Selami Mete Akbaba

Agamben, 11 Eylül sonrası gündeme gelen, küresel iç savaş tanımıyla sağlaması yapılan istisna hâlini, hukuk düşüncesi ve siyaset teorisini kullanarak, tarihsel arka planını göz ardı etmeden ele alıyor.

Olan-olmalı tartışması, “olmalı”nın cephesinden bakıldığında ilkin idealar dünyasına ait görünse de, gündelik hayatın içinde ve toplumu doğrudan şekillendiriyor. Toplumun bir bütün olarak yani cemaat bağlarıyla şekillendirilmesi, “olmalı”ya öncelik tanınan modern öncesi dönemin karakteristiklerindendi. “Olmalı”nın “olan” karşısındaki ayrıcalığı, bugün için idealist bir yaklaşım olarak anlaşılabilir. Oysa bu durumun temelinde, çıkarlarını metafizik gibi mutlak bilgi türleriyle en yüksek seviyeye çıkaran sınıfların egemen olması bulunur. Bu sınıfsal gerçeklik modern egemenlik anlayışının görülmediği klasik döneme aittir. Ernst H. Kantorowitcz’in Kralın İki Bedeni kitabında da gösterdiği üzere, Tanrı’nın gölgesi yeryüzüne nizam verirken, güçler birliği de doğal olarak bu klasik egemenlik tipinin en önemli enstrümanıdır. Mutlakıyete meşruiyet sağlayan bu bilgi türü, burjuvazinin hâkim sınıf oluşuna kadar işlevselliğini koruyabildi.

Modern egemenlik, burjuva ahlâkıyla temellendirilmiştir. Burjuvazi meşruiyetini, klasik dönemden farklı olarak doğrudan ekonomik çıkarlardan elde eder. “Olmalı” çıkarları tesis etmede artık ikincil konumdadır. Diğer bir ifadeyle, “olan” artık “olmalı” karşısında belirleyicidir. Erken modern dönemden başlayarak toplumun şekillendirilmesinde iletişimden siyasete, adaletten güvenliğe bu yeni sınıfın zihniyeti rol oynarken, sermaye birikimi de tabana doğru yayılır. Egemenliğin halka geçişi olarak siyasal düzlemde karşılık bulan bu durumda güçler ayrılığı çıkarların korunması için kaçınılmazdır.

Kabaca ele aldığımız bu dönüşüm, somut bir şekilde hukuk üzerinden okunabilir. Klasik dönemde hukuk dairesel bir ilişki içindeydi; varlık nedeni son kertede egemenin bizzat kendisiydi. Modern dönemde hukuk diğer alanlardan yalıtılmış, özerkleşmiş bir görünüm arz ediyor. Klasik dönemde hayat ve hukuk arasında bir ayrım bulunmazdı. Modern dönemde ise hukuk hayatın üzerine kapatılmış, hayat “hukukileştirilmiştir”. Diğer bir ifadeyle, modern öncesinde hukuk egemenin dağıttığı adaletti ve bu yazılı yasalardan daha fazlasını ifade ediyordu. Modern dönemde ise hukuk her şeyden önce devletin tanımını yapar ve hakların toplamı anlamına gelir. Bu devlet, klasik dönemin baba-oğul ilişkisinin değil, gayrişahsi ilişkiler ağının yani bürokrasinin hem taşıyıcısı hem de ürünüdür.

Modern öncesinde baba oğlunu herhangi bir neden öne sürmeden şekillendirebilirken, modern dönemde devletin böyle bir hakkı, istisna hâlleri haricinde, bulunmaz. Giorgio Agamben’in İstisna Hâli’nde üzerinde durduğu konu, geçtiğimiz yüzyılın istisnaların tarihi olmasıdır. İç savaş, kuşatma, felaket gibi olağanüstü durumlarda geçerli olması öngörülen hukukî istisnalardan farklı olarak rejimin askıya alınması ve yasal olmayan sürecin yasallaşması olarak tanımlanabilecek bu istisna hâli, Agamben’e göre Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren oldukça revaçta olan bir idare şeklidir. Demokratik dünyada güçler birliğini tarihin tozlu raflarından geri çağırır. İstisnaî durum, “olan” tarafından biçim verilmiş pozitif hukukun kapsamının dışında ama onun sınırındadır. Bunu hayatın hukuka müdahalesi olarak yorumlar.


İstisna Hali
Giorgio Agamben
Çevirmen: Kemal Atakay
Ayrıntı Yayınları

Agamben’in dikkat çektiği nokta, Orta Çağ’daki gibi hukuk dışı bir unsurla meşruiyetin sağlanması değil, bizzat olgu durumdaki gerçekliğin, ki burada siyaset ön plandadır, norm olarak hukukun üstüne çıkmasıdır. Orta Çağ’da bir din adamıyla istisnaî durum hukukî olmasa da meşru kabul edilebiliyordu. Modern dönemde bunun için diktatörlüğe ihtiyaç duyulur. Diktatör yasaları kullanarak, yani hukuka biçimsel olarak zarar vermeden, modern dönemde tekrar hukukun varlık nedeni olur. Bu paradoks bizi istisna hâlinin modernliğe ait bir durum ve kavram olduğu gerçeğine götürür.

Agamben, 11 Eylül sonrası gündeme gelen, küresel iç savaş tanımıyla sağlaması yapılan istisna hâlini, hukuk düşüncesi ve siyaset teorisini kullanarak, tarihsel arka planını göz ardı etmeden ele alıyor. Demokratik döneme ait bir “olmalı” tasarımı diyebileceğimiz güçler birliğinin Batı dünyasına soktuğu tartışmaları, özellikle Schmitt’i ve Roma hukukunu merkeze alarak, karşılaştırmalı bir şekilde değerlendiriyor. 

Arka Kapak dergisi 36. sayı