Mehmet Talha

Tarık Ramazan’ın kitabı, Açılım Kitap’ın manifesto niteliğinde bir önsözüyle başlıyor. Yayına hazırladıkları “devrim” serisi, cevap yetiştirmeye değil soru sormaya, büyük sözler söylemek yerine Ortadoğu’da olan bitene kulak vermeye çağırıyor bizleri. Kitabın basımı üzerinden bir yıl geçti ve Arap Baharı’nın coşkusu yerini yine kötümserliğe bıraktı gibi. Ancak yine de Tarık Ramazan’ın yazdıkları, yıllarca hatırlanacak. Niye mi?

Tarık Ramazan “Arap Baharı ABD’nin işi” diyenlerin kolaycılığına düşmüyor. İslam-Batı karşıtlığını ciddiye almıyor, çok kutuplu iktidar ilişkileri içinde olduğumuzu hatırlatıyor. Ayaklanmalara neden “devrim” diyemeyiz, kuvvetli bir öngörüyle yazıyor: “Ayaklanmadan bahsetmek ihtiyatlı bir iyimserliği iletmek ve şahit olduğumuz başkaldırıların çoktan yerleşmiş gerçekler olduğunu, devrim fikrinin ise istisnasız bütün Arap ülkeler için bir umut olarak kaldığını kabul etmek gerekir.” (s.18)

Tarık Ramazan ABD’nin ve Avrupalı güçlerin ekonomik çıkarlarını da büsbütün konu dışı etmemiş, ülkelerin ayaklanma seyrine göz gezdirirken satranç tahtasına müdahale arayışları soğukkanlılıkla resmedilmiş. Arapların değişim isteği onlara yeni bağımlılık halleri üretmekte maharetli olabilir, bunu değişimi yadsıyarak ya da sinik bir tavır alarak değil, gerçekçi bir analizle anlatmakta: “Orta Doğu; Birleşik Devletler, Avrupa, Çin, Hindistan, Rusya ve yeni katılımcılar olarak Brezilya ve Türkiye arasındaki ekonomik rekabete sahne olan kilit pozisyondaki bir jeopolitik bir alan olmaya bir süre daha devam edecek.” (s.90)

Aslında İran da en az Türkiye ve Brezilya kadar bu denklemde olmayı hak ediyor, hatta Türkiye çoktan dışlandı bile. Arap Dünyası’ndaki ayaklanmalar, evet, İslamcıların işi değildi, Ramazan’ın dediği gibi. Ama İslamcılığı derinden etkiledi. İslamcı muhalefet Soğuk Savaş sonrası ilk kez ve birden belirleyici olma, değişme ve dönüşme mecburiyetiyle karşı karşıya. Uyum sağlamak için Türkiye’yi örnek alan Müslüman Kardeşler’in dönemi uzun sürmedi. “İslamcı alternatif” ihtimali kaldıysa o da Türkiye’de Cemaat-AKP kavgasıyla kül olmuş görünüyor. Şu şartlar altında ne Türkiye örneği, ne de onun neo-liberal İslamcılık denemesi bir yenilik sunabilir. Zira Tarık Ramazan da, “daha geniş çaplı sosyal eşitlik ve ekonomik adalet adına mücadele edilmeden gerçek anlamda demokratikleşme olmaz” (s.98) diyor. Peki ya halkların derdi gerçekten demokratikleşme mi?

Gerek Tarık Ramazan’ın yazdıkları, gerek Mısır’dan Ukrayna’ya son bir yıldaki gelişmeler, ne “İslam” ne de “Demokrasi” gibi bir göstereni, aksine hali hazırdaki bagajların terkini işaret ediyorlar. Demokrasi vaadi yeterli olmadığı içindir ki devrilen hükümetler ve yeni yönetimler insanları sokaktan dönmeye ikna etmedi. Tunus’ta başlayan, Tahrir Meydanı’nda ateşlenen fişekle aydınlanan umutlar, mezhep savaşlarıyla gölgelenmiş durumda. Ne Türkiye ne İran tarafgirliğin ötesinde bir dış politika izleyebildi. Sonunda Tarık Ramazan’ın söyledikleri malumun ilamı haline geldi: “Nüfuz için verilen savaşlar ve Arap ayaklanmalarına karşı güdülen çelişkili tavırlar Müslümanların kendi içerisindeki gerginliklerin ışığında düşünülmeli; zira, bu gerginlikler bağımsızlık ve kurtuluş için sürdürülen ulusal ve bölgesel hareketleri yıpratmakla kalmaz, aynı zamanda onları engelleyip ortadan kaldırır.” (s.102)

Yine de İslam küllerinden yeniden doğabilir. Tarık Ramazan bu ihtimale bakarken İslamî ideallerin ayrıştığı yerleri söylemeyi ihmal etmiyor: Müslümanın tanımı, şiddetin kullanımı, Şeriat’ın tarifi, siyasî temsiliyet, kadının yeri, ötekiyle ilişkiler ve “Batı” ile ilişkiler… Kökten veya aşamalı evrime uğramış bütün İslamî yönelimler bu sınavlarla karşı karşıya kaldı ama hiçbiri egemen bir İslam yorumu ortaya koyamadı. Bu da, en azından büyük ölçekte, İslam’ın bir alternatif sunabileceği düşüncesini taze tutuyor. Laikleşme ve İslamlaşma isteyen kutuplar arasında sığ tartışmalar süredursun, yazar tarafları ekonomi, eğitim ve kültür alanında fikir üretmeye çağırıyor: “Bugün, hakiki anlamda sorun doğru savaşı seçmek; insanların yaratıcı enerjisini gerçek problemlere gerçek çözümler bulmaya seferber etmektir.” (s.134)

Tarık Ramazan’a göre, çoğunluğu Müslüman olan toplumlar bu sınavları geçip ilerlemeye öncü olabilirler. Yeter ki, Müslüman Kardeşler’in yaptığı gibi “anayasamız Kur’an’dır” deyip geçmesinler. “İslam’ın sunduğu ahlakî yönelim konusunda muğlak bir nokta yok” derken o, İslam’a başvurmayı “müstacel, zaruri ve yapıcı” bulur, ancak ve ancak Şeriat’ı yasaklar manzumesi değil, sosyal adalete bir çağrı olarak görür. (s.172-173)

Sonuç olarak bir Arap Uyanışı vardır ve bu, hem aşırı şüphecilik hem de duygusal iyimserlik batağına saplanmadan okunabilir. Batı-İslam karşıtlığının ölüm ilanını veren Tarık Ramazan, Arap Dünyası’ndan beklenen düşünsel dönüşüme dikkat çekiyor; İslam’ın halen hatırı sayılır bir biraradalık imkânı sunduğunu yazıyor.

Hz. Peygamber’in Yahudilerle birlikte imzaladığı Medine Vesikası’nda şöyle deniyordu: “Müminler aralarından hiçbir kimseyi içine düştüğü ağır mali sorumluluğun altında tek başına bırakmayacaklar.” Tunuslu Muhammed Bouazizi bu ilke temel alınsaydı kendini yakar mıydı, bu soru, sızlayan bir su gibi Orta Doğu’da kendini hissettiriyor.

babilcomdanalabilirsiniz


İslam ve Arap Uyanışı – Tarık Ramazan
Açılım Kitap