Esra Nur Akbulak

Son dönemde edebiyatta bir furyaya ve neredeyse alt bir türe dönüşen “taşra edebiyatı” meselesiyle karşı karşıyayız. İlkin sinemada Nuri Bilge Ceylan etkisiyle vurgulu bir şekilde karşımıza çıktı, son dönemde edebiyatta üzerine en çok konuşulan, yazılan meselelerden biri haline geldi. Öncelikle taşra-merkez dualitesini sorunsallaştırmak gerek. “Ne taşra kaldı ne merkez” derken, öte yandan keskin bir taşra-merkez ayrımıyla karşılaşıyoruz. Üzerine bunca konuşulmasına rağmen, bir tür muammaya dönüşen taşra-merkez ayrımını siz neye bağlıyorsunuz?

Çünkü hâlâ içinde bulunduğumuz yeni durumun adını koyabilmiş değiliz. Taşra da, merkez de dilimizde hâlihazırda var olan ve kavram çantamınızın içerisinden çıkardığımız kavramlardan ikisi. Biz de hâlâ onlarla anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz. Halbuki merkezin merkezde olduğu ve etrafında bir taşranın oluştuğu, “dışarı”nın net bir şekilde ayrıldığı, taşra ve merkez arasında merkez-taşra ilişkisinin kurallarının geçerli olduğu bir adab-ı muaşeret düzleminden söz edemeyiz bugün. Geçmişte taşra-merkez ilişkilenmesinin kendisinin bir kültürü vardı, artık bu yok.

 

Tarihsel bir hattan söz ediyoruz o halde…

Tabii… Bunu anlayabilmek için filmi biraz seksenlere çekmek gerekiyor. Çünkü seksenlere kadar hem Türkiye’de hem dünyada, merkez ve taşra nispeten netti. Bugün böyle bir netlikten söz edemeyiz, çünkü bu aynı zamanda bir modernite ve bir mobilite sorusu ve sorunu. Seksenlerden itibaren hem dünyada hem Türkiye’de neoliberalleşme ve mobilitenin artmasıyla birlikte işler karışmaya başladı. Türkiye özelinde bilhassa Doğu illerimizden sınırları ortadan kaldıran göç hareketleri oldu. Türk’ün Batı’ya yolculuğu denir ya hani, 80 itibariyle de Kürt’ün Batı’ya yolculuğu söz konusuydu. O dönemi en iyi özetleyen cümle, benim için, Cem Karaca’nın kendisine bu göçler, arabeskin yükselişi, her yerde bangır bangır türkülerin çalınması vs. ile alâkalı sorulan soruya verdiği cevaptır: “Vaktiyle bizim solcular evlerinin duvarlarına el örmesi heybe ve bağlama asınca Anadolu’yu evlerinde yaşıyormuş gibi hissederlerdi. Halbuki o heybenin, bağlamanın sahibi şimdi şehre geldi, bunu anlamıyorlar.” Tam olarak bu; “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür.” diye bir şey yok. Hiçbir zaman da olmadı ama bunu anlamamız “biraz” uzun sürdü. Dünyada da, Türkiye’de de bu durumla alâkalı netliğe kavuşmuş bir durum yok. Trump’ın şerifleri toplayıp toplantı yapması da bir taşra meselesi ve muammasıdır aslında. Dolayısıyla merkez ve taşranın arasında edebiyattan tapu-kadastrosuna kadar her anlamda, sınırları belli olmasa da bir ilişkilenme hali her zaman vardı ve bugün de var, bambaşka biçimlerde de olsa.

 

İstanbul kaçılan, yutan bir yer; merkez. İstanbul’dan bir yerlere kaçılıyor. İstanbul dışında kalan neresi varsa taşradır gibi bir denkleme katılıyor musunuz?

İstanbul seksenlere kadar merkezdi, 1453’ten beri. Başkenti Ankara yaptılar, yine durum değişmedi. Ellilerde, altmışlarda, yetmişlerde Yaşar Kemallerin yazar olmak için İstanbul’a taşınması bu durumun göstergesi. Yaşar Kemal, Çukurova’da yazmaya devam edip mektupla romanlarını göndermedi İstanbul’a. Merkez ile taşra ayrımı gayet netti çünkü; eğer burada görünmek istiyorsan, buraya gelmek ve kendini göstermek zorundaydın, oyuna katılmak zorundaydın. Buraya geleceksin ve Abidin Dino ile tanışacaksın, o da senin resmini çizecek, Ara Güler fotoğrafını çekecek, İstiklâl’de yazar dostlarınla karşılacaksın… Aynı şey sayısız yazar için de geçerliydi. O zaman evet; İstanbul bir merkezdi, net bir şekilde tek merkezdi. Ama 80’lerden itibaren, özellikle 90’lardan itibaren mobilitenin artması ve internet teknolojisinin oyuna dâhil olmasıyla birlikte işler karışmaya başladı. İhsan Oktay Anar, evinden çıkmaksızın bütün Türkiye’de çok satan bir romancı haline gelebildi. Hasan Ali Toptaş’ın Eryaman’dan dışarı çıkışları bile sayılıyken, bugün kitapları bilmemkaç dile çevrilmiş bir yazar haline gelebiliyor. Dolayısıyla başka bir paradigmanın içindeyiz artık; o yüzden İstanbul’un dışı taşradır gibi bir durum yok bugün.

 

Peki yayınevlerinin taşra ilgisini neye bağlıyorsunuz?

Bu ilgi bugün taşranın ekmeğini yemeye yönelik bir ilgiye dönüştü, çünkü satıyor da. Edebî kriterlerden çıkıp kararlar, neredeyse yazar Ankaralı mı Yozgatlı mı gibi son derece talî unsurlar üzerinden verilir oldu. Hâlbuki Selim İleri’nin hayatı boyunca İstanbul’u yazmasıyla, Hasan Ali Toptaş’ın taşrayı yazması arasında çok bir fark yok. İkisi de hayatlarının geçtiği mekânları edebî mekân olarak kullanıyorlar. Yoksa Gogol’ün bir öyküsünün bir köyde geçmesi onu taşra edebiyatı/edebiyatçısı yapmaz. Taşra edebiyatı başka bir şey, taşra-edebiyat ilişkisi başka bir şey. Abartmamak gerek. Bu bir tuzağa dönüştü ve taşra romantizmi haline geldi. Yayınevleri de bu tuzağa düşüyor, taşraysa koy sepete deniyor neredeyse artık. Dediğim gibi, taşra ve merkez ilişkileri bağlamında henüz oturmuş bir adab-ı muaşeret yok, çünkü bir geçiş sürecindeyiz. Kuracağımız cümlenin ilk kısmı; “Ne merkez kaldı ne taşra”. Peki, cümlenin ikinci yarısı? Ne yaşıyoruz, daha onun adını koyabilmiş değiliz; onun kültürü, marjinleri ve adab-ı muaşereti henüz oturmuş durumda değil.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 22.sayısında yayınlanmıştır.