Onur Caymaz

Shakespeare ile aynı günde, Puşkin’den yüz yıl sonra doğan Nabokov, sevimsiz bir adam; çokbilmişliğinde soylu köklerinin havası var. Calvino’ya, Fuentes’e, Aragon’a baktığım gibi bakamıyorum ona. Aynı kanıda olmadığımız yüzlerce şey bulunur. Fakat aramızdaki tüm bu uzaklığa rağmen ne zaman ona ait bir metinle karşılaşsam öylece kalırım. Şu cümlesi bile yeter benim için: “Edebiyat, iki kürek kemiğimiz arasında duyduğumuz ürpertidir…

Hikâyelerinin birinden şu cümleyi çizmişim, şiirdir, az sonra da şairdir diyeceğim zaten: “Pencereyi kapatmak gerekiyordu. Yağmur pervaza çarpıp parkeyle koltukların üstüne düşüyordu. Dev gümüş hayaletler canlı, hışırtılı sesler çıkartarak bahçede yaprakların arasında, portakal renkli kumların üstünde koşuşturuyorlardı. Yağmur oluğu tıkırdıyor, boğulurcasına gürüldüyordu. Sen Bach çalıyordun.

Şairliğinde muhtemelen sinestezik olmasının da payı var, yani Nabokov, kelebekler konusundaki uzmanlığının yanında (1942 – 1948 arasında Harvard Üniversitesi Karşılaştırmalı Zooloji Bölümü’nde araştırmacı üye olarak da çalışmıştır, Konuş Hafıza adlı kitabında bu merakını epeyce irdeler), harfleri, belirli renklerde görürmüş. Harfler, rengârenk kelebek kanatları, dizeler…

Modern tıp, sinestezinin hastalık olduğunu söylüyor, böyle hastalık olur mu bilemem. 1962’de BBC’ye verdiği bir röportajda usta yazar durumu şöyle açıklıyor: “Belki bin insanda bir görülüyor. Ama psikologlara göre çoğu çocukta var; ama sonraları, aptal anne babaları hepsinin saçmalık olduğunu, A’nın siyah olmadığını, B’nin kahverengi olmadığını, zırvalamayı bırakmaları gerektiğini söyleyince bu kabiliyetlerini yitiriyorlar.

Bir bilgi daha: Nabokov, gittiği her yere küçük indeks kartlarını, çizgili minik not kâğıtlarını ve kurşun kalemini de birlikte götürürmüş. İlgisini çeken olayları, aklına gelen tuhaf fikirleri ya da ilham veren bir şeyi not eder; sonra bu kartların, birbirleriyle ilişki kurabilecek gibi olanlarını zaman içinde küçük bir kutuda biriktirip romanını çalışmaya başlarmış. Ceviz masasında, önünde içkisi ya da kahvesi, boynunda fularıyla daktilosunun tuşlarına dokunan yazar figüründen oldukça ayrı değil mi?

İşte Solgun Ateş “şair” Nabokov’un kartlarından süzülmüş 999 adet dizenin bileşimi… Kar kristalleri gibi açılıp saçılan bir bulmaca. Bugün halen insanların üzerinde uğraşarak çözmeye çalıştığı; henüz postmodern edebiyat diye bir şey yokken bu tarz yapıtların tozunu attıran ve fakat bunu Nabokov’a yakışan hinlikle yapan; önsöz, şiir, açıklamalar ve dizinden oluşan; zamanında birçok eleştirmen tarafından yerin dibine sokulduğu halde birtakımı tarafından da başyapıt olarak nitelenen (iyi eserler böyledir) bir tuhaf roman. Yazılışının üzerinden yıllar geçmesine rağmen birçok kişi halen internette, e-posta gruplarında, üniversitelerde bu güzel, edebi, şakacı ve dopdolu şiirin izini sürüyor.

Bu bulmacada öncelikle edebiyatın en temel malzemesi olan dil ve bir entelektüel birikim, çarçabuk öne çıkıyor. John Francis Shade denen (shade, İngilizce gölge demektir), uzun şiirler yazmayı seven, kızı talihsiz bir biçimde ölmüş, eşiyle yaşayan ünlü bir şair var; aynı zamanda da akademisyen. Bir de Charles Kinbote adında, Amerika’ya sürgün gelmiş, Shade’e takıntılı, kitapta da alttan alta eşcinsel yönelimleri olduğunu sezdiğimiz, (o da akademisyen) bir eleştirmenle tanıştırıyor bizi yazar.

Elimizdeki roman, Kinbote’un, Shade’ın Solgun Ateş adlı şiirinin dizelerine ilişkin düştüğü notlar ve çözümlemelerden oluşuyor. Fakat Kinbote şaibeli biridir, takıntılı bir hayran da olabilir, sürgünde bir kral da, soğukkanlı bir katil de… Bana kalırsa kitap bize gerçeği söylüyormuş gibi durmakta ama satırlar arasındaki her şey, gerçeğin asla gerçek gibi olmadığını anlatmaktadır.

Üzerinde fazla konuşmak, işin büyüsünü bozacak. Üç beş şakalı ismi, yamalı aforizmalara iliştirerek yazarlık yapanların çağında, Vladimir Nabokov, gerçek edebiyat âşıklarının keyfine keyif katıyor… Hakiki edebiyatın peşindekiler bu kitabı kaçırmasın derim!

babilcomdanalabilirsiniz

Solgun Ateş
Vladimir Nabokov
İletişim Yayınları