezegenimizde gücümüzün fevkinde kötülük kol gezmektedir ve süper-güçlere ihtiyacımız vardır. Bu, elbette şahane bir Soğuk Savaş propagandasıdır da. Kaptan Amerika, Süpermen ya da Batman aslında ABD’yi temsil etmektedir ve rakipleri Nazi Almanya’sından Sovyet Rusya’sına çeşitli temsiller kazanmaktadır.

Kötülükle mücadelede kolluk kuvvetlerinin elini kolunu bağlayan iki şey var aslında. İlki, evet, kötü adamların aşırı gelişmiş yetenekleri. İkincisi ise, yasa uygulayıcıların önüne dikilen diğer yasalar. Bir anlamda ‘checks and balances’ (denetim). Mesela Batman’in bir şüpheliyi soruşturması için herhangi bir mahkeme iznine gereksinimi yoktur. Daha iyisi, Süpermen duvarların arkasını filan görebildiği için ‘gözetim’ (surveillance) meselesinde bütün devlet organlarından daha yetkindir. Ama biz aciz insanlar onları, süper-kahramanları hep mazur görürüz çünkü her zaman bizim iyiliğimizi istediklerini biliriz.

Hiçbir zaman kendi çıkarları için çalışmazlar, soyut bir idealleri (adalet, merhamet vs.) vardır ve onun peşinden koşarlar.

Onlara gösterdiğimiz anlayışın bir ucu da şu: Dehanın kaprisleri. İnsanüstü kabiliyetler çoğunlukla ‘koruyuculuk/kurtarıcılık’ (Mesihlik) çağrışımları yaptığı için keramet gösterip duran varlıkların tolere edilmesi gerektiğini düşünürüz. Bizden irrasyonel taleplerde bulunabilirler fakat günün sonunda onlar haklı çıkacaklardır. Bu yüzden sonsuz bir itimat gerekir. Hem zaten insanüstü yetenekleri olan insanların işleyişlerini bizim sıradan aklımız kesmez. Dahası, onun rakipleri de bizim sınırlarımızı aşan karakterlerdir.

Dedik ya, üstesinden gelemediğimiz, belki de bu sebeple asla motivasyonunu çözemediğimiz bir kötülükle, adeta bir havari azim ve kararlılığı ile mücadele eden kişidir süper-kahraman. Bir noktadan sonra Yunan Mitolojisine geri döneriz: Olay ‘tanrılar katında’ geçmektedir ve bizler sadece figüranlarız.

Bütün efsunlardan, mitolojilerden kaçışımız eğer Aydınlanma (rasyonalizm) ile olmuşsa, şimdi yeniden mitolojilere sığınmamızın da Aydınlanma’dan uzaklaşmakla bir ilgisi olabilir mi? Ya da yüzyıllar evvel Juvenal’in dediği gibi “Quis custodiet ipsos custodes” (Gözetleyenleri/koruyanları kim gözetleyecek/koruyacak)?

Süper-kahraman hikâyeleri realitenin yetersizliğine karşı üretilmiş bir çeşit yeni-din görevi üstlenmesinin yanı sıra, bugün kendi limitine ulaştığı noktada, Juvenal’in sorusuyla birlikte, bizi yeniden rasyonalitenin enginliğine çağırır. Çünkü bu soru, iki düşmanın giderek birbirine benzediğini, süper-kahramanlarla kötü adamların ‘canavarlık’ ortak paydasında buluştuğunu, ‘insanüstü’ ile ‘insanlık dışı’ kavramlarının çok ince çizgilerle ayrıştığını gösterir bize.

Bu sebeple Christopher Nolan’ın yeniden yorumladığı Batman karakteri, tıpkı 1940’larda yakaladığımız ‘mizah duygusu olan kötü adam’ The Joker gibi, ‘içindeki karanlıkla yüzleşmeye çalışan’ süper-kahraman olarak karşımıza çıkar. Benzer şekilde yeni Süpermen filmleri de “Büyük güç, büyük sorumluluk getirir.” sözü etrafında yeniden şekillendirilir. (Bu, acizliğimizi yüzümüze vuran ‘Simülasyon’dan çıkış ihtimalidir aynı zamanda.)

Kurgunun Dehası ve Kaprisleri

19. yüzyıla dönelim. Londra sokakları. Hatta daha da yakınlaşalım. Baker Sokağı. Sir Arthur Conan Doyle’un hayat verdiği bu tuhaf karaktere, Sherlock Holmes’e biraz yakından bakalım. Baskervillerin Köpeği hikâyesinde Holmes’ü bir düşmanı şöyle tanımlamış: ‘Tamamen akıl yürütmeden ve soğukkanlı hesaplamalardan oluşur’. Onu başka yerlerde ‘çıkarım dehâsı’ olarak da anmışlar. Ya da bizzat yazarının (John Watson’un kaleminden) tarifiyle: ‘Dünyanın gördüğü en mükemmel akıl yürütme ve gözlemleme makinesi’.

