Mustafa Özel

Billy Budd, modern “milli” devletin “liberal” hukuk sisteminin maskesini indiren muhteşem bir kurgu. Hukuk ve siyaset derslerinde temel metin olarak okutulmalı. Okutulmalı ki, amme menfaati yahut devlet çıkarı adına kişi masumiyeti nasıl çarmıha gerilirmiş, görülsün. Ayrıca, bir hayalname yazarının yetmişinden sonra nasıl bir hakikatname kaleme alabileceği de anlaşılsın…

Billy Budd, uygarlığa karşı barbarlığın, kırala karşı tabiatın (Tanrı?) savunusu. Melville aslında taraf tutmuyor; sadece medenî insanın barbarlık ile doğallığı, uygarlık ile hükümdar lehine baskılamasını ve bunu ödev kavramıyla kutsayıp meşrulaştırmasını reddediyor. Yurttaşlarını modern durumun topyekün muhasebesine davet ediyor.

Hikâyemiz 1797 yılında geçiyor, gök gözlü kahramanımız Billy tam 21 yaşında. Demek ki 1776 yılında doğmuş; demek ki anlatılan onun kadar yazarın ülkesinin de hikâyesi. Ne ana-babasının kimler olduğunu biliyor, ne doğum yerini. Merak da etmiyor. Daha ilginci ise, hikâyeyi “olay”dan 100 yıl kadar sonra kurgulayan yazarın roman sahnesi olarak ABD’yi değil, İngiltere’yi seçmiş olması. Doğayı ve barbarlığı artık dizgin altında tutabilen ülkesinin herkesin imrendiği hukuk sistemine bu kadar mı güvenmiyor?

İngiliz gücünün belkemiği olan donanma, Büyük İsyan’dan beri tedirginlik içindedir. Fransız Devrimi nasıl “altettiği kırallardan daha büyük baskılar uygulayan, haksızlıklar yapan bir zorba” oluvermişse, İngiltere kırallığı da bir nevi OHAL içinde yaşamaktadır. “Doğadan gelme bir seçkinliği” olan Levent Oğlan (Billy), tayfaların kısaca Haklar dediği İnsan Hakları adlı gemide çalışmaktadır. Patron olacak dikkafalı armatör, siyaset filozofu Thomas Paine’nin hayranıdır. Philadelphialı (Fransız kökenli) armatör dostu Stephen Girard ise, ana vatanın “serbest fikirli düşünürlerine beslediği sevgi” yüzünden gemilerine Voltaire, Diderot gibi isimler koymuştur.

OHAL gereği askerî gemilere, ticaret gemilerinin adamlarına “el koyma” yetkisi verilmiştir. Indomitable adlı geminin yüzbaşısı, Haklar’a bir çıkarma yapar ve o kadar tayfa arasında sadece Levent Oğlan’a el koyar. Billy, hiç sızlanmadan pılı pırtısını toplayıp yeni gemiye geçer. Ayrılış anında gemisine veda edercesine “Haydi bakalım, sen de hoşça kal koca İnsan Hakları!” deyince, komutanından ilk fırçayı yer. Elveda özgürlük, merhaba askerî disiplin!

Askerî gemide de Billy kısa zamanda kendini sevdirmeyi, saydırmayı bilir. Ticaret gemisinden gelme genç tayfa, çok geçmeden usta gemici diye sınıflandırılıp pruva çanaklığının sancak vardiyasına verilir. “Yapmacıksız görünüşü, güzelliği, içten gelme kaygısızlığı” sayesinde herkesçe sevilir. Levent Oğlan’ın durumu, “tıpkı taşradaki memleketinden alınıp sarayın pek yüksek soydan gelme hatunlarıyla rekabete atılan bir köy güzeli”ni andırıyor.

Billy, Batı uygarlığının güzel yüzlü özetidir: Yarı Herkül yarı Musa, biraz Adem biraz İsa. Yüzünde “Grek yontu ustalarının kimi zaman insan gücünün timsali olan kahramanları Herakles’in yüzüne verdikleri dingin, yumuşak huylu bir iyilik” okunuyor. Baban kim sualine “Allah bilir efendim!” cevabını veriyor. Peki, nereden geldin? “Bir sabah Bristol’da insansever bir adamın kapısını açınca kapı tokmağında asılı ipek astarlı bir sepet içinde beni bulmuş olduğunu işittim.” Billy’nin seçilmiş bir soydan geldiği, “safkan bir yarış atında olduğu kadar” ortadadır. Okuma yazması yoktur, benlik duygusu yoktur, “gerçek bir barbardan” hiç farkı yoktur. “Adem’in, tatlı dilli kurnaz yılan ustalıkla yanına sokulmadan önceki hâlini” andırmaktadır.

