“Hakan Bıçakcı, metropol tekinsizliğine bu defa bir kadının gözünden bakıyor. Rekabetin, teşhirin, güzel ve mutlu görünmenin dayanılmaz baskısını Doğa’yla resmediyor. Doğa Tarihi, plaza-site-alışveriş merkezi üçgeninde sıkışmış hayatları anlatan, günümüzde geçen bir distopya.”

Editörünün arka kapağında böyle güzel tarif ettiği Doğa Tarihi ile biyografisine birkaç anlamıyla yeni bir yapıt ekleyen Hakan Bıçakçı ile Doğa Tarihi’ni ve edebiyatı konuştuk.

Söyleşi: Evren Kuçlu

Doğa Tarihi okurlarınız için farklı bir deneyim oldu. Diğer romanlarınızla kıyaslarsak; daha gerçekçi ve eleştirelsiniz. Doğa Tarihi’yle diğer romanlarınız arasındaki mizaç farkını belirleyen şey neydi?
Evet bu sefer biraz daha farklı bir yapıya sahip roman. Üç bölümden oluşan Doğa Tarihi’nin ilk iki bölümünü gerçekçi tutup, daha önceki romanlarımın geneline yayılan gerçeküstü unsurlara sadece üçüncü bölümde yer verdim. Önce karaktere uzaktan hatta eleştirelliği de işin içine katarsak tepeden bakalım sonra da bilinçaltına doğru yavaş yavaş alçalalım istedim. Net ve keskin eleştirel bakış dağılarak yerini karmaşık duygulara bıraksın istedim. Bu nedenle hacim olarak fantastik bölümler daha az. Ancak olması gerektiği kadar var yine bence.

Henri Lefebvre “Gündelik hayatın ağırlığı kadınlar üzerindedir” diyor. Doğa Tarihi’nde kendisini dünyada değil tamamen vitrinde gören bir kadın karakter var. Plazada kısılıp kalması bu düşüncemizi tescilliyor sanki. Karakterin cinsiyetini belirlerken özellikle üzerinde durduğunuz bir düşünce var mıydı?
Eril iktidarın tüm sağlıksızlığıyla şekillendirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu nedenle kadınlar üzerindeki ağırlık daha fazla. Daha büyük bir baskı altındalar erkeklere göre. Ben de bu baskının ve onun yan etkilerinin üzerine gitmek istedim. Yani kadın karakter özellikle düşünülmüş bir mevzuydu. Öylesine aldığım bir karar değildi. Romandaki hiciv yüklü bakış iki cins için de geçerli aslında. Doğa’nın sevgilisi Onur da bu negatif üsluptan nasibini alıyor. Ama başrol kadının. Çünkü sistem kadınla daha çok uğraşıyor, her işine burnunu sokuyor.

Karanlık bir dünya Doğa’nınki. Distopik. Yani okuyunca distopik, yaşayınca olağan gibi. Sonuç olarak modern insanın acısını tazeleyen şeyler yazılı bu kitapta. Bunun dışında okurda uyandırmak istediğiniz bir his, düşünce vs. var mıydı?
“Doğa” denilince aklıma iki kavram geliyor. Biri insanın etrafındaki doğa. Diğeri insanın kendi doğası. Romanda bu iki kavramın iç içe geçerek çürüyüşüne tanık oluyoruz. Dolayısıyla evet karanlık bir dünya var ortada. Sürekli içimde uyanık olan ve okurda da uyandırmak istediğim his ise özetle günümüz insanının doğayı tüketerek var olduğu gerçeği. Ve bu tüketimin bir ayağı ruhsal çöküş olarak, diğeri kentsel dönüşüm olarak çıkıyor karşımıza.

Doğa Tarihi’ni kenarda tutarak bazı şeyler konuşmak istiyorum… Milan Kundera “… Akıldışı sistemin davranışlarımızı bir akıl yürütmeden çok daha fazla yönlendirdiğini görmek için, kendi hayatımıza bir bakmamız yeter” diyor. Sizin romanlarınızda akıldışı sistemler tarafından yönlendirilen ancak romanın tamamına bakınca tüm bunları -akıldışı davranışları- sadece arayüz olarak barındıran kişiler görüyoruz. Bu ‘akıldışı’ karakterlerin romanlarınızda çok akıllıca konumlandırıldıklarını da gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Karakterlerinizin ‘akıldışı’ dünyalarının kaynaklarını merak ediyoruz.
Milan Kundera doğru söylemiş. Zaten bu, Freud’un temel tezlerinden biri… İnsan rasyonel bir varlık değildir. Bilinçdışı tutkuları ve korkuları tarafından yönetilir. Kulağa hoş gelmese de bu büyük oranda böyle. Romanlarımdaki karakterler sıradan insanlar aslında ancak biz onların bilinçaltlarına da tanık olduğumuz için pek de akılcı olmadıklarını görüyoruz. Hayal edilenle gerçekten olan bitenin birbirine karıştığı, neden sonuç ilişkilerinin sakatlandığı bir manzara alıyor aklın yerini.