Sir Doyle’un Holmes karakterini, Edinburgh Üniversitesi’ndeki hocası Joseph Bell’den esinlenerek yarattığını biliyoruz. Bell, analiz ve delile dayalı tıp alanında önemli bir uzman. Aynı zamanda istatistik bilimine gönül vermiş bir bilim adamı. Tıpkı Holmes gibi önce elindeki delillere bakıyor, ardından deneyler yapıyor ve olasılıklarla boğuşarak çıkarımda bulunuyor. (David Shore’un yarattığı Dr. Gregory House karakteri, Sherlock Holmes’ün yeniden Joseph Bell’e dönüştüğü bir şölendir mesela, laf arasında söylemiş olayım.)

Holmes, tıpkı yazarının dediği gibi, bir makinedir. Dr. Watson’la ilk karşılaştıklarında onun cep saatini alır, inceler ve onun hakkında tam yerinde tespitler yapar. (BBC’nin Sherlock dizisinde ise bunu cep telefonu üzerinden gerçekleştirir.) Evine gelen bir mektubun yazılı olduğu kâğıdı inceledikten kısa süre sonra, mektubu yazanın nerede yaşadığını keşfeder (Bohemya’da Skandal). Aslında bir keramet göstermiş sayılmaz, orada olan bağlantıları kurmuştur sadece fakat Bay Holmes’ün sık sık tekrarladığı gibi normal insanlar ‘bakar, fakat gözlemlemezler’.

Peki, neden? Sherlock Holmes ‘başka insanların bilmediklerini bilme işine’ neden sahip? Onu ortalama insandan ayıran şey ne? Bir başka deyişle, onun dehâsının kaprisleri neler? Sherlock Holmes’ün ‘yarayışlı’ bir canavar olmasının yanında, onu ürkütücü kılan özellikleri neler?

Bütün iyi hikâyeciler gibi Arthur Conan Doyle da, sırrını vermez bize. Hem zaten Sherlock Holmes’ün neden gizemleri çözmeye bu kadar meraklı olduğunun tek bir cevabı yoktur muhtemelen. Ancak bunun yanı sıra, çoğunluğu kısa hikâyelerden oluşan Sherlock Holmes maceralarının en az önemsediği şey Holmes’ün nasıl biri olduğudur. Sahnede bizi şaşırtan sihirbazı daha yakından tanımamız gerekmez, onun işlevi sihir yapmaktır. Yahut bir makinenin nasıl çalıştığını bilmek zorunda hissetmeyiz kendimizi, makine kendisinden bekleneni sunar.

Üstelik maceraların anlatıcısı Dr. John Watson da Sherlock’un iç dünyasına yönelik bir merak sahibi değildir. O makinenin nasıl çalıştığını pek merak etmez. Onun kibirli oluşundan, şaşırtmacalarından, duygusuz ve hatta bazen yalnızlığa düşkün (ya da mecbur) ve bohem oluşundan dem vurur ama Sherlock Holmes’ü bu makineye dönüştüren motiflerin arkasına düşmez. O ‘Tanrı vergisi’dir. Sorgulanmamıştır.

Yine de Doyle, bize çok daha fenasını yapar aslında. Gloria Scott’un Macerası isimli hikâyede, Sherlock’un ilk gençlik arkadaşı Victor Trevor’un babası, ondaki bu kabiliyetleri görünce, ‘Neden dedektif olmuyorsun?’ der. Bu kadar. Muhtemelen bundan sonra Sherlock Holmes tanıdıklarının vakalarıyla ilgilenir ve ünü yayıldıkça da daha büyük hadiselere karışır. Zamanla emniyet teşkilatından tanıdıklar edinerek, polisin çözemediği vakalarla oyalanmaya karar verir.

Bu arada hiçbir şekilde sosyal çevre edinmez, kadınlardan uzak durur ve zihnini tamamen gizem çözmeye odaklar. Beyninin bütün fakültelerini yalnızca dedektiflik mesleğiyle dolduran, tuhaf bir yaratıktır bir bakıma Sherlock Holmes. Ancak bu göründüğü kadar kolay bir iş değildir. Bazen bir vakayı çözebilmek için o günün Londra’sında olup biten her şeye hâkim olması, eşyalar ve onların orijinleriyle ‘haklarında bir monograf yazacak kadar’ hemhal bulunması, toplumun önde gelen kimselerini tanıması ve dedikodulara kulak kabartması gerekir. Bu da onu, şehrin bir parçası yapar. Şehrin ürettiği gizemleri çözen, yine şehrin ürettiği bilgiye sahip bir şehirli! Gotham? Batman?

Sir Doyle’un hikâyeleri her ne kadar cazip ve memnuniyet uyandırır olsa da, BBC’nin “Sherlock” serisi karşımıza daha içi dolu bir karakter çıkartmayı başarmış. Nitekim Doyle’un Holmes çizimi, Amerikan romancı Raymond Chandler’ın tabiriyle ‘çoğunlukla bir tavır ve unutulmaz diyaloglardan bir düzine satır’dan ibaret. Ancak müthiş derecede ilham verici. Hakkında yazılmış çok sayıda eser var.