Hilesiz tat, şüpheli tat

Melville uygarlaşmayı, hilesiz tattan şüpheli tada geçiş olarak nitelendiriyor. İlkel ve saflığı bozulmamış erdemler, yozlaşmamış damakta yaban yemişlerininkine benzer hilesiz bir tat bırakır. Tamamen uygarlaşmış bir kişi ise aynı damakta su katılmış şarap gibi şüpheli bir tat bırakır. Uygarlaşma/şehirlileşme kaçınılmaz da gözükse, bir büyü ögesi içeriyor olmalı. Melville “has köylülük ruhuna” seslenen iyi yürekli kadîm bir şairin iki dizesiyle bu talihsiz mecburiyeti özetliyor:

Yoksul ve dürüstsün, dosdoğru özün sözün

Kente seni getiren, söyle, hangi afsun?

Billy’nin tek kusuru, zaman zaman beliren dil tutulması illetiydi. “Levent Oğlan’da böyle bir kusurun açıkça belirtilmesi yalnızca onun alışılagelmiş türden bir kahraman olmadığının değil, aynı zamanda başrolünü oynadığı bu hikâyenin bir masal, lirik bir efsane olmadığının da delili sayılmalıdır.” İşte romanın, selef edebî türlerden farkı: Kusurlu insanın öyküsüdür o. Yani, insanın. İnsanötesi ile irtibat kopmuştur artık!

Bugünkü zorunlu askerlik görevinden pek de farklı olmayan “donanmaya cebren adam alma” usulü, buhar gücüne dayanmayan İngiliz donanması için kaçınılmazdı. Bu usulün kaldırılması, “tamamiyle yelken bezinden güç alan ve sayısız yelkenleri, binlerce topu, kısacası her şeyi kol gücüyle işleyen bu vazgeçilmez donanmayı” kötürümleştirirdi. Gemi komutanı Kaptan Edward Fairfax Vere, kırk yaşlarında bir deniz kurduydu. Mesleğinde tamamen kendi yetenek ve çabasıyla yükselmişti. Daima emrindeki tayfanın iyilik ve çıkarını gözetir, ama disiplinin çiğnenmesine asla göz yummazdı. Kitapları severdi; gerçek olayları ve insanları konu alan kitapları tercih ederdi. Bu okumalarında “daha çok, içinde kendine sakladığı örtük düşüncelerin doğrulanışını” bulurdu. Yeni fikirlere karşıydı. Fakat onun gerekçesi bu fikirler kayırılmış sınıfların çıkarlarına ters düştüğü için değildi. Kaptan Vere yeni fikirlere “yalnızca uzun ömürlü kurumlar gerçekleştirmekte yetersiz kalacaklarını sandığından değil, aynı zamanda dünya barışı ve insanlığın huzuru açısından tehlikeli olduklarına inandığı için” dürüstçe karşıydı. Dürüstlükleri, bu tür insanları dosdoğru olmaya yöneltir. “Öyle ki, göçmen kuşların yaptığı gibi, uçuş sırasında sınırları aştıklarını hiç farketmeden akıp giderler.”

Borda emniyet amiri John Claggart, “gerçek kimliğini gizleyen, toplum ve ahlâk açısından yüksek değerlere sahip biri izlenimini veren” bir gedikli astsubaydı. Geçmişi hakkında hiçbir şey bilinmiyordu. Belki İngilizdi. Kıral’ın hizmetine girmeden önceki yaşamı konusunda bilinenler, “aşağı yukarı bir kuyruklu yıldızın gökyüzündeki ilk görünüşünden önceki yörüngesi hakkında bir astronomun bildikleri” kadardı. Hemen ortaya koyduğu üstün yetenekleri, zekâsı, yaradılışından ileri gelen uyanıklığı, üstlerine karşı takındığı durmadan alttan alan dalkavukça tavırlar, sansara yaraşır türde bir dehâ ve bütün bunların üstüne gelen pek sade, pek katı bir vatanseverlik sayesinde kısa zamanda borda emniyet amirliğine yükselmişti.

