Selçuk Küpçük

Kendisi ile söyleşi yapmaya gelen Roll müzik dergisi muhabirine daha konuşma başlamadan “ben fazla kelime bilmem. Bilmem azdan çok anlar mısın?” deyiveren Neşet Ertaş’ın bu cümleleri bir bakıma bağlaması ile seslendirdiği türkülerden geriye doğru çoğalarak akıp giden büyük bilgelik ve irfan geleneğini ifade ediyor. Gelip geçici dünyaya dair fazla söz söylemenin anlamsızlığı üzerine kurulu olan bu kavrayışın kuşkusuz Ertaş’a kadar ulaşan ve Hoca Ahmed Yesevi’den feyz alıp Anadolu topraklarında ete kemiğe bürünen bir evren tasavvurundan beslendiğini söylemek mümkün. Anadolu’ya has “maya”nın özünü inşa eden bu kavrayışın tahrik edici kuşatıcılığı sadece ocakları, dergahları içerisine almamış, pirlerden, abdallardan çobanlara kadar muhatap aldığı herkeste mutlak, yaratan ve yaratılan arasındaki aşk ilişkisinin coşkusuna dair bir edep, eda oluşturmuştur. Ki hâlâ Anadolu’nun en ücra köyünde okuma-yazma bilmemesine rağmen hayata, evrene, tabiata, mahlukata dair bilgece sözler söyleyebilen ariflerle karşılaşabiliriz. Bu yüzden Derrida’nın modern zamanlarda “susmak da bir konuşma biçimidir” cümlesinin açıkçası bizim için bir cazibesi yoktur.

Çünkü şu yalan dünyada, haddinden fazla konuşmanın anlamsızlığı üzerine dolaşıma giren ve adeta bu topraklar için sıradan bir hayat felsefesi biçiminde algılanan böylesi edep içerikli hâller zaten yaşamakta olan bir pratiğe karşılık gelmektedir. Kuşkusuz Derrida’nın bu kıymetli sözü ya da daha derinlere dalarsak Foucault’nun “konuşma da bir iktidar uygulama biçimidir” mealindeki cümlesinin, pozitif aklın tedrisatından geçirilmiş topraklar için apayrı tarihsel karşılıkları bulunabilir. Lakin Anadolu’da irfan ve aşk ehlinin yaklaşık bin yıl evvel çaldığı sosyolojik maya’nın özünde bu ve benzeri bilgi zaten “bilinen” bir mesele idi. Dolayısı ile kendisinden evvel bu topraklarda dolaşımda olan büyük bilgelik geleneğinin içerisinde kimlik kazanan Ertaş’ın “fazla kelime bilmemesi” ve soru sorandan “azdan çok anlamasını” beklemesi işte bu edebin, erkânın gereğidir. Tıpkı Seyyid Hüseyin Nasr’ın “İslam Sanatı ve Maneviyatı” kitabında “konuşma varsa uzaklık vardır; sessizlik varsa yakınlık vardır” demesi gibi.

Savaş Ş. Barkçin’in Erdem Yayınları’ndan yeni çıkan “Gönül Dağı-Neşet Ertaş’ın Gönül Dünyası” kitabı bir bakıma bahsettiğimiz “susma”nın derin kazısını yapan bir çalışma. Ertaş üzerine daha evvel biyografik nitelik taşıyan ve hatta müzik sosyolojisi açısından da çözümlemelerde bulunan kıymetli eserler yayınlandı. Ancak O’nun gerek babasından devraldığı, gerekse kendi ürettiği türkülerin biraz evvel bahsettiğimiz ve Anadolu’ya asıl kimliğini, erdemini veren “maya”ya ait özün izini süren müstakil bir çalışma olması bakımından Barkçin’in kitabı bence önemli bir boşluğu dolduruyor. Çünkü Neşet Ertaş’ı Neşet Ertaş yapan tılsım, bu maya’ya eklemlenebilme ve modern zamanlarda bu öze ilişkin bilgiyi/geleneği dönüştürebilme gücüdür aynı zamanda. Netice itibariyle Anadolu’nun değişik mekanlarında O’nun gibi aşıklar, ozanlar kendilerinden yüzyıllar evvel söylenmiş türküleri dillendiriyorlardı. Lakin Ertaş bu birikimi dönüştürebilme performansına sahip olması dikkate alındığında diğerlerinden ayrışıyor.


