Birdal Akar

Batı felsefesinin neredeyse bütün çevrelerinde Nietzsche’den bugüne kadar egemen olan tavır, Platon’u yalnız bırakmak ve felsefenin bütün başlıkları altında onu kendi savunmasını yapmaya zorlamak. Felsefe araştırmacısı ve hatta sıradan felsefe okuru bile, sadece bir yüzyılda felsefenin baskın geleneği hâline gelen bu tavrı ontolojiden epistemolojiye, etikten estetiğe bütün disiplinler için yazılmış her metinde bir saldırı, bir tahtından etme girişimi olarak hisseder ve irkilir. Platon bir yüzyıldır Batı’nın bütün felsefe ekollerinde, bütün felsefe tartışmalarında, matbaalarda, amfilerde ve seminerlerde sert saldırılarla sınanıyor; çoğu zaman bu sınav başarısızlıkla sonuçlansa da “filozof kral” yirmi beş yüzyıllık tahtından indirilerek yakasına “felsefenin Atinalı kralı Platon” yaftası iliştiriliyor ve “Batılı olamamış” medeniyetlere bu karikatürüyle gösteriliyor.

Batı’nın son yüzyılda üretilmiş büyük metinlerinin neredeyse hepsinde karşılaştığımız bu Platon karikatürünü, teknik çağın ve demokrasi çağının bir ihtiyacı olarak değerlendirenler elbette var. Bunu yüzyıl boyunca yüceltilen ve her büyük savaşla birlikte daha büyük bir slogan hâline gelen “bireysel özgürlükler” mitosuyla temellendirenler de olacak. Ancak “Platon’a muhalefet” geleneğinin kesintiye uğradığı düşünürlerle karşılaşmak da hâlâ mümkün ve Leo Strauss da bunlardan biri.

Siyaset filozofu Leo Strauss’un felsefesini anlamak ve bir “ana fikir cümlesi”yle anlatmak pek mümkün görünmez görünmesine, fakat siyaset felsefesinin klasik tavrına duyulan –deyim yerindeyse– “rasyonel” bir özlem ve bu klasik tavrın baş aktörünün Sokrates oluşu, Strauss’un metinlerinde ilk bakışta hissedilir. Filozof, bu rasyonel özlemi her defasında “doğal olan”ın “modernite” karşısındaki savunması hâlinde dile getirir.

Burada, “doğal” olandan devşirilecek her nomos’un tarihte bilinen tek adresinin klasik dönem olması ve bu adresteki ev sahibinin de Platon olması şaşırtıcı değil. Asıl şaşırtıcı olan, haklı olarak “kapalı toplum” mitosunun baş mimarı kabul edilen Platon’un, Amerikan liberal şahinlerine ilham veren bir siyaset filozofu tarafından savunulması. Strauss, bir anlamda, kendi öngördüğü devlet biçimini Platon’un şablonu üzerinde ve yeni bir erdem doktrini etrafında şekillendirme çabasındadır.

Bu çabayı Kudüs-Atina gerilimi üzerinden ifade ettiği siyaset idealinde (daha doğrusu bir siyaset felsefesi idealinde) birebir gözlemlemek mümkün. Modernitenin inşa ettiği yeni toplum biçiminde siyaset filozofu kendi sessizliğine çekilmiştir; felsefenin siyaseti biçimlendiren ya da ona yön veren gücü hızla ortadan kalkmıştır. Strauss, bu durumu Batı medeniyetinin krizine temel bir sebep olarak tespit eder. Oysa dönüp Atina modeline bakıldığında –evet, o modelde de logos’a tıpkı modernitede olduğu gibi yüce bir mevki tayin edilmektedir, fakat– physis her sahada iş başında ve belirleyicidir. İnsan eseri telakki edilen nomos, hiçbir şekilde physis’ten bağımsız değildir. Çünkü o dönemde, Kant’ın ve modern haleflerinin insanı ortasına attığı büyük yalnızlığın, her şeyi belirleme mecburiyetinin izine rastlamayız. Atina’da da modernitede olduğu gibi nomos var, fakat modernitenin aksine, bu bir yaratım değil taklit (mimesis). Taklit edilen şey ise elbette doğa.

Strauss’un kendi devlet idesini etrafında örüntülendirdiği kavram, tıpkı klasik dönemde –bilhassa Platoncu gelenekte– olduğu gibi, insanın “iyi” olması, diğer bir deyişle mutluluğu. Bu yönüyle Strauss’u, çoğu defa Platoncu devleti modernitenin siyaset anlayışındaki her türlü devletten ayırma ve farklı bir yerde konumlandırma çabasında buluruz. Bu farklı yer, anlaşılan o ki Strauss’un kendi idealinin yegâne mekânıdır: “Devlet’teki tezler bize açıkça gösterir ki Platon –ya da en azından Sokrates– liberal demokrat değildi. Bu tezler Platon’un Marx’ın anladığı biçimde bir komünist ya da faşist olmadığını da bize açıkça göstermektedir. Marksist komünizm ve faşizm filozofların egemenliği anlayışıyla hiçbir şekilde bağdaşmazken, Devlet’in tasarımı filozofların egemenliğiyle ayakta durmaktadır.”