Yazar tarafından müphem (yahut aşikâr ama gene de yoruma açık!) bırakılan birtakım nedenlerle Claggart, Billy’ye özel bir ilgiyle takılmaya meyletti. Tayfanın Rampadan pişman lakabını taktıkları yaşlı İskandinav denizci, Billy’yi uyarmada gecikmedi: “Şeytan Jemmy senin peşinde Evlat Budd.” Deneyimli İskandinav, Claggart’a şeytan demekte haklıydı, çünkü gizli bir deliydi emniyet amiri. Bu tür insanların deliliğini ortaya çıkaracak bir olay veya kimse oldu mu, ne denli tehlikeli oldukları anlaşılırdı. “Çılgınlıkları saklı ve kontrol altında olduğundan en azılı sapıtma dönemlerinde bile herhangi bir kimse onları aklı başında bir insandan ayırdedemez. Onda kötülük bir saplantı, bir mâni halinde belirmişti. Kötülüğü doğuştandı; kısacası ‘doğaya uygun bir soysuzluk’ örneğiydi.”

Claggart, Billy’yi kıskanıyordu. “Kıskanma duygusunda bütün insanlığın tanıdığı, en aşağılık suçtan bile daha utanç verici bir şey vardır. Bu duygu beyinde değil de yürekte yerleşmiş olduğundan, bir kimsenin akıl ya da zekâ seviyesi hiçbir zaman kıskanmaya karşı güvence sayılamaz. … Billy Budd’ın güzelliğini, canlılığını, sağlık taşan yaşama sevincini, tertemiz açık yürekliliğini yan gözle izlerken, bütün bu özelliklerin böyle bir yapıda bir araya gelmesinden etkileniyordu.” Claggart, iyiliğin ne olduğunu kavrıyor, fakat iyi olamıyordu. Saf ve çocuksu Billy’de ise “kötünün ne olduğu hakkında sezgiye dayanan bulanık bir fikir bile” yoktu.

Ve iftira anı gecikmez. Claggart, Kaptan Vere’e giderek, Levent Oğlan’ın gemide bir isyana önayak olma hazırlığı yaptığını bildirir. Kaptan, kulaklarına inanamaz. Billy’ye ilk geldiği andan itibaren hayrandır. “Keyfî hükümle silah altına alınmayı anlayışla, hatta sevinçle karşılayan delikanlı ruhuna asker bir denizci olarak hayrandı. Claggart’a ise hiç itimadı yoktu.”

Billy’yi kaptan kamarasına çağırırlar ve Şeytan Jemmy iftirasını tekrarlar. Billy önce durumu pek kavrayamaz. “Kavradığı zaman ise, yanaklarının yanık pembesi bir anda ak cüzzama tutulmuş gibi bembeyaz oluverdi. … Ağzından boğuk, hırıltılı sesler çıktı. Böyle bir iftira karşısında duyduğu derin hayret, toy ve körpe benliğini sardı. İşte bu hayret, aynı zamanda yalancının, içinde uyandırdığı tiksinti ve dehşet, yine dilinin tutulmasına yetti. … Bir anda sağ kolu, gece ateşlenen bir topun ağzından çıkan alev hızıyla yerinden fırladı ve Claggart yere düştü.”

Bir Melek Asılacak!

Talihsiz çocuk! Ne yaptın sen! Gel şimdi, bana yardım et! “Kaptan Vere de yerdeki ölü kadar hareketsizdi. Sanki bir ay tutulmasından sonra ay, girdiği karanlıktan öncekine hiç benzemeyen bir yüzle ortaya çıkmış gibiydi.” Biraz önceki sahnede Billy’ye karşı davranışlarında görülen babalık duygularının yerini hemen askerî disiplin alır. Sonra doktor gelir. Kaptan onun kolunu yakalayarak yerdeki cesedi gösterir: “Yalancı Ananias’ı Allah işte böyle cezalandırdı! Bak! Tanrı’nın meleklerinden biri tarafından çarpıldı. Yazık ki bu melek asılacak!” Ve derhal borda harp divanını toplantıya çağırır.

Doktor telaşlı ve kuşkuludur: Acaba kaptan aklını mı oynattı? Böyle bir durumda, konunun amirale iletilmesi daha doğrudur. Fakat sessiz kalır Doktor. “Aldığı emirleri tartışma konusu yapmak küstahlık sayılırdı. Komutana karşı gelmekse isyan demekti.” Peki, Kaptan gerçekten aklını mı oynatmıştı? Melville’in tasviri bilgelik kokuyor: “Kim gökkuşağında morun bitip kavuniçinin başladığı çizgiyi kesinlikle gösterebilir? Delilikle akıllılık konusunda da durum böyledir. Aradaki farkın derece derece değiştiği birçok vakada pek az kimse sınır çizgisini çekmek gibi bir işe kalkışır. Oysa bazı uzman kişiler bu işi meslekleri gereği ücret karşılığında yaparlar. Çünkü bazı insanların dünyada para için yapmağa kalkışmayacakları hiçbir şey yoktur.” Tamam ama, sonuç? Yazar topu bize atıyor: “Kaptan Vere’in, işinin ehli bir adam olan cerrahın sandığı gibi gerçekten de ani bir sapıtmanın kurbanı olup olmadığına, hikâyenin olaya tuttuğu ışıktan yararlanan herkes kendi karar vermek zorundadır.”

