Ayşe Zeliha Gökçe

Şebnem İşigüzel’in son romanı, 1580’ler Osmanlısından 1940’a kadar uzanan bir zaman diliminde gezinen, adını, bu zaman zarfında gökyüzünde parlayarak kahramanlarına kılavuzluk eden, aynı zamanda anlatıcı kahramanın göbek adı da olan “Venüs” yıldızından alan, “bir aile tarihçesi, bir yaşam öyküsü”dür. Diğer yandan bundan çok daha fazlası olduğunu da mutlaka eklemek ve açıklamak gerekli:

1908 yılında, İstanbul boğazının ortasında kahramanımızın doğum hadisesi ile başlayan anlatı, sürekli ileri-geri saran kurgusu ile, okuru 1580’lerden 1945’e kadar, geniş bir tarihi süreçte gezdirir. Bitkilerden elde ettiği zehirli gazlar ile ırkdaşı olmayan insanları “kansız” bir şekilde, zehirleyerek, topluca katletme idealleri olan “faşist” baba; geleneksel kadın imajlarından oldukça uzak, yer yer feminist çıkışları olan ve her daim bir aşığı bulunan hala –Şekina- ve ailenin bütün kadınlarını doğurtan, aile yadigarı, Nergis, annesini İstanbul’a göç yolculuklarına denk gelen doğumu sırasında, İstanbul Boğazının ortasında kaybeden anlatıcının yaşamının odağındaki kişilerdir. Bu ailenin, Arnavutluk’tan İstanbul’a göçünü, babaanne ve halaların “yanlışlıkla” Londra’ya gidişini, İstanbul Boğazının ortasında su alan bir sandalda yaşanan doğum hadisesini, çocuğun erkek olmamasına öfkelenen babanın hırsla tepinerek neredeyse sandalı alabora edişini “dinlediğimiz” ilk anlardan itibaren “maceralı” ve renkli bir anlatı ile karşı karşıya olduğumuz çok bellidir. Ancak kadın kahramanların odağında, şen şakrak ilerleyişin devamında açılan katmanlar, ciddi meseleler ve hikayenin karanlık dehlizleri ile buluşturmaktadır okuru.

Renkli kahramanları ve tarihsel olaylara ince göndermeleri ile ilmek ilmek örülen roman, kurgusal anlamda inşa ettiği eklektik yapı ile okurun merak duygusunu da peşinden sürüklemektedir. Bu noktada anlatının son derece güçlü ifadelerine, edebi güzellikteki cümlelerine rağmen, romanın ilk yarısında, kurguda, özellikle tercih edildiği belli olan bir esriklik dikkat çeker. Ancak romanın ilk yarısında, İstanbul’da, babası, halası Şekina ve Nergis’le büyüdüğü belli olan, yer yer okura babasının tuttuğu bir defterden anekdotlar, hikayeler de sunarak, Nergis’in hikayesini onun ağzından aktararak, yaşamadığı dönemlere de uğrayan çocuk anlatıcının, daha doğrusu hep çocukluğundan bakan anlatıcının, ilerleyen bölümlerde hayatının vardığı noktayı görürüz. Kahramanımız aslında nerededir, bu hikayeyi bizden başka kime anlatmaktadır, Nergis aslında kimdir, yüzlerce yıllık hayatında başına neler gelmiştir, Şekina’nın sırrı nedir; bütün bunların aslına vakıf oluruz. Bu bağlamda, aklına estiği gibi hayatını ileri geri sararak anlatan heyecanlı anlatıcı yerine; romanın ortalarında, gerçekleri kanırtan, perdeleri aralayan, neşeli, esrik, şen şakrak bir havadan sıyrılıp, aile tarihçesinin karanlık yanlarıyla bizi de tanıştıran anlatıcı ile buluşuruz. Hayatı öyle bir yer ve andadır ki, romanın sonunda bize anlattıklarını, yani okuduğumuz bu satırları, gömmek zorunda kalacaktır.

Venüs’ün dili, üslubu, hatta kurgusu ve neredeyse duyabildiğimiz kokusu, iniltileri, fısıltıları, her şeyi, son derece dişildir. Kurgudaki giriftlik, anlatıcının coşkun anlatma duygusunun satırlara sinen telaşı, romandaki kadın kahramanların güçlü karakterleri romanı kadınsı bir enerji ile yükseltmektedir. Yaydığı bu enerji ve dinamik temposu ile neşeli bir tavır takınsa da, romanın tanıtımında bahsedilen, “şeker şurup, iyimser roman” vaadine pek de kulak asmamak en doğrusu. Romanın ciddi mevzuları, kadınsı bir duyarlılığın hüzünlü duygusuyla sırtladığını söylemek çok daha doğru olacaktır. Romana da adını veren Venüs’ün aslında göbek adı olduğunu söyleyen anlatıcının, Şekina ve Nergis ile kurulu “şen şakrak” dünyasından, aile tarihi ve evlilik hayatı ekseninde, kadınlık hallerine, ırkçılık gibi ciddi mevzulara, adları açıkça söylenmese de pek çok tarihi kişiliğe dair pencereler sürekli açılıp kapanır. Kadın dilinin içtenliği ile süren, altın varaklı, görkemli, neşeli, coşkulu bir çerçeveye benzeyen anlatı, içinde, dudak büken, gözleri dolu, hüzünlü portreler taşır aslında. Romanda da bahsedildiği gibi, dışarıdan görünmez, dikilmez yaraları anlatır Venüs; kadınsı bir eda ile, coşkuyla, hiç susmayacakmış gibi:

“ ‘İnsan en çok beden dağının mücevherinden yaralanır’ dedi beni kesip biçen ve diken. (…) Kalptir orası, diye devam etmişti. Bütün yaraları oradan alırız. Görünmez yaralar. Dikilmez yaralar. Kanamayan ama insanı öldürüp bitiren yaralar.” (Venüs: 193)

Okuru coşku ve heyecanla karşılarken derininde bu derece duyarlı bir roman evreni kurgulayan, böylelikle romanının sadece dilini değil, adeta varoluş amacını, tamamen dişi kılan İşigüzel’in, neşe ve hüzün, kurgu ve gerçek arasında kurduğu bu bıçak sırtı dengeye şapka çıkarmamak mümkün değil.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Venüs – Şebnem İşigüzel
İletişim Yayınları