Röportaj: Yunus Emre Tozal, M. Ali Çalışkan

Sizi son zamanlarda İstanbul’un bir yerine sıkışmış hayatların hikâyeleri yazılarınızdan takip ediyoruz. Sizin anlatımınızla yaşadığımız mahalle, içinde yuvarlanıp durduğumuz o hengâme de kaderimiz oluyor. Mahalleyle olan ilişkimiz nereye gidiyor, mahalleli bize ne katıyor?

Yıllardır bir mahallenin öykülerini yazıyorum; mahalledekilerin ve mahalleye bir şekilde yolu düşmüş yabancıların öykülerini. Asıl derdim bu değil.

Anlattığım her ne olursa olsun çok kişisel bir hikâyenin peşindeyim; kendini aramak gibi, kaybettiğin andan itibaren varoluşunun parçalandığı, aidiyetlerinin kırıldığı ve hayatın içinde güvensizleştiğin şeyleri yeniden bulabilmek telaşı gibi bir hâl bu. Bir mahallenin içinde bu kadar uzun zamandır deli gibi dolaşmanın asıl sebebi bu. O mahalleden çıktığımız andan itibaren hayatın içindeki yaygın duygular farklılaştı. Bu hayatın kolaylaşması ya da zorlaşmasıyla ilgili bir şey değil. Hayat başka türlü bir hâle geldi ve bu yeni durumu tanımlayamıyorum. Asıl acı verici olan geri dönecek bir mahallemiz kalmadı. Bunu kabullenemiyorum bir türlü. Bunu kabullendiğim anda bu hayatın ortasında, aradan geçen onca yıla rağmen acemiliğini üzerinden atamamış, huzursuz bir adam olarak çaresizleşeceğim. Sürekli hafızamı zorluyorum. O sokakları, o evleri, o yüzleri hatırlamaya çalışıyorum. Zamanla bulanıklaşıp yok olmasından korktuğum ne varsa zihnimde tutmaya gayret ediyorum. Bunların birçoğunun acı veren şeyler olması önemli değil. İnsanlar anlattığım hikâyelerin kendilerini mutsuz ettiğini, sürekli kötü sonlarla bittiğini söylüyorlar. Bunun çok önemli olmadığını ve bütün bu acılarla baş edebileceğimizi anlatıyorum. Asıl mesele içimizdeki yaralar, sızlayıp duran eski yaralar değil; mesele yabancısı olduğumuz bir sokağın içinde, yabancısı olduğumuz yüzlerin arasında ne yapacağımızı kestiremez bir halde kalakalmak. Yeni bir hayat var karşımızda ve bu yeni hayatın bizden ne beklediğini bilmiyoruz. Cam cepheli bir plazada çalışırken boynumuza asılan kimlik kartının ne demek olduğunu, yeni nesil bankacılık işlemlerinde hangi detaylara dikkat kesilmemiz gerektiğini, sosyal medyada duyarlık gösterme biçimlerinin hangi kalıplar üzerinden belirlendiğini tam olarak anlayamadan yaşamanızın mümkün olmadığı yeni bir hayat bu. Terk edilme biçimlerinin değiştiği, yoksullaşma biçimlerinin değiştiği, kavga etme biçimlerinin, âşık olma biçimlerinin değiştiği bir hayat bu. Birçoğumuzun aklı buna yetmiyor; kavrayıp ayak uyduramıyoruz. Ayıp değil, günah değil. Bundan utanacak değiliz. Bu mahallenin hikâyelerini anlatmak benim için bir nevi hayatta kalma, hayatımı sürdürme biçimi. Bunlar benim için Binbir Gece Masalları. Masal bittiği anda öleceğim. Anlatabileceğim kadar anla- tayım. Zaten anlatacak bir şey kalmadığında yapacak bir şey yok. Okuyucu bıkabilir ama bu benim için hayat memat meselesi ve insanlar sıkılıyor diye bundan vazgeçmek istemem. Baktım anlatmanın bir anlamı kalmıyor, o zaman da susarım zaten. Hayata kazık çakacak halimiz yok.

Türk edebiyatına baktığımızda 65-80 arasında çıkan muazzam şiir kitapları, hikâyeler ve romanlara rastlıyoruz. Cemal Süreya’dan Oğuz Atay’a, Sezai Karakoç’tan İsmet Özel’e, Turgut Uyar’dan Ece Ayhan’a, Cahit Zarifoğlu’na… O dönemi içinde bulunduğumuz kuşakta 2000-15 arası ile karşılaştırırsak neler söyleyebiliriz? Edebiyat, şiir, hikâye zayıflıyor mu? Ya da siz nasıl bakıyorsunuz bu karşılaştırmaya?