Kaptanı kişiliğinin tam tersi yönde davranmaya iten ana sebep, üzücü olayın “nazik bir döneme” rastlamış olmasıydı. Havada isyan kokusu vardı. Fakat Melville ortamı öyle bir tasvir ediyor ki, sanki nazik dönemin aslında ülkenin her zamanki normal hâli olduğunu hissediyorsunuz. Tıpkı bizim çocukluğumuzdan bu yana istisnasız bütün devlet adamlarımızdan işittiğimiz şu sözün ima ettiği durum gibi: “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde…” Ben 60 yılda 6 darbe yaşadım (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, 15 Temmuz), millî birlik ihtiyacı hiç değişmedi!

Hukukî açıdan üzücü olayın görünürdeki kurbanı, kusursuz bir adamı kendine kurban etmeyi amaçlamış olan kişiydi. Öte yandan bu kusursuz adamın tartışma kaldırmayan davranışı, denizcilik gelenek ve yasalarına göre askeri suçların en ağırı sayılırdı. Kaptanın yetkileri ve üstlenmiş olduğu görev ise onu, konuyu basit, yani hukukî yoldan çözüme bağlamaya zorluyordu. Mahkeme heyeti kamarada toplandı. Olayın tek görgü tanığı olan Kaptan Vere, jüri üyelerine Claggart’ın iddialarını aynen nakletti. Üç jüri üyesi subay hayretle Billy Budd’a baktılar. Billy onlara göre, ne Claggart’ın iddia ettiği gibi gemide isyana kışkırtıcı planlar kuracak, ne de işlediği cinayet türünden bir olaya karışabilecek bir insana benziyordu. Bu bakımdan belki dünyada şüphelenecekleri en son insandı.

Billy: “Kaptan Vere doğru söylüyor. Durum Kaptan Vere’in söylediği gibi, emniyet amirinin söyledikleri gibi değil. Ben Kıral’ın ekmeğini yedim, Kıral’a sadığım. … Eğer konuşabilseydim ona vurmayacaktım. Söylediği yalanlara karşılık vermek istedim, ama konuşamadım, vurdum. Tanrı yardımcım olsun!”

Kaptan Vere, askerî ödev bilincinin vicdanî sorumluluk ve merhamet duygularıyla çatışmasından ileri gelen çaresiz bir durumdadır: “Tanrı önünde masum olduğuna içten inandığımız bir soydaşımızı nasıl acele bir kararla yüzkarası bir ölüme mahkum edebiliriz? Üzülerek sözlerime katıldığınızı belli ediyorsunuz. Doğrusu ben de aynı şeyleri bütün gücüyle içimde duyuyorum. Bu duyduğumuz, doğanın ta kendisidir. Peki, üzerimizde taşıdığımız şu apoletler, şu düğmeler kime sadık olduğumuzun belirtisidir? Doğaya mı? Hayır, Kıral’a! Kıral’ın subayları olarak aldığımız ödevler, doğanın bizden istediklerine uygun olabilir mi?”

Dürüst, iyi yürekli ama medenî komutanın hukuk felsefesi nettir: Eylem ve davranışlarımızda doğal olmamak bizler için gerçek bir zorunluluktur. Bizler emir üzerine savaşırız. Burada hüküm giydiren, mahkûm eden biz kendimiz miyiz, yoksa bizler sayesinde yürüyen Harp Kanunu mu? Harp Kanunu ne kadar insafsız, ne kadar merhametsiz olursa olsun, bizler ona yine de bağlı kalır, onu uygularız.

En başta, olayın sahnesi aslında İngiltere değil ABD demiştim. Türkiye deseydim ne farkederdi? Tabiat’la Kıral’ın ezelî savaşı devam edip gidiyor. Ve Levent Oğlan’ın encâmı bizi bir ay daha Arka Kapak’a bağlıyor…

Arka Kapak dergisi 25. sayı