Kaan Murat Yanık

Herhangi bir sıfat ya da belirleyici bir sözcük eklemeden sadece ‘kitap’ diyorum ona ve bu ölçülü davranışın içinde, biraz çaresizlik, deneyüstü olanın sınırsızlığı karşısında duyulan sessiz bir teslimiyet de var; çünkü hiçbir sözcük, hiçbir dokundurma, havsalamızın almayacağı, bizi korkuyla ürperten, adı konulamasa da önceden sezinlenen bir şeyi yeterince ifade edemez. O mükemmel şeyle yüz yüze gelindiğinde, bir sürü sıfatın ya da sayısız niteliğin ne gibi bir yararı olabilir ki?

Bruno Schulz, Avrupa edebiyatının öne çıkmış yazarlarının, bilhassa Kafka’nın gölgesinde kalmış bir isim olsa da, son yıllarda Tarçın Dükkanları eseri hem akademik hem kültürel çevrelerinin başyapıt olarak kabul ettiği bir eser haline geldi.


Tarçın Dükkanları
Bruno Schulz
Çevirmen: İlknur Özdemir
Yapı Kredi Yayınları

1892 yılında Drohobycz’da doğan yazar, resim ve mimarlık okumuş. Ayrıca dönemin büyük ressamlarının oluşturduğu ekoller etrafında şekillenen sanat- din-siyaset- felsefenin iç içe geçtiği oturumlarda bulunmuş. 1934 yılında yayınlanan Tarçın Dükkanları eserinin kör noktalarına saklanan benzeklerin bu oturumların uzantısı olduğunu söyleyebiliriz. Zira kitap hakkında Almanya’da yazılan kara tezlerde de bu durumdan söz ediliyor. Yazar, Tarçın Dükkanları ile birlikte dönemin saygın entelektüelleri tarafından kabul görüp birçok ödüle ve büyük eleştirmenlerin övgülerine mazhar olsa da, ismi uzun yıllar çevirmenliğini de yaptığı Kafka’nın gölgesinde kalmış. 1937 yılında yazdığı Kum Saati Burcundaki Sanatoryum eseriyle özgünlüğünü daha fazla kişiye kabul ettirdiğini söylemekle birlikte halen Schulz ve Kafka isimleri birlikte zikrediliyor.
1942 yılında yaşadığı gettoda bir nazi tarafından vahşice öldürülmesine kadar geçen sürede yazarın büyük bir yoksulluk içinde, öğretmenlik yaparak yaşadığını ve çini mürekkebiyle olağanüstü resimler yaptığını biliyoruz.

Schulz’u Kafka ile yan yana koymak için elimizde epey veri var. Her şeyden evvel Kafka’nın Dönüşüm romanındaki baba- oğul ilişkisinin bir benzerini Tarçın Dükkanları’nda da görmek mümkün. Fakat Schulz, baba ile oğul arasındaki ilişkiyi Kafka’nın çatışma halinde sunduğu kabuktan farklı olarak; bazen olumlu, kimi zaman ise müphem bir şekilde ele alıyor. Yakup ve Yusuf Peygamber kıssasısın Tevrat’daki varyasyonunu asli kurmacanın batini hali yapıp bu gölge kurmacanın çelişkilerden ikiz bir hikaye çıkarıyor ortaya. Elbette hamam böceklerinin aslında babası olduğundan şüphelendiği kısmı da atlamamak lazım…
Bu çelişkiler sadece baba- oğul meselesinde değil karakterlerin ruhsal dönüşümlerinde de karşımıza çıkıyor. Elbette tevratî birçok yazarın daldığı kutsal denizden beslendiği çok açık olan yazar, kullandığı sürreal unsurlarla gerçek kavramını yeniden yorumluyor. Aynı zamanda psikoloji, din, varoluş, aile ve çocukluk mefhumlarını da bir tezgâhta birbirine karıştırıp ortaya tuhaf aromalı bir şey çıkarıyor. Schulz’u Yahudi kültüründen ayrı tutarak kapsamlı bir okuma yapmak çok zor. Zira bu denizin dibindeki kabalistik unsurlardan ötürü bazen Yahudi kültürüne vakıf olmak bile bazı göndermelerin sırrını faş etmeye yetmiyor. Aynı zamanda ortada bir “regresyon” yani kaynağa inme meselesi var ki, çocukluğa dönme arzusu, Freud üstü bir bilinçdışı yoklamasıyla Schulz’un cümlelerinin boşluklarını dolduruyor.
Schulz’un her iki eserinde de zaman kavramının bozulduğunu görüyoruz. Zaman, romanın dışında akan bağımsız, hatta canlı bir mahluk gibi maddenin ve ruhun dönüşümlerini neden- sonuç ilişkisine dayandırmadan akıyor. Bu akışı tanzim etme gücünü elinde bulundurmak istemeyen yazar, zamanın kendi başına yok olmasını veya zamansızlık kavramının ortaya çıkmasını istiyor sanki.

Schulz’un eserlerinde birçok tevratî yazarda rastladığımız türden çatışmalar mevcut. Herhangi bir yere ait olamama, başkasının yerine yaşama, çocukluğa özlem, sürekli arayış ve kaybolmuşluk, boşlukta sallanma gibi hislerin güçlü, gemlenemez bir içgüdü şeklinde var olduğunu görüyoruz.

Yazar; şehri, aileyi, korkuyu, aşkı, sanatı, zamanı kısacası tüm hayatın parçalarını nevi şahsına münhasır bir perspektifle idrak ediyor.

Bruno Schulz, İkinci Dünya Savaşı zamanında sıradan bir Yahudi, iyi bir ressam, yoksul bir öğretmen ve her şeyden önemlisi değeri sonradan anlaşılan büyük bir yazar olmanın sürreal tablosu şemalinde karşımıza çıkıyor.

Kitap gençken inandığımız bir efsandir, ama yaşımız ilerledikçe onu ciddiye almaya başlarız. 

Arka Kapak dergisi 30. sayı