A. Ali Ural

Türkçe yazıldığı gibi okunan bir dil olsa da “Terziler geldiler,”i “Şairler geldiler,” olarak okumak istiyorum. Şiir karışmışsa kanına hâlden hâle sokar dili, simyacıdır “terzi”yi “şair” olarak okutur. Hem Turgut Uyar değil midir, “Hiçbir ozanın kendi şiirini açıklamakta, herhangi bir eleştirmeciden daha fazla yetkisi yoktur,” diyen. Varsın onun terzileri başka terziler olsun. Mezuraları boyunlarında ölçü aladursunlar kırpıntılar dökerek dükkânlarına. Terziden şair sıfatını esirgeyenler bilir ki her şair bir terzidir akıl sır ermeyen ölçülerine.

Şair iğneye iplik geçirip bekliyorsa bekleyin; hâlden hâle koyacaktır sizi. “Kentin ağlayışı”nı başka türlü nasıl biçebilsin, nasıl üzerinize göre diksin ceketinizi. Şiir kimsenin üzerine göre değildir, anlaşılmaması bundan. Çılgın terzilerin işidir, “bir kenti korkutan ve utandıran şeyler”e karşı. Korsan bayrakları siyah olur, gemilerin koyu renklere demir atması bundan. Mademki kaçmak mümkün olmamıştır, göze sıçramasın kir. “On bin yıllık çelenkte” hâlâ taze bir gül kalmışsa kirlenmemiş bakışlar yüzündendir. Ah, sabunla çizilmiş kumaşlara düşer duruluğu göz bebeğinin.

Terzilerin Piri İdris Peygamber, bir ağaca baktığında orada kaç yaprak olduğunu biliyordu. Ben şairim, bir ağaca baktığımda orada ağaç olup olmadığını dahi bilemem. “O ağaç (benim) kanımla beslenirdi” de haberim olmaz bundan. İdris Peygamber’in yüz şehir kurduğu söyleniyor, yetmiş iki dil konuştuğu. Bir şehirle baş edemiyor şair, bir dil konuşuyor anlamadığı kimsenin. Kalemle ilk yazı yazandı İdris Peygamber, iğneyle ilk elbise diken. Şair kendi piri de olsun isterdi belki. Ölüm meleğiyle dosttu, cenneti ve cehennemi göstermesini istedi ondan, önüne serildi. Şair mi, o şöyle yazdı; “Şimdi dar dünya / Ölümün büyük hızı kesildi.” At üzerinde savaşırdı İdris Peygamber. Şair “şarkılara başladı ölmüş olan bir at için.” Koşuşuyla “karaları ve denizleri uyandırmaya” çalıştı. İdris Peygamber kısa adımlarla yürür, yerden kaldırmazdı gözünü. Şair “göğe bakma durağı”nda bulutları atlara benzetti durdu.

Beş bin yıl önce bir terzi yaşadı Mısır’da, papirüslerde adı Hermes olarak geçiyor. Öyle bir terziydi ki Hermes, iğnesi hangi kumaşa değse orada medeniyet nakışları parlamaya başlardı. Yunanlıların Ermis ya da Trismegiste (Üç kez yüce), Yahudilerin Honok, Arapların Hermesu’l-Herâmise dediği bu bilgenin Hz. İdris olduğunu söyleyenler olmadı değil Sühreverdi gibi. Doğrusunu Allah bilir. “Huşu içinde seyretti insanlık / güzelliğini yaratılanların / ve sonsuza uzayan sürekliliğini / latif gökyüzü dolup taştı güneş ışıklarıyla / karanlık gecenin görkemi aydınlandı semavi meşalelerle,” diyordu Hermes. Turgut Uyar ise terziler geldiğinde güneşleri odaların dışına çıkardıklarını söylüyordu pencereleri kapatıp. Bir de “güneşi kötü evler”i vardı onun. “Bu güneşi değiştiren evlerde terzilik yapılır giyimler prova edilir”di. “Acılı gülümserdi kızlar.”

Dünyayı değiştireceğine inanırdı şairler. Perdeleri kapayıp güneşi odalardan çıkarıyorlarsa güneş olduklarına inandıkları içindi. Zira “Bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında…” O yüzden “makaslarını bırakmadılar” ellerinden. Farklı bir görünüm kazandırmak istiyorlardı dünyaya. “Patron çıkardılar, karşılaştırdılar,” kumaşla yüz yüze getirdiler kâğıdı. Bulunmaz kumaşlar bulunmuş, uyuyan kediler okşanmış, hüznün sonsuz çalgısı tınısını katmıştı şehre. Elinden gelse dünyayı altına çevirebilirdi Newton, simyanın ustası Hermes’in izlerini takip edip. Fakat Kepler’in elinden geldi altının ayarını ahenkte aramak ve “Dünyanın Ahengi Üzerine” adlı kitabında dilinden düşürmedi Hermes’i. Öyle de olsa, en çok John Milton’ın hakkıydı ondan söz etmek, şairdi çünkü: “Bırakınız lambamı, geceyarısında / Görülsün birkaç yüksek yalnız kulede / Orada sık sık izleyebilirim uzaktan / Üç kere yüce Hermes’le ayı yıldızlarını ya da / Küresinden çıkarabilirim Eflatun’un ruhunu…” diyerek görmeyen gözlerinde ilik evleri açmaya çalıştı düğmesi ay ve yıldızlar olan.

“Ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkmediler.” Sonra ölülerini çıkardılar topraktan tanrılaştırdılar, Hermes’e yamadıkları “İnsanlar ölümlü tanrılardır,” sözüne yaslanıp. Mitoloji zaaflarını ilahlaştırmak isteyen insanın sığınağıydı. Yaptıkları bunca kötülükten sonra uyuyamazlardı masalları olmasa. Akla hayale gelmeyen kötülükler yapıyordu mitolojinin tanrıları ve tanrıydılar hâlâ. Eksik sıfatlarına rağmen tanrılık bahşediyordu kendine insan. Demiurgos’un mesela en büyük özelliği bir şeyi yoktan var edemeyişiydi. Yaratılmış olana biçim vererek yeni şeyler var ediyordu o. Belki de şairler kendilerini böyle aksettirmeye çalışıyorlardı tanrısal aynada.

Ne tuhaftır ki şair Meredith, “Evan Harrington” adlı şiirinde Demiurgos’un etkinlik şeklini terziliğe benzetiyordu. İki uzak dünyayı, iki ayrı kumaşı birbirine diken bir yüce terziydi o. Gel de şimdi Turgut Uyar’ın şairin göreviyle ilgili sözlerini hatırlama! “Her gün yeni bir dünya içinde, her gün yeniden ve başka etkilerle duygulanan insan, her gün bunları yeni biçimlerle söylemelidir.” Demek ki şair her günden farklı bir kumaş kesip birbirine teyelliyor görünen ipliklerle. Sonra o iplikleri ortadan kaldırıyor kendiliğinden olmuş izlenimi verebilmek için. “oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar / vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar, / düğmeler, ilikler / iplik döküntüleri, kumaş parçaları…” olmasa yerde kimse anlamayacak biçip diktiklerini. Bu yüzden terzi çırakları ustalarından önce gelirler dükkâna her sabah delilleri ortadan kaldırmak için.

Makasın iki ucu terziliğin iki ana caddesini işaret ediyor bize; biçki ve dikiş. Bu iki caddenin kesişme noktasında yer alıyor sanat meydanı. Fakat hangi kumaşı seçecek şair, kim giyecek diktiği elbiseyi? Yeryüzü kataloglarından hangi modelleri taşıyacak kumaşlarına. Müşterilerinin ölçüleriyle kendi ölçülerini nasıl harmanlayacak. Dikiş payı olur da hayal payı olmaz mı! Bedenlere tam oturmayacak şiiri için belli ki ruhların rağbet etmesini bekleyecek. “Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler / Beğenip gülümsediler,” diye tanımlayacak sonra onları.

Dilini korkak alıştırmayacak şairler. “Ateş ve kan getirmeseler de hüzünleri ateş ve kan olacak.” Kumaşı keserken parmakları titremeyecek. Makasları kadar keskin olacak gözleri. Sabırsızlarsa ömürleri boyunca yerdeki kırpıntıları temizleyebilir, el sürmezler iğneye. İğne demek sabır demektir, kervanlar geçirmektir gözlerinden. “Büyük sesler içinde sen, geçerdin…” diye bakmaktır saygıyla o gözlere. İplik dille buluşacak ki kelimelerin kervanı çıkabilsin yola. Maharet bu ya önce iplikle sonra ipliksiz dikecekler. Kömür ütülerinin küllerini dökerlerdi bir zamanlar, yeni közler koymak için varlığına. Közü olmayanların şiir meydanında işi ne!

“Meydan buldum bir at yok,” tekerlemesiyle ruhunu yatıştırmak istemiyor şair. Ölü bir atı hatırlamanın dahi diriltici bir yanı var çünkü. Şiir bir hayvan olsaydı at olacaktı bunu biliyor. “Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı,” diyerek at gazeline kulvarlar açıyor. “Göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!” diyerek atın at olmadığını ilan ediyor. “Çılgın kişnemeni duyardık sonsuzun yanıbaşından,” diyerek şiir olduğunu ima ediyor onun. Belki de etmiyor, ben ilan ediyorum onun yerine. Terzi Hermes’in düşünde büyük boşluğun en altında ölümlü dünya var, en üstünde ise ölümsüzlük yurdu Zuhal yıldızı. Ruhlar oradan koparak dünyaya düşmeye başlıyor. Maddeyle tanışacaklar orada ama maddeye boyun eğmeyecekler. Sınavları bu. Zuhal’le Dünya arasındaki büyük boşlukta yükselip alçalıyorlar. Bu kasırga sonunda sınavı kazananlar yedi kat göğe yükselip ölümsüzlüğe kavuşacak. Şiir, maddeye boyun eğmemenin adı.

Yunus’un, “Neden rengin sarıdır?” sorusunu yalnız sarı çiçeğe değil, kainattaki bütün varlıklara yönelttiğini düşünün bir. Bu evrensel yoklamada her varlık daha önce işaretlediği sessizlik noktalarını izleyerek kalıbını çıkaracak cevabının. Kalıbımı basarım ki, diye yemin edecek her şey maddeye boyun eğmediğini göstermek için. Yalnız insan, “her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği” çizgilerini kim bilir kaçıncı denemesinde bulacak. “İdris Nebi’nin biçtiği hülle”yi giymenin başka bir yolu yok. 

Arka Kapak dergisi 25. sayı