Bu sözler, ilk basımı 1967’de yapılan History of Political Philosophy’de “Platon” başlığıyla yayınladığı yazıda geçiyor. Bu tarih, bilhassa Batı medeniyetinin, Strauss’un saydığı her üç yönetim biçiminden de yorgun düştüğü, ağır yaralar taşıdığı bir tarih. Diğer bir deyişle, Strauss modernitenin şans tanıdığı fakat her defasında olumsuz sonuçlar aldığı devlet biçimlerinden ayrı, olması gereken asıl rejimi klasik dönemde ve tam olarak Platon’da aramıştır. Esasında problem, siyaset felsefesinin genel anlamda moderniteyle –özelde Machiavelli’nin sunduğu “hükümdar” modeliyle– girmiş olduğu bir tıkanma sürecinden kaynaklanıyor ve Strauss’un bu tıkanıklığı Platon’un önerdiği “filozof kral” modeliyle aşmak, felsefeyi “devlet adamları” sahasında eski etkinliğine kavuşturmak istediği anlaşılıyor.

Burada Strauss’un Platon’unkiyle örtüşen bir ütopya sunduğu yanılgısına düşülebilir. Aslında Platon da –Devlet’te, Devlet Adamı’nda veya Yasalar’da– herhangi bir ütopya sunmamıştı; Sokrates figüründe hem Platon’un hem de Strauss’un bulmuş olduğu imkân, hakikatin devlet sahasında, siyasetin bütün organlarında, her bir yurttaşla doğrudan diyalog hâlinde olmasıydı. Hâliyle –en azından ikinci filozof– filozofların yönetici olduğu Platonik bir devlet anlayışını değil, siyaset felsefesinin yön tayin ettiği felsefî bir devlet anlayışını Batı modernitesinin büyük krizinden kurtulma imkânı olarak önümüze koyar.

Bu yüzyılın Platon’u söz konusu olduğunda, mesele hiçbir zaman bir Platon savunması ya da Platon’u ortadan kaldırma çabası değildir. Mesele daima bir hakikat imkânının savunması veya hakikat imkânını ortadan kaldırma çabasıdır. Sokrates’in yirmi beş yüzyıl öncesinde Atina mahkemesine karşı yaptığı savunma da hakikat imkânının sofist rölativite karşısındaki savunmasıydı. Bu yönüyle, Strauss’un “Sokrates’in Atina devletiyle diyaloğu” diye nitelendirdiği Savunma’nın ve sonrasında olanların bir kısmını anlatan Kriton’un klasik dönemdeki siyaset felsefesi için kilit metinler olması hiç de şaşırtıcı değil.

Her politik mesele içinden çıkılmazdır ve buradaki politik meseleyi daha da içinden çıkılmaz hâle getiren fazladan bazı çelişkiler söz konusudur: Sokrates Savunma’da kendisi için verilecek idam kararının büyük bir hata olacağını, adaletle hiçbir şekilde bağdaşmayacağını ve hatta Atina’yı felakete sürükleyeceğini açıkça beyan eder. Ama Kriton’a gelince, aynı Sokrates Atina yasalarının verdiği bu karara gönüllüce boyun eğmekte, Kriton’un sunduğu kaçma imkânını ısrarla reddetmektedir. Bir yönüyle devlet-insan arasında, diğer yönüyle idea-varolan arasında ortaya çıkmış gibi görünen bu çelişki, Strauss’un en mühim eserlerinden birinin ana temasını teşkil eder.

Eser, filozofun yukarıda alıntıladığımız yazısından bir yıl önce, 1966 güz döneminde Şikago Üniversitesi Siyaset Bilimi kürsüsünde verdiği derslerin dökümü olan Plato’s Apology of Socrates & Crito’dur. Aynı üniversite tarafından David Janses editörlüğünde deşifre edilerek yayımlanan ders kayıtları, bu yılın Mart ayında Özgüç Orhan’ın çevirisiyle Pinhan Yayınları tarafından Türkiye’deki felsefe okuruna sunuldu. Savunma ve Kriton ciltleri hâlinde, Platon’un Politik Felsefesi üst başlığıyla yayımlanan eser, daha öncesinde bir derleme (Politika Felsefesi Nedir?, der. Solmaz Zelyüt) ve bir kitaptan (Doğal Hak ve Tarih, çev. Murat Erşen) ibaret olan Strauss’un Türkçedeki varlığına mühim bir katkı sağladı.

Ders kayıtlarının sorunlu deşifresi ve düşünürün öğrencilerle doğrudan etkileşim hâlinde ortaya koyduğu zorlayıcı kurguya rağmen, gerek Strauss külliyatına hâkimiyeti ve gerekse Platon kavramlarının Yunanca asıllarıyla kurulan sıkı irtibat, Özgüç Orhan’ın çevirisini okur ve araştırmacılar için çok değerli kılıyor.

Pinhan’ın sıkı işlerinden biri olan Platon’un Politik Felsefesi ile birlikte, bize düşen, yirmi birinci yüzyılın önde gelen Platon araştırmacılarından (aslına bakılırsa Sokrates araştırmacılarından, çünkü Plato’s Apology of Socrates & Crito’da her fırsatta “Platon’un Sokrates’i” diye andığı kişiyi başka ve en az bunun kadar kıymetli bir eserin başlığında “Xenophon’s Socrates” diye anmaktadır) Strauss’un başka eserlerini de yakın zamanda Türkiye’deki raflarda görmeyi ummaktır.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 33.sayısında yayınlanmıştır.