Nazlı Karabıyıkoğlu

Tomris, Otuzların Kadını’na nasıl bakmışsa, duvarımda asılı olduğu yerden, bana da öyle bakıyor şimdi: Sözcüklerle boğuşmaktan torbalanmış gözleriyle, dışında umursamaz ve haylaz, içinde naif katmanlara bölünmüş, koca bir ağacın gövdesini kucaklıyor. Kendi gerçekliğini, ip cambazı maharetiyle işlediği öykülerinin gerisinden izliyorum onu. Çerçevenin içindeki Tomris’in duvarında asılı başka bir çerçeveye, Otuzların Kadını’nın portresinden içeriye giriyorum.

Otuzların Kadını, birbirine teğet geçen, aynı zamanda odaktaki bir portreye de girip çıkacak biçimde (der Tomris oğluna yazdığı mektupta), geçmişle şimdiyi, hayalle asıl olanı birbirine işleyerek örülmüş ‘koskoca bir öykü’. Yazmaktan ölesiye kaçan, kendini yazdıracak portrenin gölgesinden saklanan yazarın varlığı kitap boyunca hissedilebiliyor. Kendi söyleyişiyle, kurgulanmayı değil anlatılmayı bekleyen portredeki kadının akışı, yazarınkiyle sıklıkla kesişir. Bazen de otuzlardan fırlayıp doksanların kadınıyla şimdiye döner, bir kapı önünde korku sonrası yakılan sigarayla sonsuz nefesini üfler. Bir nostalji öğesine dönüştürmekten korktuğu kahramanının üzerine titrer Tomris Uyar. Otuzların Kadını’yla sanki ilk kez tanışıyor gibidir Pentimento’da. Deneyselliğini sonuna dek kullandığı bu koskoca öyküsünde, kaygılarını bunca yüklenmesi annesini anlatmasındandır. (Tomris Uyar kendisiyle yapılan söyleşilerde Otuzların Kadını’nın annesi olduğunu saklamayacaktır.)

Bölümlerin bitimine yerleştirdiği Gündökümleriyle, o büyük öykünün bizzat tanığı olduğunu hissettirir. Yazmaktan kaçmak için sığındığı gündelik işlerin sapkın bağımlılığından kurtulup çözülmeye başladığında, geçmişin yüklüğünden çekip çıkarmak zorunda olduğu birini vurgular. Bu zorundalık, annesine duyduğu suçluluktan mıdır? Ne de olsa o, sevgisini belirtmede tutumlu davranmış, annesinin isteklerini defalarca ‘biraz sonra’ diyerek ertelemiştir. Yazar, karakterinin kabuğuna iyice yerleşip Otuzların Kadını’nı alıştığı yöntemlerin dışında izler, kendi hayatıyla beraber çevirerek verdiği kesitlerle çok katmanlı bir öyküyü böylece örer.

Okuyucuyu, anlatının merkezinde tutmak için yaşamöyküsel metinleri, sessiz kareleri okunur kılma adına listeler hâlinde verirken, Otuzların Kadını’nın tarihini ve o esnada gelişen toplumsal olayların seyrini sermeye başlar. Az ilerde döner dolaşır, kadının hayatına dokunan bambaşka bir ânın sessiz tanığı olur. Bazen dayanamaz, kendince oyunlar oynayarak geçmişin içine doğru varlığını haykırır. Aslında Tomris Uyar, bu büyük öyküsünde, tıpkı aklını ve kalemini donduran dış olayların içine yansımasını çözmesi gibi, Otuzların Kadını’na dışarıdan fırlatılan kartoplarının, kadının içinde nasıl kar tanelerine ayrıştığını anlatmak ister.

Otuzların Kadını, türlü kıyafetlere bürünüp İstanbul’un bilmediğimiz güzelliklerinde kahkahalar atarken, bir anda fakültesi dâhil her şeyini bırakıp bir çiftlik sahibiyle evlenen, ormanda ata binerken ‘parıldayan şehir kızı’ndan uzaklaşmaya başlayan kadının kırgınlığından güç alıyor. İkinci evliliğiyle beraber alevlenen yaşam sevincine, ağırbaşlı alt benliği eşlik ederken, şimdiki zamanın (90’ların) bir dalgın bakışlı kadınının kitapçısının önünden geçiyor belki. Hangi şehirleri dolaşıyor, Prag’ı mı Budapeşte’yi mi daha çok seviyor, elindeki çiçekler saatler geçtikçe solarken, cumartesilerin duyguları alaşağı etmede en maharetli olmasından mı, en çok o günlerde hissizleşiyor? Arabanın koltuğunda kalçasına batan çividen, sırf ikinci kocası laf etmesin diye, bir yol boyu şikâyet etmemesi, arabadan indiğinde kanlar içinde kalan eteğinden suçlu, azar işitmesi Otuzların Kadını’nın en gerçek öğesi. Okuyucu bu gerçekliğe tutunup okumaya devam eder kitabı. Öyküler ilerledikçe, çivinin aslında içe dönmesiyle, çok da uzun sürmeyeceğine kanaat getirdiği hayatını daha kırık dökük yaşamaya başlar Otuzların Kadını. Umduğu, yarıda kalacak hayatını 1941 Mart’ında dünyaya getirdiği kızının tamamlamasıdır artık. Yazar Tomris’in annesiyle kitapların ardından kurduğu o saklı ve özel bağın tanığı olabilmekten gururludur okuyucu: “On bir yaşında bir çocuk, Mai ve Siyah’tan ne anlar?”

Geçmişle şimdiki zaman birbirine girdikçe, duvardaki portredeki kadının gözlerinin hüzünle büyüyüp derinleştiğini hissetmektir okuyucuya kalan. Çünkü o, tek zevki sokağın sonundan denize girmek olan bir kadındır artık.

Sokağın sonu, yazarın sırtına yükleyip yabancılaştığı bir kente açılır. Sokaklarından dışlandığı, eskiden çok iyi bildiği bir muhitte, Otuzların Kadını’nın anısı son bulur. Mezarlığın iki yakasındakilere de yabancıdır yazar; son listesinde, ensesindeki soğan kokan soluğun ağırlığıyla titrer. Otuzların Kadını, çoktan ölmüş olmasına rağmen, belki de bu anda tamamen yok olmuştur. Çünkü kent, direnmesine rağmen geçirdiği tüm değişimlerle, yozlaşmasını engelleyemediği tepeleriyle bir uçurumdur artık: Bir yanında yazarın kendini korkuya saldığı, diğer yanında yabancılaşan tüm öğelerde sırıtan Otuzların Kadını.

İskit Amazonlarının kraliçesi Tomris, gözlerini kapamış. Otuzların Kadını’yla sonu gelmeyecek tanışmasının tam ortasında. Aramızda koca gövdeli bir ağaç ve bir kitap. Bir kitap ki okurlarını çözümleme ve birleştirmeye dair, saklı bir âleme davet ediyor.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Otuzların Kadını – Tomris Uyar
Yapı Kredi Yayınları