Doğa Tarihi’ni bir kenara bırakırsak romanlarınızın neredeyse tamamında rüyalarla bir şekilde bağlantı kuruyorsunuz. Okuyucunuz aynı zamanda bir rüya yorumcusu olup çıkıyor. Rüyalarla gündelik yaşam arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?
Rüyalar gündelik yaşamın önemli bir parçası. Karakterlerimizin gölgede kalan kısmı… Ben de karakterimin aydınlıktaki, kontrollü halleri kadar karanlıkta kalan, kontrol dışı durumlarını da resme katmaya çalışıyorum. Aksi takdirde önemli bir boyutlarının eksik kalacağını düşünüyorum.

Bildiğim kadarıyla sinemayla epey ilgilisiniz, hatta Ot Kafe’deki söyleşiniz sırasında David Lynch ‘in Kayıp Otoban filminin yazma sürecinize çok etkisi olduğunu söylemiştiniz. Sinemaya uyarlanmış romanlar ya da romandan uyarlanmış filmler hakkında ne söylersiniz?
Hepsi için genel bir şey söylemek mümkün değil tabii. Çok iyi uyarlamalar da var korkunç katliamlar da… Ancak edebi eserin filme uyarlanınca gücünü kaybettiğini, film diline indirgendiğini düşünenlerden değilim. Genele bakıldığında kötü örnekler çoğunlukta olsa da, uyarlandığı romanı neredeyse aşan film örnekleri de var. Mesela Tarkovsky’nin “Solaris”, Kubrick’in “Shining”, Polanski’nin “Rosemary’nin Bebeği” uyarlamaları böyle bence…

“Ben Tek Siz Hepiniz” adlı hikaye kitabınızda birbirinden güzel öyküler var. Öyküyle roman yazmak arasında belirgin bir motivasyon farkı var mı? Okurlarınızın hikayelerinize tepkisi noldu?
Teşekkür ederim. Öykünün bambaşka bir dinamiği ve atmosferi var. Romanda ister istemez ayrıntılara boğuluyorum ki bu benim sevdiğim bir şey. Öyküde ise ayrıntılardan çok seçtiğim bir ana, sürece, duruma odaklanıyorum.

Türkiye’deki okur kitlesinin moral bozucu bir tarafı olduğuna inananlardanım. Ancak bunu isteyerek yapmıyor oluşları da bir taraftan ümitlendiriyor bizleri. Sizin okur hakkında genel kanınız nedir?
Ben hep kafamdaki ideal okura yazıyorum. Gerçek hayattaki karşılığını çok düşünmüyorum. Ama genel olarak meraklı, zevkli ve klişeleri hızlı tespit edebilen yani iyi bir okur kitlesi var bence Türkiye’de. Tek sorun nüfusun çok küçük bir bölümünü temsil ediyor olmaları. Niteliksel değil niceliksel bir sorun var yani.

Okurla etkileşim içinde hatta sıkı fıkı olmak yazara bir şey kazandırır mı?
Sanmıyorum. Okuru tanımam, tepkilerini ve yorumlarını daha yoğun bir biçimde almam yazacaklarımı değiştirmez gibi geliyor bana.

İnternet üzerinden yürüyen yazınsal hareketliliğin edebiyat üzerinizdeki etkisi nedir? Bir gün romancılar, şairler, düşünürler vs. yerine fenomenler gelir mi dersiniz?
Temelde içerik üretebilmek önemli… Bu bazen sadece atılan bir tweet ile de olabilir. Yani bir şeyin nerede yazdığından çok ne olduğu önemli bence… “Fenomen” lafını manasız ve antipatik buluyorum tabii ama bloglarda ve twitter’da yazmaya başlayan insanlar arasından iyi edebiyatçılar çıkacağını düşünüyorum. Bence internet edebiyatı baltalamaz aksine geliştirir.

OT Dergi’yi ilgiyle okuyoruz, hakkında birkaç cümle alabilir miyiz?
Ben de ilgiyle okuyorum. Sıkı bir “Öküz” ve “Hayvan” okuru olarak bu geleneğin devamı olan “Ot”ta yazmam istendiğinde hiç düşünmeden kabul ettim ve çok mutlu oldum. Gittiği yere kadar yazmaya devam edeceğim.

Son olarak özellikle okuduğunuz bir yazar, okumazsak olmaz iki kitap ve çok beğendiğiniz üç film söyleyebilir misiniz?

1 Yazar: Tek isim vermem gerekirse, Ahmet Hamdi Tanpınar.

2 Kitap: Kişisel Bir Sorun (Kenzaburo Oe), Atalarımız (Italo Calvino)

3 Film: Köpekdişi (Giorgos Lanthimos), Şiir (Lee Chang-dong), Tony Manero (Pablo Larrain)