Gönül Dağı
Neşet Ertaşın Gönül Dünyası
Savaş Şafak Barkçin
Erdem Yayınları

1950’lerden sonra Türkiye’de kırsalın hızla şehre akmaya başlamasını salt demografik, istatistiki bir hareketlenme biçiminde okuyamayız. Türkülerin üretildiği kırdan modernleşmenin mekanı kente doğru yönelen toplumsal katmanın içerisinde ozan da, aşık da vardır ve eline sazını alarak şehrin kenar mahallelerine inmiştir. Hayatın adeta durağanlaştığı ve dolayısı ile temanın belirli izlekler etrafından yinelendiği sınırlı coğrafyadan (kır) ayrılıp, zaman algısının ve toplumsal ilişkilerin değiştiği kente gelen aşık’ın, ozan’ın ürettiği türküler de bir biçimde dönüşüme uğrayacaktı. Sadece muhatap olduğu bireysel, toplumsal olaylar açısından değil, şehirde karşılaştığı yeni müzik türlerini de yaşanan sürece dahil edersek, Türkiye’de 1950’lerden itibaren müzikal anlamda tarihsel pratiklerin yaşandığını not düşmemiz lazım. Burada Neşet Ertaş’ın kendisinde temsiliyet bulan mesele, Hoca Ahmed Yesevi’nin çaldığı, sonra Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultan gibi yolbaşçıların biçim verdiği “maya”nın müzikal anlamda teknik dönüşümüdür. Dönüşebildiği için zaten “maya”dır ve Anadolu varoldukça bu maya dönüşerek yaşayacaktır. Neşet Ertaş atalarından devraldığı bu birikimi Türkiye’nin modernleşme seyrine paralel biçimde kente taşımış, kente ait yeni mekanlarda icra etmeye girişmiştir. Ama bunu salt teknik bir yer değiştirme biçiminde algılamayıp, temaya, öze dair bilgiyi koruduğu için de toplumun diri duran anlam haritasında çabucak karşılık bulmuş, özdeşleştirilmiştir. Bir bakıma şehre gelen ve şehirde kendisine yabancı olan, dayatılan modernleşme pratiği karşısında Ertaş’ın türkülerine sığınan Anadolu insanı Leyla’yı, Hakk Dostları’nı, Gönül’ü, dünyanın yalanlığını, muhabbeti unutmayarak erdemini, irfanını muhafaza etmeye çalışmıştır. Kendisine dayatılan ve baştan sona Batıcılaşma paradigmasına oturtulan modernleşme basıncına yönelik Anadolu insanı, cevap verebilecek sosyolojik enstrümanlardan yoksun ise de, bu türkülerin içerisinde döneleyip duran temalar sayesinde maya’sını adeta yeniden hatırlamış ve korunmuştur.

Neşet Ertaş’ın kente taşıdığı türküleri, kent soyluların çocuklarının ancak gidebildiği Galatasaray Lisesi gibi seçkin bir kolejden mezun olmuş Cem Karaca devralmıştır mesela. Burada Cem Karaca’ya simgesel olarak atıfta bulunduğumu belirtmeliyim. Anadolu’ya kimlik veren ozanlardan Emrah’ın sözlerini plağa okuması zaten Neşet Ertaş’tan bir gelenek devraldığını gösteriyor. Mesele bununla da sınırlı değil bana göre. Modern Türk müziği biçiminde adlandırabileceğimiz yakın dönem tarihsel deneyimde bir başka başat karakter olan Orhan Gencebay ile de bağlantılı açıklanabilir Ertaş. Gencebay’ın 16, Neşet Ertaş’ın ise 20 yaşlarında olduğu ve Beyoğlu’nda bir mekanda yevmiyesi 7,5 liradan çalıştığı zamanlarda iki karakter bir sazevinde karşılaşırlar. Önce Neşet Ertaş çalar bağlamayı aşk ile. Ardından sazevi sahibinin “Orhan da çalar” demesi üzerine Gencebay alır bağlamayı. Yıllar sonra Gencebay bu karşılaşma anı için şunları anlatır : “Ben çaldım söyledim o ağladı, o çaldı söyledi ben ağladım derler ya, aynen öyle oldu”. O yıllar Neşet Ertaş’ın kendisine bağlama alacak parası dahi yoktur cebinde. Türkiye’nin ise O’nun kıymetini algılayabilecek donanımı. Netice itibariyle çok uzun yıllar adeta kendisini unutturmaya çalışır gibi yurt dışına gider ve susar. Bu susma’dan çok şey anlaşılmasını bekler. Sürecin bir şekilde öyle işlediğini söylemek de mümkün. Türküleri dillerden dillere dolaşır. Bir zamanlar O’nun türkülerine sığınan kenar mahalleler, yani sosyolojik anlamda “çevre” Türkiye’de çok şeyi değiştirmiş, hatta “merkez”e kadar gelmiştir bile.

Savaş Ş. Barkçin’in kitabı kuşkusuz biyografik bir çalışma değil ama Ertaş’ın susmasını anlamlandırdığı edebi, edayı, irfanı, bu topraklara ait evren, birey, tabiat tasavvurunu besleyen temel kavrayışı çözümlememize imkân aralıyor. Türkülerinin sözleri arasında gezinen ve derin tasavvuf düşüncesinden kopmaz izler taşıyan bu kavrayışın nasıl Mevlana’nın metinleri ile paralellik arz ettiğinin haritasını sunuyor önümüze. Böylece Ertaş’ın sürmekte olan etkileyici bir bilginin modern zamanlarda yeniden ortayı çıkan tezenesi olduğunu fark ediyoruz. “Tasavvuf” şeklinde adlandırabileceğimiz böylesi bilgiden habersizseniz mesela Neşet Ertaş’ın, bu zamana kadar kendisine ait çıkan hiçbir kasetini, plağını saklamadığını anlamlandırmak mümkün olmaz. Oysa Ertaş dünyanın yalan olduğu bilgisini aldığı ilk andan itibaren bu meselelerin önemsizliğini çoktan kavramış bir arif, abdal hâli ile görevinin, ataları gibi bu topraklara “ayaklara türab”, gönüllere hızmatçılık” yapmaya geldiğini söyleyip durmuştur. Bir zaman kendi köyünde, obasında “abdal” olduğu için horlanmasına rağmen içinde büyük bir insanlık sevgisi taşıması, aşk denilen duygunun kaynağına ilişkin kavradığı derin bilgiden dolayıdır. Bu yüzden “kendini bilen, bilmeyenin kusuruna bakmaz” der. Neşet Ertaş’ın gerek türkülerinde ve gerekse hayata ilişkin duruşunda ifade bulan “ayrılık, güzellik, muhabbet, birlik, ölüm, gurbet, çile, ana-baba, dünya, Leyla, sevda, gönül, Hakk dostları, insan” temaları üzerine çözümlemeler yapan Barkçin’in kitabı Ertaş’ın müziğini hak ettiği boylamda anlamayı sağlayan önemli bir çalışma. 

Arka Kapak dergisi 4. sayı