Edebiyatın, şiirin, hikâyenin biçim, form, içerik, üslup, dil, yorum, kaynak, etkileşim biçimi gibi özel- likler bağlamında değiştiğini, dönüştüğünü söyleyebiliriz ama zayıfladığını söyleyemeyiz. Bir dönemin içindeyken, bu alanlarda yapılan üretimleri hakikatli bir şekilde değerlendirebildiğimizi sanmıyorum. Çok güçlü kalemler, sesler, üreticiler var. Bir çırpıda çok güçlü romancı, şair, öykücü sayabilirim. Bu dönemi geçmişle kıyaslamayalım. Yakın gelecekte ömrümüz olursa dönüp nelerin üretildiğini, nelerin ayakta kaldığını ve ne ölçüde iz bıraktığını daha iyi anlayacağız. Geçmişten farklı olacağı muhakkak ama güçlü bir edebiyat sesi çıkarma ihtimali de var bana kalırsa.

Nuri Pakdil’in çıkardığı Hamle dergisi, döneminin önemli bir yayınıydı. O zamanlar sağcılık-sol- culuk pek yoktu diye anlatıyor büyüklerimiz; Hamle dergisi “Sait Faik’e Saygı” sayısı bile çıkarabiliyordu. Bu yönüyle bir dergide yer almanın ölçüsü nedir? İyi bulmak mı, bir cepheye ait olduğunu düşünmek mi?

Hangi büyükler böyle anlattı bilmiyorum ama benim görebildiğim kadarıyla Türkiye’nin kültür çevrelerinde, kültürün, sanatın, edebiyatın fikrin üretildiği zeminlerde adına sağ-sol demesek de bir ayrım var; Batıcılar – gelenekselciler, ilericiler – gericiler, milliler – enternasyonaller, şucular bucular. Bu konudaki cepheleşmenin zaman zaman oldukça acımasız olduğunu da görmek gerekir. Peyami Safa da bundan büyük acılar çekti, Oğuz Atay da, Nuri Pakdil de, Kemal Tahir de, Cemil Meriç de. Kültür iktidarının gadrine uğramış bu isimlerin ortak özellikleri yerli olmaları, bu toprağa ve halka aidiyetlerinin yüksek olması, hakikat gibi ağır bir yüke talip olmaları, kültürel performans alanlarına, gösteri sahnelerine yüz vermemeleri, varoluşlarını sahici acılar çekerek keşfetmeye çalışmalarıdır. İdeolojik olarak başka başka yerlerdeler ama böylesi bir muhayyel dairenin içinde bir araya gelebilirler. Karşılarında bir kültür iktidarı ve acımasız bir cephe vardır. Bugün de var. Son zamanlarda çıkan dergilerin birçoğunun ortak özelliği bir cephe mantığında, aynı şeyleri söyleyen insanların yan yana gelmesi. Bizim Ot’tan Nurhak’la bunu sık sık konuşuyoruz; acaba bunu kırabilir miyiz? Zaman gösterecek. Meselelerimizi sahici bir düzlemde ifade edebilmek gibi bir çabadan söz ediyorum. Yoksa her kesimin hazır kalıpları, duyarlık ve ifade biçimleri, sevgi ve nefret cümleleri ve bütün bunları kabaca ifade etmesi durumunda çılgınca alkışlayacak körleşmiş çevreleri var. Bu alkışın şehvetine kapılan edebiyatçılar çiğ ve kaba gündelik dilin esiri oluyorlar. Edebiyatın yüksek ruhunu buna alet etmeye çalışıyorlar ama zaman geçince bunların hiçbiri kalmayacak. Ama sahici duyarlıklarını yüksek edebiyatın diline uyarlayabilenler iyi edebiyatçı olarak hayatımızda yer alacaklar. Aynı fikirde olmayacağız ama aklına, kalbine saygı duyacağız.

Şiirde olduğu gibi romanda da imgeler üretiliyor, fenomenoloji üzerine kafa yoran edebiyatçılar nesnelerin edebiyatı dediğimiz yeni bir varoluşçuluk perspektifi üzerinden ilerliyor, son dönemde Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi buna bir örnekti, nesneler üzerinden ilerlemişti. Klasik varoluşçuluğun, felsefe yüklü metinlerin, mistikleşmeye yol açtığını söyleyebilir miyiz?

