İlyas Koç

“Bir gün bir kıza âşık oldum ve bütün hayatım değişti.” Kitapseverlerin malûm cümledeki telmihin nereye gittiğini iyi bildiklerini tahmin ediyorum. Tarık Tufan’ın son kitabı -aynı zamanda ilk romanı- Şanzelize Düğün Salonu’nu bir cümle ile özetlesem herhalde bu cümleyi söylerdim. Bir şeyhin oğlu olarak tekke kültürü içinde neş’et etmiş, annesinin ölümüyle boşalan duygusal açlığını bir kızın aşkında doldurmaya çalışmış, Leylâsının peşinde sürüklenirken özbenliğine yüklenen manevî değerleri hâk ile yeksân etmiş bir garip Adem’in hikâyesi… Birbirinden tuhaf insanların aynı olay örgüsü etrafında buluştuğu Şanzelize Düğün Salonu, aynı zamanda insanın içine doğru uzanan bir arayışın da arabesk tonda terennümü.


Şanzelize Düğün Salonu
Tarık Tufan
Doğan Kitap

Akıcı üslubu ile kendine özel bir okur kitlesi edinen Tufan ustalıkla kurguladığı romanında, muhafazakâr çevrede yetişen bir gencin, âşık olduğu kızın peşi sıra sürüklenirken kendine yabancı bir sosyal çevre ile temas etmesi sonucu yaşadığı ikilemi bütün çıplaklığı ile resmediyor. Romanda bir tarikat şeyhinin oğlu olan kahramanımız, âşık olduğu kızla hemdem olabilmek için aradaki en büyük engelin kendisi ya da daha doğru bir ifadeyle  özbenliğine yüklenen geçmişi olduğunu görür. Öyle ki kendini aradan/ortadan kaldırmadan kızla yakınlaşamayacağı kanısına kapılır. Beraber olduğu vakitlerde namazlarını aksatır. Hiç içmediği halde alkol almaya hatta esrar kullanmaya kadar vardırır işi. Onun bu sancılı ruhsal durumunu, ne istediğini tam olarak bilmeyen aşkla malûl bir bünyenin içine düştüğü trajik bir “suskunluk sarmalı” olarak okumak mümkün.

Böylesi takıntılı bir âşık portresi çizmesine karşın kitabın kahramanı, post-modern bir Mecnun olarak karşımızda arz-ı endam etmiyor. Yani “Leyla Leyla diyerek Mevla”ya uzanan klasik ve hatta klişe bir aşka düçar değil. Kitaba sırlı bir rüya ile girizgâh yapılması ya da isimsiz kahramanın bir şeyhin oğlu olmasından mütevellit ilk sayfalardan itibaren okurun düşünce dünyasında beliren “aşk-ı mecaziden aşk-ı hakikiye” uzanan Mecnunvari bir seyr ü süluk söz konusu değil. Tam aksine oldukça dünyevî, doğal, kendi ruhsal seyri içinde tutarlı bir aşk hikâyesi. Buna karşın kahramanın, birçok ilginç karakterin ve tuhaf olayın odak noktasında olması hikâyeyi gerçeklikten koparıyor ve masalsı bir hüviyete sokuyor. Ki bunca hayret-efzâ tuhaflığın içinde en hakikatli durum olarak karşımızı “rüya” olgusunun çık(arıl)ması hikâyeyi hepten sürreel bir düzleme taşıyor. Ancak karakterlerin diyaloglarının hiçbir yapmacıklığa girmeksizin gündelik hayattan izler taşıması okurdaki yabancılaşma hissini ortadan kaldırıyor ve hatta denilebilir ki kişi ve olaylar arasında doğal bir özdeşleşme durumu beliriyor.

Şanzelize Düğün Salonu’nda, karakterlerin psikolojik tahlillerindeki bütün başarısına karşın oldukça melodramik bir havada olduğunu söylersem yanılmış olur muyum? Şunu kast ediyorum: Edebî olarak okuyucuyu yormayan hatta ondan düşünsel bağlamda hiçbir gayret beklemeyen, anlatıda basitliği ön planda tutan, karakterler hakkındaki bilginin kitapta ilk görüldüğü yerde verildiği, tesadüflerin ciddi yer tuttuğu, rastlantısallığın abartılı olduğu, hatta ‘deus ex machina’ ile kahramanın kolayca başının dertten kurtarıldığı bir tema izleği. Tufan’ın son kitabının bir cümle içine sığıştırdığım ve adına melodram dediğim bu öğeleri barındırdığını belirtmek isterim. 

Arka Kapak dergisi 3. sayı