Bazıları Sherlock Holmes karakterini farklı şekillerde yaşatmayı seçmiş. Mesela Mitch Cullin’in A Slight Trick of the Mind (2005) isimli romanını okuduğunuzda ya da ondan uyarlanan “Mr. Holmes” (2015) isimli filmi seyrettiğinizde, Arthur Conan Doyle’un mirasının arttırılarak korunduğunu görebilirsiniz. Mitch Cullin, Holmes’teki eksik kumaşı görerek onu ‘daha insanî’ göstermeye gayret etmiş.

Bir süper-kahraman hikâyesi gibi yeniden yorumlanarak bugünlere gelmesi, efsanelerle gerçekler arasında daimî bir alışverişe sebep olması, aslında Chandler’ın seçtiği ‘tavır’ kelimesinde düğümleniyor. Sherlock Holmes’ün bir insan değil bir makine, bir hakikat değil bir sembol oluşu, onu müphem bir varlık hâline getirirken, süper-kahraman hikâyelerine yaklaştırıyor. Maskeli bir kahraman değil fakat aslında kendisi serapa bir maske belki.

Victoria Devri’nin Londra’sında yeşeren Sherlock, tıpkı diğer süper-kahramanlar gibi ‘düzeni sağlamakla’ görevli bir ‘tavır’. Doyle’un bütün iyimserliğine rağmen, gün geçtikçe (hikâye ya da okuyucular yaşlandıkça) kendisiyle çağdaş sayılabilecek Dr. Jeykll ve Mr. Hyde hikâyesine benzemekte. Her şeyin ‘normal’ göründüğü bir ortamda, bütün ‘anormalliği’ ile ortaya çıkıp olmayacak şeyleri olduran (illâ ki iyi anlamda olacak değil) bir karakter. Dr. Jeykll’ın içinden çıkan Mr. Hyde kadar ‘canavar’. Kendi esrarını koruyan bir makine.

BBC’nin dizisinde ise Sherlock Holmes, her şeyi ‘oyun’ gibi gören bir çocuktur (yine adamakıllı bir karakter/insan değil). ‘Çözülecek gizemli bir vaka’ ile beslenen, bu arada etrafındaki herkesi aşağılayarak kendi varoluşunun kibrini parlatan, duygusallığı bir ‘hata’ olarak gören bir kimsedir. Doyle’un yazısına çokça sadık kalınmış bir portredir bu ama bir farkla: Buradaki Sherlock, kendi kâbusunun farkındadır. Sadece o da değil, Watson daha öfkelidir; polis teşkilatı, bazı vakaları kendisinin ürettiğin düşünerek peşinden koşar. ‘Kurtarıcı’ (süper-kahraman veya Mesih) maskesinin ardındaki karanlık, ekrana sızar zaman zaman.

Bu noktada Sherlock Holmes’ün ‘motivasyonu’ daha da değer kazanıyor. Baş düşmanı Jim Moriarty’nin kendisine çok benziyor oluşu bizi kuşkulandırmalı. Eğer mesele ‘oyun’ ise, tıpkı Moriarty gibi bir gün Holmes da ‘tersinden oyunun’ müptelası olamaz mı? Gizem kurmak da, gizem çözmek kadar ‘tatlı’ değil midir? Peki, Sherlock Holmes’ün gizemlerini kim çözecek?

Aslında burada ürktüğümüz şey ‘insanüstü’ hâl. Yani Sherlock bir ömür boyu sadece iyilerin yanında da yer alsa, ürkütücü bir karakter. Kontrol edemediğimiz, kavrayamadığımız, neden bize yardım ettiğini dâhi çıkaramadığımız biri. Her zaman da öyle kalmalı çünkü aksi hâlde ‘insanüstü’ olma hâlini sürdüremez. Belki de Sherlock Holmes’e nedenler vermek, onu yeryüzüne, yani bizim dünyamıza zincirleyecektir. Eğer onu ‘işlevsel’ kılmayı sürdüreceksek, ondan bize benzememesini, bir ‘canavar’ olarak kalmasını istemeliyiz.

Peki, son bir numaramız kaldı: Süper-kahramanların sahip olduğu dehâlarının ya da insanüstü yeteneklerinin kaprisine benzer kaprisleri olan başka kimi biliyorsunuz? Elbette sanatçılar. Bir yazar, ressam ya da müzisyen. İkisi arasındaki benzerlik, aşkınlığın, fâni olanın perdesini aralamanın ve insan üstlüğün her zaman bizi bazı gizemleri çözmeye götürmesinde yatıyor. Bu sebeple süper-kahraman hikâyeleri, yazarların da kendilerini en çok ele verdikleri metinlerdir. 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 28.sayısında yayınlanmıştır.