Biraz dur. Bir soruda bu kadar kavramı yan yana koyarsan bir cevap vermek mümkün olmaz. Şiir, roman, imge, fenomenoloji, varoluşçuluk perspektifi, Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, felsefe yüklü metinler, mistikleşme. Şimdi bütün bunları bir kenara bırak ve derin bir nefes al. Bütün bunları unut. Bunlar edebiyatçının meselesi değil. Bunlar düşünürlerin ve bir miktar da edebiyat eleştirmenlerinin işi olabilir. Bunların tümü edebi metinlerin yorumları bağlamında konuşulabilir ama bunu konuşacak insanlar edebiyatçılar değil. Edebiyatçının karşı karşıya kaldığı temel varoluş sorunu şu; içimde bir şey var ve orada kaldığı müddetçe rahat etmeyeceğim. Ne olacağını bilmiyorum; zehirleyebilir, öldürebilir, uykusuz bırakabilir, huzursuz edebilir, mutsuzlaştırabilir, delirtebilir, şunu yapabilir, bunu yapabilir ama bunu ifade etmezsem bir şeyler olacağı muhakkak. Bunun ifade biçimi yüksek edebiyatın ruhumuza açtığı ferah ve güçlü bir dil üzerinden gelişinde ortaya bambaşka bir şey çıkıyor. Edebiyatçının metafizik gerilime dokunabilmesi bu ifade biçiminin derinliğini pekiştirecektir diye düşünüyorum ben. Bunu söylerken her edebiyatçının inanması gibi bir bağlamı kastetmiyorum. Metafizik gerilim, mistik alan edebiyatçının tahayyülünü, tasavvurunu, tefekkürünü sıradanlığın bataklığından çekip alacaktır. Kafka’nın dünyası, Dostoyevski’nin dünyası bu gerilimden yeteri kadar pay almıştır mesela. Metafizik yaradan mustarip olmak bu. O yara bizi daha doğurgan ve güçlü kılacaktır. Bütün cümlelerimizin nabzını güçlendirecektir.

Son romanınız Şanzelize Düğün Salonu’nda adı anılmayan bir karakter var. Şeyh babasının yanından bir aşk için ayrılır ve yıllar sonra bir zaruret sonucu dergâha döner. Bir döngü, bir arayış var gibi ama karakterin aradığı şey her neyse onu bulabildiğini söyleyebilir miyiz?

Karakterin bir adının olmamasını özellikle istedim. Bu hikâyede en önemsiz şey karakterin ismi… Asıl önemli olan senin de söylediğin gibi arayışı. Her okuyucu karakterin geçtiği yerlere kendi ismini koyabilir. Hakikat gibi bir derdi olan, arayan, yoldan çıkan, yoldan düşen, yola niyet eden herkes bu romanın ana karakteridir. Karakter bir şeye inanıyor ve buna engel olduğunu düşündüğü bütün inanma biçimlerinden vazgeçiyor. Bu çok ağır bir şey… Bugün inandığın şeyin geçmişte inandıklarının tümünden daha kıymetli olması ve bütün inandıklarından vazgeçmeni şart koşması çok zor… Karakterin çıktığı yol, veya yoldan çıkışı da diyebiliriz, bu yüzden oldukça yorucu. Bu kadar içten bir yola çıkış niyetine sahip olduktan sonra nereye gittiğin çok önemli mi? Zahir ehline göre mutlaka öyle. Bir de ihtiyaç sahibi olanlar var ki belki yol onlara şifa olur. Nereye gittiklerini bilmeseler bile…

Şanzelize Düğün Salonu, içinden geçmekte olduğumuz şizofrenik yarılmanın hatta yırtılmanın, kopuşun, kolaj krizin bir özeti gibi… Dostoyevski’nin yeraltı adamını hatırlattı bu yönüyle… “Ben hasta ruhlu bir adamım…” diye başlıyor Dostoyevski romanında… İçinde yaşadığımız çağın insanı hasta eden bir tarafı mı var, yoksa biz mi kendi kendimizi hasta ediyoruz?

Dostoyevski’nin yeraltı adamı benim için pek çok karaktere esin kaynağı olmuş çok güçlü bir karakterdir. Aynı sosyal şartlara, ekonomik yapıya, inanç düzlemine sahip olmasalar da yeraltı adamının tipik özelliklerini taşıyan insanlar var ve sosyal hayatta olduğu gibi edebiyatta da çok güçlü etki uyandırıyorlar. Şanzelize’nin karakteriyle böyle bir benzerlik kurulmuş olmasından memnuniyet duyuyorum. İnsanın hastalanması meselesine gelince… Evet toplumun insanı hasta eden tarafı var. Modern hayat dediğimiz şey yaşamın her bir yanına sirayet eden ve hepimizi ağır hastalıklara sokan acımasız bir paradigmadır. İçine hapsolduk ve vücudumuzda, kalbimizde, aklımızda, ruhumuzda onulmaz yaralar açı- yor. Bunun yanı sıra adına karakter dediğimiz kişisel kuyularımız, kadere dönüşmüş karanlıklarımız var ve bunlar da aynı ölçüde bizi hasta ediyor. Edebiyat bana kalırsa bu karanlık koridorlarda yürüyen ve hastalıkların pençesinde ölümle, yok olmak duygusuyla cedelleşen ruhların elinde büyüyor. Edebiyat uğraşısını içimizde bu kadar güçlü bir yere sokan da bütün bağışıklıklarımızı kıran hastalıklar. Güçsüzleştiren, acizleştiren bu hastalıklara karşı iyi edebiyatla ayakta kalmaya çalışıyoruz. Hem hastalıklardan besleniyor hem de hastalıklara karşı ayakta tutuyor. Edebiyatçının ağır trajedisi de bu. Mitolojik bir lanet gibi üzerinde taşımaya devam edeceği bir trajedi bu.